Müşterek bahçeler

Bir müşterek bahçeyi talep eden insanlar o bahçede birlikte çalışıyor, ortaklaşa karar vererek istedikleri bitkileri yetiştiriyor, molalarda çay içip tatlı tatlı sohbet ediyor, orayı bir toplanma ve bağ kurma mekânı olarak kullanıyor, hasat zamanı hep birlikte ürettikleri sebzeleri pişirip sağlıklı ve leziz bir yemek yiyebiliyor. Oturduğunuz mahallenin, çalıştığınız iş yerinin böyle bir bahçesi olsa hoşunuza gitmez miydi? Otizmli çocuğunuzu böyle bir bahçeye götürseniz ya da depresyondaki kız kardeşinizi? Batının ahlakını almasak da müşterek bahçesini alamaz mıyız? Hele de iyice betonlaşmış şehirlerimizde her geçen gün biraz daha fazla boğulmaktayken.

Google Haberlere Abone ol

Aslı Biçen

Ülkemiz baskıcı yönetimiyle gittikçe klostrofobik bir hal almaya başladı. İklim krizi, güçlü virüsler, göç gibi devasa sorunlar yüzünden dünya da pek farklı değil. Bu büyük yüke, kendine acıma, kaygı, depresyon, insanlıktan yani kendimizden nefret etme ve daha nice olumsuz duygu durumlarıyla tepki veriyoruz. Ben, güç ve para biriktirme uğruna bize yaşatılanlara çoğunlukla “değer mi?” diye bakmaya başladım, belki orta yaşın da getirdiği bir şeydir. Bütün bunları hiç yaşamak zorunda değiliz. Bizi kendimizden nefret ettirmeyecek, tepemize bir göktaşı düşsün de kurtulalım dedirtmeyecek, mis gibi bir sistem kurabiliriz. İnsanları tek tek sevmek zorunda değiliz ama insanlıktan ümidimizi neden keselim?

Geçen yaz Johann Hari’nin Kaybolan Bağlar kitabını okudum. Depresyonun vücudumuzdaki bazı kimyasal olaylardan ziyade gündelik hayatta tecrübe ettiğimiz anlamsız, zorlayıcı ve yalnızlaştırıcı yaşantılardan kaynaklandığını söylüyordu özetle. Bize anlamlı gelmeyen bir işte mecburen çalışmak, insanlarla güçlü bağlar kuramamak, bütün insanlığa iyi gelecek değerlerin hiçe sayıldığı bir ortamda yaşamak, saygı görmemek, doğal dünyadan kopuk olmak... Aslında çoğumuzun sık sık şikayet ettiği, bizi aşağı çektiğini bildiğimiz şeyleri toparlamıştı kitabında Hari.

Şu anda yaşadığımız kaygıların çoğu kendi kaderimizi tayin etme hakkının elimizden alınmasına bağlı bence. Aşırı semirmiş ve sermayenin koruyucusu olmak dışında işlevi kalmamış devletler nasıl bir hayat istediğimizi sormuyor. Sadece bize reva gördükleri çeşit çeşit sefaleti istemediğimizi söyleyebiliyoruz ama bunu dile getirmek, sürekli tespitlerde bulunmak, mevcut durumu habire analiz etmek pek bir şeyi değiştirmeye yetmiyor. Kaygılıyız, yorgunuz, öfkeliyiz.

Sosyal canlılar olarak bizi bağlarımız ayakta tutar ama kapitalizmin zoruyla bireyin önemine, biricikliğine, muhteşemliğine inandırıldık. Mevcut toplum düzeni içinde hayatımızı sürdürecek parayı kazanıyorsak yapayalnız yaşayabiliriz. Halbuki 2 milyon yaşında bir tür olarak son iki yüz yıla kadar hep dayanışmayla, düşeni kaldırarak, hastayı iyileştirerek, gıdayı ortaklaşa toplayarak ya da üreterek, barınaklarımızı yardımlaşmayla yaparak geldik. Şimdi, kapitalizmin en vahşi formuyla üzerimize çöktüğü 21. asırda, sırtımızı dayadığımız, bizi var eden bu güzelim desteği kaybettik.

Aynı apartmanda yaşadığımız komşuların bazılarını şahsen tanımıyoruz bile, bazıları merdivende karşılaştığımızda bizden gözlerini kaçırıyor. Çoğunlukla birbirimizle ilgili olumsuz duygulara sahibiz. Başkalarının yaptığı, söylediği her şey bize müthiş batıyor. Uzak durmaya, temas etmemeye çalışıyoruz. Ama bu sefer de yalnızlık var. Sürü hayvanı genlerimizin içimizde uyandırdığı ihtiyaçlarla bağdaşmayan, yadırgadığımız, bizi mahveden bir şey. Peki bir araya gelmemize engel olan şeyler aşılamaz mı?

Kişisel hoşnutsuzluklar, yüksek beklentiