Su akıp durulacak: Besse’nin Sasun’dan Samatya’ya uzun yolculuğu

Yazar Besse Kabak ile Anadolu Ermeniliğini, Sasun’u ve Sarkis Seropyan’la karşılaşmasını konuştuk. Kabak, Sasun’daki değirmenleri, Sasun yemek kültürünü ve Vortvots Vorodman Kilisesi’ni anlattı.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - “Sirkeci’den tramvaya atla, Çemberlitaş’ta in.” Agos Gazetesi ve Paros Dergisi’nin değerli yazarı Besse Kabak ile söyleşiye böyle başlamıştık. Yıllardır randevu yerimiz aynıdır, tam Çemberlitaş’ın dibinde, güvercinlerin arasında buluşuruz. Günbatımlarında birlikte Gedikpaşa- Kadırga arası yokuşlardan çok inip çıktık. Kaldırımlara sorun, hatırlarlar! Küçük Ayasofya’nın mavi yaseminleri, Cankurtaran’ın tekinsiz sokakları, Narlıkapı’nın sahipsiz uğultusu, Gedikpaşa Ermeni Kilisesi’nin gülleri, en çok da Samatya Surp Kevork’un ceviz ağaçları bizi hatırlar. Altımermer’deki kilisede kimsecikler yokken Der Voghormia (Tanrım Merhamet Et) ilahisini okumuştu ya hani! Sesi asılı kalmıştır. Dikkatli dinleyin, duyarsınız bir gün. Onun sesi biraz da Anadolu Ermeniliğinin, Sasun’un yankısı değil midir? O sese kulak verin!

Besse Kabak

SASUN: MEMLEKETİMİZE HASRET KALDIK

Ermenistan’dan gelerek İstanbul’a yerleşen sanatçı Şuşan Khaçtıryan’ın söylediği “...Mır Muş khorod, Sasun karod. Mızi toğin ergri garod...” (Muşumuz güzel, Sasun’umuz kayalık. Bizi memleketimize hasret bıraktılar...) şarkısının sözleri tam da Besse Kabak’ı anlatır. Çünkü ben bildim bileli Besse, Sasun’u konuşur, rüyasında Sasun’u görür, gördüğü bir güzelliği Sasun’daki güzelliklerle eşleştirir. Oysaki köyünden çok küçükken ayrıldığını bilirim. Bir gün dayanamayıp, “Köyünü hatırlıyor musun ki, bu kadar özlüyorsun?” diye sordum. “Sasun’u manzaradan ibaret bir köy mü sanıyorsun? Atalarımın bedeni memleketimin toprağına karıştı, rüzgârlarda savrulan çiçeklere, gökyüzüne uzanan ağaçlara, Sasun’a dönüştü. O yüzden Sasun benim için her zaman bir toprak parçasının çok daha ötesindedir. Atamın toprağıdır, atamdır!” dedi. Bu sözün üstüne çok düşündüm, çok şey dinledim, okudum. Öyle ki hiç görmediğim Sasun, geceleri benim de rüyama girer oldu.

DEĞİRMENLER: KÖR BİR SESSİZLİK

Sasun, günümüzde Batman sınırları içinde yer alan bir ilçe. Kutsal kabul edilen Mereto Dağı, o yörenin en yüksek dağı. Mereto Dağı’nı (ya da Ermenilerin deyimiyle Maratu Dağı) dilinden düşürmeyen Besse, dört yaşındayken ayrıldığı köyüne sonraları “misafir” olarak pek çok defa gitti. Bu ziyaretlerin ilk durağı her zaman değirmenler oldu. “Kozluk’tan gelişte, Kartur Kanyonu’nu yürüyerek geçtikten sonra ancak ulaşılabildiğimiz Gusked Köyü’nün girişine doğru ilerliyorduk. Yol üzerinde değirmene benzeyen bir binanın bulunmadığını tahmin ediyordum. Annemin çocukluğumdan bu yana anlattıklarından değirmenin ailemiz için ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu biliyordum. Çok yoksul olan ailemin doyasıya ekmek yediği günler sayılıydı. Babam değirmenci olduktan sonra soframız ilk kez buğday unundan yapılmış ekmek yüzü görmüş. Ekmek bizim için elbette kutsaldır. Köyün girişine kadar geldik. Sonunda yıkık dökük değirmeni bulduk. Şaşkınlık içindeydim. Zira değirmen dendiğinde çoğu insan gibi benim de aklıma filmlerde gördüğüm, kocaman tahta çarkın taşıdığı su görüntüsü beliriyordu. Oysa biz, yaklaşık 15- 20 metrekare büyüklüğe sahip köydeki evlerde olduğu gibi taşların birbirleri arasına geçirilerek üst üste örülmesiyle yapılmış tek katlı bir yapının yanında durmaktaydık. Ne suyla dönen büyük çarkı, ne de yelle dönen bir pervanesi vardı. Bina bildiğin mütevazı bir köy evi görüntüsüne sahip olduğundan, doğal olarak iki gün önce köye girerken yanından geçmiş olmamıza rağmen değirmen olduğunu fark edememiştim. Değirmen çalışmıyor olsa da damına düzenli bakım uygulandığından yağan kar ve yağmura rağmen ayakta kalabilmişti.

Beni yılanlara karşı uyarmalarına rağmen, değirmenin içine girmek istedim. İçerde yılanların kralı olsa ne yazar! Hiçbir şey bir zamanlar babamın çalıştırdığı değirmene girmeme engel olacak kadar korkmama sebep olamaz! Damda arktan gelen suyun içeri girmesi için bırakılan boşluktan gelen ışık ve fotoğraf makinemin flaşı sayesinde zeminde de damdaki ölçülere sahip bir başka boşluk daha olduğunu fark ettim. Daha sonra edindiğim bilgilerden bu iki boşluk arasına oluk şeklinde, iç kısmı oyulmuş kalınca ağaç gövdesi konarak damdan akıtılan suyun gücüyle alt katta bulunan çarkın döndürüldüğünü öğrendim. Değirmen iş görmez olduğunda muhtemelen emektar ağaç gövdesi de yakacak odun olarak kullanılmış olmalıydı. Bir zamanlar değirmene hayat veren suyun coşkusuysa çoktan son bulmuştu. Artık hayata küsmüşçesine sadece tavandan aşağıya belli belirsiz sızmakla yetinmekteydi.

Tahılları değirmen taşındaki boşluğa dökerek istenilen incelikte öğütülmesini sağlayan, tahtadan yapılmış kasnak ve değirmen taşları değirmenin bir köşesinde öylece kalakalmıştı. Bir zamanlar tarlada alın teriyle büyütülen tahılları öğüterek una çeviren, hepimiz için kutsal olan ekmeğimizi elde etmemizi sağlayan değirmen, kör bir sessizliğe mahkûm olmuştu. Eskiden çağlayan suyun coşkusuna kapılan çarkın nâmelerin yerine şimdi sadece boş duvarlara çarpan rüzgârın sesi duyulmaktaydı. Değirmenin bu terk edilmiş haline, kaybetmiş olduğum babamın anıları da eklenince yanaklarımdan yaşlar süzülmeye başladı. İstanbul’a geldikten sonra hastalanarak yatağa mahkûm olan babam bir daha köyüne gelememiş, atalarının topraklarını, köyün ekmek ihtiyacını karşılamak için tahılları öğüttüğü değirmenini bir daha göremeden bu dünyayı terk etmişti.”

Sasun köylerine yolculuk... Fotoğraf: Behçet Çiftçi

‘BABAM: HAYATIMI AYDINLATAN, ANNEM: SABAH DUAM’

Besse, hayatta en çok babasını sevdi (!) Bu sevgisini yakın çevresiyle paylaşırken, onu bir nevi “aziz” mertebesinde anlatırdı. Belki de sahici “aziz” babalarımızdı. Kim bilir… “Halk arasında seferberlik diye anılan, 1928 yılında doğu illerinde başlayan isyan döneminde doğduğu için babama Sefer ismi verilmiş. Babam bizlerin okuyup öğretmen olmasını çok istiyordu. Ancak hayaller bazen acı sürprizlere yenik düşebiliyor. Sasun’dayken başlayan hastalığı, İstanbul’a yerleşince şiddetlendi. Ameliyat kararı sonrasında yatalak kaldı. İlkokul diplomamı aldıktan sonra aile içinde yapılan görev dağılımında benim payıma ev işleri ve babamın bakımı düşerken, mamam (anne), ahparım (ağabey) ve kuyriklerimin (kız kardeş, abla) payına da çalışarak eve ekmek getirme görevi düşmüştü. Hayatım boyunca babama duyduğum sevgi normal olmadı. O benim babam, annem, oyun arkadaşım, bakmakla yükümlü olduğum, her an ölebileceği korkusunu taşıyarak, uyurken nefes alıp almadığını kontrol ettiğim kişiydi.

Babam köyde çobanlık, çiftçilik ve değirmencilik yaptı; İstanbul'da ise Tokatlıyan Han'da temizlik görevlisi olarak çalışmış, iyi kalpli, dürüst bir insandı. Hayatı boyunca şahsına ait tek mülkü, Kızılay'dan onun için alınmış olan tekerlekli sandalyesi olmuştu. Dininden, inanç ve kimliğinden vazgeçmesi için kendisine toprak, para, eş teklif edilse dahi o kendi  değerlerini terk etmek yerine daha sıkı sarılmayı tercih ederek, fakir ama onurlu hayatını yaşamaya devam etmişti. Köyümüzde geriye kalan Ermeni aileler yaşama dair kaygıları nedeniyle atalarımızın dilinden, atalarımıza ait isimlerden vazgeçseler dahi,  babam, evinin içinde atalarımızın dilini ve isimlerini yaşatmaya devam ettirmişti. İnsanlar mallarını gasp eden ağalar karşısında sessizliğe büründüğünde, o dayak yeme pahasına da olsa kendi hakkını korumayı tercih etmişti. Destek çıkacak kimsesi olmadığından yarı aç yarı tok bir yaşam sürse de, sahip olduklarıyla mutlu olabilmeyi başarabilen ender insanlardan biriydi babam. Yardım edeni olmadığı için birkaç kişinin kaldırabileceği yükü tek başına dağlardan taşıyıp getirse dahi, bin bir zorlukla elde ettiklerini kendinden daha fakir insanlarla paylaşabilecek kadar zengin bir kalbi vardı onun. Ancak zorlu hayat koşulları nedeniyle herkesten daha çok çalışmasının bedeli ağır oldu. Annem Zaruhi ise, yaşadığı tüm zorlukların izlerini ruhunda taşımaya devam eden çalışkan, yardımsever, inançlı biraz da baskın karakteriyle tam tipik bir Sasunlu kadındır. Kendisi güneşten önce uyanan neslin iyi bir temsilcisidir. Her sabah erkenden kalkarak, kapıyı ve pencereleri dualarla açar. Bu onun atalarından görerek uygulamaya devam ettiği bir ibadet biçimi.”

Komek köyünde yaşayan son Ermeni aile... Fotoğraf: Behçet Çiftçi

SASUN’DA ŞIVAD (ŞUBAT) AYI: ‘ŞIVAD TURS, ADAR NİRS…’

Besse Kabak, tıpkı babası gibi, Sasun kimliğini, kültürünü yaşatmak için büyük çaba harcıyor. Babasının ölümünden sonra, Sasun geleneklerine, yaşam biçimine, dil ve kültürüne dair bilgileri derlemek onun temel uğraşı oluyor. Ondan Sasun geleneklerinden, kutlamalarından birkaç örnek vermesini istiyorum. Şöyle anlatıyor; “Sasun dağlık bir coğrafya olduğundan, sıradağlar Sasun’da binlerce yıllık geçmişe ait geleneklerin, kültürlerin değişmesini, dönüşmesini engellemiş. Örneğin o bölgede konuşulan Ermenice, Kürtçe ve Arapça dillerinin lehçelerini araştırabilirsek bu lehçelerde asırlar öncesinde kullanılan kelimelerin ses özelliklerinin hala yaşadığını görebiliriz. Sıradağlar lehçelerimizin olduğu gibi geleneklerimizin de korunmasını sağlamış. Şıvad (Şubat) ayı gelenekleri bunun için güzel bir örnek. Şıvad ayı başından sonuna kadar farklı ritüeller uygulanır. Ben sizlerle bir kısmını paylaşacağım.

Tıpkı diğer aylara kıyasla eksik günlere sahip olmasında olduğu gibi, bu ay içerisinde toplanan anma ve bayram kutlamalarının çokluğu da onun farklılığını pekiştirmekte. Şıvad ayında uygulanması gereken ilk ritüelimiz, Ocak ayının son akşamından, evdeki baca deliğinden başlayarak kapı ve pencere pervazları hatta alt katlara geçişleri sağlayan zemindeki boşluk da dahil olmak üzere hava akımının geçebileceği her boşluğa gılgıl (darı çeşidi) koçanlarından yapılmış haçlar asılması olur. Çünkü eksik güne sahip olması nedeniyle Şıvad ayı uğursuz sayılır. Bu ritüelin amacı da Şıvad ayının bazen çocuk kaçıran, insan sesi taklit ederek (özellikle komşu sesi) ‘Sabah olmak üzere. Hadi kalk, çamaşır yıkamaya geç kaldık’ diyerek insanları gece yarısı derenin kenarına getirmek gibi şakalar yapabilen Şıvad’ın kötülüklerinden korunmak içindir. Şıvad ayının bitmesiyle birlikte Sasunlular artık rahat bir nefes almaya başlasalar da yine de tedbiri elden bırakmazlar. Her türlü önleme rağmen Şıvad evlere girip kıyıda köşede saklanabilir diye temiz kalpli çocukların eline ya eski bir tulum parçası ya da bir teneke verilir. Çocuklar kötü olduğu kadar şakacı da olan Şıvad’ı evin en ücra köşesinden başlayarak, ‘Şıvad turs, Adar nirs (Sasun Erm. Şubat dışarı, Mart içeri)’ diyerek köyün sınırına kadar kovalar.”

ORUÇ GÜNLERİ: ‘NİNOVA, ARAÇAVORATS, SURP SARKİS’

“Şıvad ayının daha ilk haftasında geniş kitlelerle kutlanan, Surp Sarkis Yortusu ve ayrı yüzyıllarda yaşamlarımıza dahil olan iki farklı orucun tutulduğu haftaya girilmiş olunur. Sırasıyla aktarmaya çalışacağım. İlk sırada üç gün boyunca, niyet eden insanların kursaklarına bir yudum su, bir lokma ekmeğin girmediği Ninova orucu yer alır. Zira bu orucun kökleri Yunus Peygamber’e kadar gitmekte. Esasında Ninova orucu, Tevrat’ta da yazıldığı üzere, Ninova kavmine, yani bizim Ermenice’de Asori (Asurlu) dediğimiz Süryanilere önerilen bir oruçtur. Ancak inanışa göre, Yunus Peygamber’in önerisiyle yeni doğan bebekten, ahırdaki hayvana varıncaya kadar Ninova üzerindeki tüm canlıların tuttuğu bir oruçtur. İnanışa göre Ninova orucu dua ve tövbe ile birleşip, koca Ninova şehrini yıkımdan kurtarınca, atalarımız da bu orucu sahiplenmiş. Öyle ki Ninova orucunu dünya üzerinde bir tek Süryaniler ve Ermeniler tutmaktadır. İkinci sırada ise,  biz Ermenilerin 301 yılında toplu vaftizlerle Hristiyanlığa geçmeden önce  tuttuğumuz Araçavorats orucu yer alır. Bu oruç, Ninova orucunun tutulduğu gün başlayarak cuma aksamına kadar devam eden beş günlük bir oruçtur. Bu oruçların tutulduğu haftanın  hemen sonrasındaki cumartesi sabahı ise kiliselerde yapılan ayin sonrasında Surp Sarkis'i anma günü başlamış olur.

Surp (Aziz) Sarkis Yortusu’nun kökleri ise  Roma İmparatoru Büyük Konstantin I’in (306-337 dönemine kadar gider. Sarkis, aslında Roma İmparatoru’nun ordusunda görev  yapan bir komutandır. Onu diğer komutanlardan ayırarak,  Aziz ilan edilmesine sebep olacak özelliği,  Hristiyanlık uğruna can vermesidir. Komutan Sarkis orduda görevli olduğu süre içinde Hristiyanlığın yaygınlaşması için çalışır, pagan tapınaklarını yıkarak, yerlerine kiliseler inşa edilmesini sağlar. Bu durum Roma İmparatoru’na bildirilir. Sonuç olarak, Hristiyan komutanın  yakalanarak cezalandırılması emri verilir. Ancak Sarkis gördüğü rüya üzerine ilk önce Ermenistan'a, oradan da  Pers İmparatorluğu'na gittiği için, Roma İmparatorluğu sınırları içinde öldürülmekten kurtulur. Fakat Pers İmparatorluğu’nda da Hristiyanlığı yaymaya devam edince, öldürülür. Onun öldürüldüğü yerde mucizeler görülmesi üzerine, imanlı insanlar Sarkis ve diğer din şehitlerinin naaşlarını alıp Hristiyanlik dinini resmen kabul etmiş olan Ermenistan’a götürürler. Kabirleri üzerine yapılan kilise günümüzde dahi Ermenistan'da en çok ziyaret edilen kiliseler arasındadır. Elimden geldiğince açıklayıcı bir şekilde anlatmama rağmen siz de  hangi oruç ne zaman biter, diğeri ne zaman başlar diye şaşırdınız değil mi? Halkımız da bunca iç içe geçen anma günü ve oruçlardan kafası karşınca,  öncesinde tutulan oruçlara da 'Surp Sarkis' orucu adını vererek hepsini ayni isim altında birleştirerek  kendince bir çözüm üretmiş”

SASUN YEMEK KÜLTÜRÜ: ‘YEMEK İLK ÖNCE MİSAFİRİNDİR, SONRA ERKEĞİNDİR’

Her Paskalya zamanı ben ilk önce Samatyalıların çöreğinin tadına bakarım. Çünkü iki gün önceden, güzelce paketleyip bana yollarlar. Besse’nin çöreğinin yeri ayrıdır. Sadece çöreğinin değil, “ağtan”ının, “şahkgam” yemeğinin… Evlerindeki Surp Dzınunt (Noel) günü kahvaltısına ben de davetliydim. Surp Kevork Kilisesi’ndeki sabah ayininden çıkan soluğu Kabak’ların evinde alıyordu. Bir süre sonra kim kimdir, isimleri neydi ezberlemeyi bir kenara bırakıp, sofranın tadını çıkarmaya karar vermiştim. İyi ki öyle yapmışım. Zira gelen giden saymakla bitmiyordu. Böylesine bereketli, kalabalık bir sofrayı ilk defa o evde gördüm. Sasunlu Ermeni’nin sofrası ile İstanbullu Ermeni’nin sofrası her şeyiyle birbirinden farklıydı. Besse, Sasun yemek kültürü hakkında şu bilgileri verdi: “Sasun'da ‘pıltin’ adı verilen yabani bir ot (çemene benzer bir tadı var), ‘zuzbakh’ adını verdiğimiz (yabani sarımsak da denilebilir) bir otumuz vardır. Yemeklerde tereyağı ve ‘ağtan’ yani pişmiş yoğurt kullanırız. Pek çok yemek çeşidi ağtan ile yapılır. Balkabağı ve kırık ‘gılgıl’la birleşince bayram yemeğine dönüşür. Dolmalarla, kurutulmuş kabakla sunumu yapılır.  Katı haliyle hazırlandığında üzerinde pulbiberle kavrulmuş tereyağı gezdirip kahvaltıda kullanılır. Sulandırılıp tekrar tereyağı katılarak çorba haline getirilir, bizim soframızda baş köşeye kurulur. Hem lezzet verir, hem ana yemektir. Soframızda gösterişten uzak, samimi davranmaya önem veririz. Bizde yakın akrabalar birbirimize haber vermeden gidip geldiğimiz için aynı gün hem davetli hem de çat kapı gelen misafirlerimiz olması mümkün olabilir. Doğu insanının böyle bir ayrımı yok. Gelen misafir baş tacıdır. Yabancı olarak görülmediği için evin insanından farklı değildir. Kendisine yemek kalmasa bile misafirin karnı mutlaka doyurulur. Bu paylaşmak filan da değil. Kendisinden de ödün verme söz konusu çünkü. Yemek ilk önce misafirindir, sonra erkeğindir. Şimdi bu sözü yadırgayanlar olacaktır ama gerçek bu! Çünkü, ailesinin hayatta tutmak için tarlayı ekip biçen, dağlarda avlanarak eve et getirerek yaşamın devamlılığını sağlayan,  erkektir ve onun karnının doyması ev halkının karnının doyurulması anlamına gelirdi. En son kadınındır. Dolayısıyla bizde misafiri ‘ağırlamak’ değil de, gelen insanı nasıl ‘ayakta tutabilirim’ söz konusu. Bu nedenle Sasunlu’nun sofrasında gösterişten uzak, samimi davranılır. Masadaki kap kacaklar mutfağa taşındıktan sonra masaya meyve, tatlı ve kuru yemiş tabakları getirilir. Arada çayımız demlenmiş olduğundan misafirlere çay eşliğinde istediği meyve, tatlı servis edilir. On kişiysek sofraya on bir tabak götürülür ki o da Tanrı misafirinindir. Hiçbir zaman az yemek pişmez. Çünkü herkese açıktır sofra. Aile bireylerimizden birini yakın zamanda kaybettik. Kanserdi. Hepimizi topladı evine. Herkesin önünde eşine dedi ki; ‘Hanım, sakın ola ki bu eve gelen kişiyi aç göndermeyesin. Gelen kişinin muhakkak karnı doyacak. Evden misafir eksik olmayacak.’ Atalarımızdan böyle gördük biz. Bir de öyle randevulaşma yok bizlerde. Herkes çat kapı gelebilir. Hazırlık filan da yapılmaz. Evde ne varsa, sevginle o paylaşılır. Soframız herkese açık. Buyursunlar, gelsinler.”

KUMKAPI VORTVOTS VORODMAN KİLİSESİ: ‘İKİNCİ BİR HAYAT’

Kabak ailesi, 1972 yılında Sasunlu, Bitlisli, Muşlu pek çok ailenin yaptığı gibi İstanbul’a göç ederler. Göç kervanına katılan diğer ailelerin yaptığı gibi Ermeni Patrikhanesi’ne başvurarak sığınabilecekleri bir yer isterler. Aile yerleşik bir düzene geçene kadar, sekiz ay boyunca Kumkapı Vortvots Vorodman Kilisesi’nin (Gök Gürlemesinin Oğulları) “Vernadun”unda (Kilisenin yukarı katında bulunan balkon görünümüne sahip bölüm) insanların yaşayabilmeleri için tahtalardan oluşturulmuş  on metrekarelik odalardan birinde yaşarlar. Gönüllülerden oluşan göçmen heyeti ve kilise yönetimin sağladığı kısıtlı olanaklarla (yiyecek-giyecek vs.) hayata tutunmaya çalışırlar. “Sasun’dan İstanbul’a göç ederken, yanımızda sadece kap kacağımızı, iki yorgan ve iki döşekten oluşan eşyalarımızı getirebildik. Günümüzde kültür merkezi olarak hizmet veren Vortvots Vorodman Kilisesi’nde altı kişi bir döşekte yattık. Biz yine de mutluyduk. Çünkü buraya gelirken tek bir amacımız vardı. Kendi dilimizle eğitim alabilmek, ayin yapılan, kalabalık bir cemaati olan bir kiliseye devam edebilmek. Yani öz kültürümüzü yaşayabilmek. Eğitim hariç her şey yavaş yavaş yoluna giriyordu. O dönemde babamın kapısını çalmadığı cemaat okulu kalmadı. Ancak eğitimde ikinci dönem başladığından, hiçbir okul bizi kabul etmiyordu. Sonunda Hrant Küçükgüzelyan bizi İncirdibi Ermeni Okulu’na kabul etti. Su akıp, durulacak sonuçta.”

HRANT KÜÇÜKGÜZELYAN: ‘DİL VE KÜLTÜR DEĞERLERİNİ ONA BORÇULUM’

Hrant Küçükgüzelyan, Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’nin bünyesinde kurulan “Badanegan Dun”un (Çocuk Yuvası) kurucusu. Ermeni cemaatinin en çok tanınan, itibar gören iki Hrant’ından biri. 2007 yılında vefatından sonra, Hrant Dink Vakfı Yayınları tarafından bir kitabı yayınlandı; Kamp Armen’e Giden Yol/ Artakalanların Hikayesi (Çev:Sevan Değirmenciyan). Kendi toplumuna sayısız hizmetlerinden biri de Kamp Armen. Öyle ki Besse Kabak, hayatında bir kez daha onunla karşılaşacak, Kamp Armen’de! “Köyden geldiğimizde Ermenice ve Arapça konuşabiliyormuşum. Türkçe’yi sonradan, okulda ve Kamp Armen’de öğrendim. Pazar günleri aileler çocuklarını ziyarete gelirdi. Gelirken yanlarında sakız, şeker, bisküvi de getirmişlerse bizden mutlusu olmazdı. Annem Zaruhi o yıllarda yirmili yaşlardaydı. Kamp Armen’deki dört çocuğunun hasretine dayanamaz, gözlerinden yaş eksik olmazdı. ‘Ben köyde bir lokma ekmekle yaşamaya razıyım. Sasun’umuza geri dönelim. En azından tam bir aile olalım, çocuklarımız yanımızda olsun’ derdi. Yine de çocuklarının Ermenice okuma yazma öğrenmesini, kültürlü insanlar olarak yetişmesini, büyüyüp öğretmen olmasını isteyen babamı köye dönmeye ikna edememişti. İnsanın çocukluğu yatılı okullarda geçince bu durum ister istemez kişiliğine de etki ediyor. Örneğin tüm sınıf, hatta bazen tüm okul birlikte gülüp eğlendiğimiz, birlikte ceza alıp ağladığımızdan olsa gerek, yatılı okulda okuyan öğrenciler olarak bizler  genelde 'ben' olarak yaşamaya adapte olamıyoruz. Hiç tanımasam da Bakırköy'de yaşayıp, hasta çocuğunu doktora götürmek isteyen çaresiz bir ailenin derdi de benim derdim olabiliyor. Kamp Armen’de yüzlerce yoksul, yetim-öksüz çocuk vardı. Hepimize çiçek gibi baktılar. Kamp Armen, bunca yıl sonra bile hala anılarımın en değerli köşesindedir. O güzel insanlara çok şey borçluyum.”

Kadasetli Patrik Hazretleri Mesrop Mutafyan Besse Kabak’ın yeğenleriyle, 2000’lerin başı.

SAMATYA: ‘YOKUŞLARI BANA MEMLEKETİMİ HATIRLATIYOR’

Kabak ailesi, Vortvots Vorodman Kilisesi’ndeki sekiz aylık misafirliğin sonunda, ilk olarak Gedikpaşa Fırın Sokak’taki kiliseye ait, üç katlı kagir binada kiracı olurlar. Sonrasında yavaş yavaş kendi düzenlerini kurarlar. "Babam evi bir güzel boyadı, annem perdelerini dikti. Bizler de hafta sonları yatılı okuldan eve gelebiliyorduk. Babam da işleri yoluna koymuş olmanın mutluluğuyla artık eve dönerken herkesin payına birer tane meyve düşecek şekilde alışveriş yapmaya başlamıştı. Ancak hastalık sürecinin başlamasıyla birlikte o  tüm mutluluk da hayaller de uçup gitti. Babamın hastalığı, ameliyat  sonrası yatalak kalma süreci derken  her şey tepetakla olmuştu ancak annem yine de akrabalarımızdan borç alıp,  Yedikule’de bir ev satın almayı başardı. Bodrum katında, hiç güneş görmeyen bir evdi. Olsun, artık başımızı sokacak bir evimiz vardı ya! O evde acısıyla tatlısıyla pek çok yaşanmışlıklarımız oldu. Bir seferinde anneler gününde mamamıza (annemize) hediye olarak hüsnüyusuf çiçeği satın almıştık. Neden hüsnüyusuf diyeceksiniz? Samatya tren istasyonuna giden alt geçidin yakınına  tezgah kuran çiçekçinin sattığı çiçekler arasında hüsnüyusuf çiçeği  hoşumuza gitmişti. Alıp vazoya koyduk.  Mamam çiçeği görünce ‘bu çiçekleri nereden buldunuz?’ diye sormuştu.  Satın aldığımızı duyunca da borç harç içinde olmamıza rağmen çiçek almak için para harcamamıza kızmıştı. Ancak kızgınlığının yani sıra şaşkınlık da yaşamıştı. İstanbul'da  bir demet çiçek için para ödenmesi gerektiğini duyunca çok şaşırmıştı. O evde unutamadığım bir anı var. Amerika'da tahsil gördüğü esnada hayatını Tanrı yoluna adamaya karar verip, din eğitimi alan, Türkiye’ye döndükten sonra bizim evi de ziyaret eden genç bir rahip var. O genç rahip,  güneşin girmediği o evimize Tanrı’nın ışığını, Tanrı’nın sözünü getirdi. Bunu hiç unutmadım. Bu rahip daha sonraki yıllarda Türkiye Ermenileri 84. Patriği olan, Kadasetli Patrik Hazretlerimiz Mesrop Mutafyan'nın ta kendisiydi!  Onunla yurtdışından yeni döndüğü zaman kurduğumuz o güçlü bağ, hiç kopmadı. Öyle ki babamın cenaze törenine katıldığında vaaz verdiği zaman, bu hayatta iman konusunda kendisinin çok az kişiyi örnek aldığını, bunlardan birinin de babam olduğunu söyleyerek bizleri bir kez daha onurlandırdı.

Kumkapı’dan sonra Samatya’yı da sevdik. İlk evimizden taşınalı çok oldu ama Samatya’yı hiçbir zaman terk etmedik. Samatya’daki yokuşlar bana memleketimi, Sasun’u hatırlatır her zaman. Oysa Feriköy, Bakırköy gibi semtler gözüme dümdüz bir ova gibi gelir. Karşılıklı birbirini kesen, dümdüz sokaklar. Hiç zevk almıyorum yürürken. Ben ovaları değil, dağları seviyorum. Genetiğimize böyle kodlanmış sanırım. Bu yüzden de  Samatya benim genlerime hitap ediyor diyebilirim. Samatya'da bayramların tadı ayrıdır. Annemin paskalya çöreği götürmediği kimse yok. Pazarcılar, bakkal, manav, kasap… Annem, geçen sene seksen tane paskalya çöreği pişirmişti. O çöreklerden bizler birkaç tanesini yiyebildik. Kalanı olduğu gibi dağıtıldı.  Bu yüzden Paskalya zamanında pazarcıların bizden daha çok çöreği olur. Çünkü Ermeni müşterilerinin hepsi onlara çörek verir. Bu yüzden de torba torba çörek götürürler evlerine. Ben bile kendi çevremdekilere yirmi tane dağıttım. Doktoruma, iş arkadaşlarıma… Dilerim ki Tanrı bizleri Surp Kevork Kilisesi’nin yanıbaşından, Samatya yokuşlarından, denizinden, meydanından hiç ayırmasın.”

SARKİS SEROPYAN’LA KARŞILAŞMA: ‘SÖZ UÇAR YAZI KALIR GÜZEL KIZIM’

Besse Kabak öğretmen olamasa da yıllardır Agos’a ve Paros’a çok değerli yazılar yazıyor, araştırmacılarla, akademisyenlerle bilgilerini paylaşıyor. Bu birikimini ise Agos’un kurucularından, 2015 yılında kaybettiğimiz Sarkis Seropyan keşfetmiş. “Baron Sarkis ile Ferman Toroslar sayesinde tanıştık. Ferman Toroslar'ın sürgün ve göçlerle dolu hikayesini araştırmalarım esnasında öğrenmiştim. Daha sonra ailesi ve kendi yaşamına ait o yaşanmışlıkları  Sürgün kitabında detaylı olarak anlattı. Aras Yayıncılık tarafından yayınlanan bu kitaba epey katkım olmuştu.  Baron Sarkis, Sasunlu olduğumu duyunca bana sürekli memleketim hakkında sorular sordu. Ben de şu an tıpkı size anlattığım gibi Sasun’umuzu anlatmaya başladım. Dinledi dinledi… En sonunda da bir güzel kızdı bana. ‘Kızım’ dedi, ‘Söz uçar, yazı kalır. Bunları derhal yazmaya başla.’ Ben çok şaşırdım. ‘Ahparig ben yazar değilim ki. Nasıl yazayım?’ dedim. Gerçekten de benim genlerimde  Etmenice'de ‘aşukh, kusan’ denilen, halk şarkıları okuyan, sözlü destan ve hikâyeler anlatan anlatıcıların özelliği vardı. Öğrendiğim her şeyi etrafımdakilere aktarmakta hiç sorun yaşamazken bunu yazıya aktarmak benim için  tam bir kâbus olabilirdi. Neyse ki Baron Sarkis  beni çok cesaretlendirdi. Bana, anlattıklarım içinden konu başlıkları seçti, bir kağıda yazıp vererek, ‘Yazını bekliyorum’ dedi. O gün onun yanından Sasun'un yaşanmışlıklarını aktaracağım bir yazı sözü vererek ayrıldım. Ve yazdım! Ama nasıl yazdım bir de bana sorun. O yılki Ramazan bayramı vesilesiyle Tekirdağ'a gitmiştim. Ancak burnumu dışarı çıkartmam dahi kısmet olmadı.  Gece-gündüz demeden, yemek yemeyi bile unutarak bir hafta çalıştım. Bittiğinde aldım kağıtlarımı yanıma, Agos’un yolunu tuttum. ‘Buyrun, yaz dediniz, yazdım. Benden buraya kadar’ dedim ve çıktım. İki hafta sonra bir de baktım ki Agos’un arka sayfasını tümden bana ayırmışlar. Kan ter içinde yazdığım  yazı bana bakıyordu; "Siz Hiç Tıtu Yediniz mi?” Sarkis Seropyan'ın zorlamasıyla yazdığım ilk yazıdan sonra, bu yazıların devamı geldi. Ancak bir anlatıcı olarak hala bazen yazmakta zorlandığımı söyleyebilirim.

Besse Kabak, sıradan bir insanın asla katlanamayacağı acıları her zaman bilgece göğüslemeyi başardı. Ölümler, yoksulluklar yetmediği gibi son aylarda hayatımıza kâbus gibi çöken Covid- 19 salgınına da yakalandı. Büyük bir sakinlikle, ondan kurtulmayı da başardı. Şimdilerde hastalara moral vermekle, deneyimlerini paylaşmakla meşgul. Belki babasının hayal ettiği gibi diplomalı bir öğretmen olamadı ama hem Ermenice hem de Türkçe öğrettiği çok sayıda insan oldu. İlkokul diplomasının yanına, Açıköğretim lise diplomasını da ekledi. En büyük ideallerinden biri de üniversiteye gitmek! Ömründe yaşanacak güzel günlerin olsun Besse! Su gibi aksın, yolunu bulsun…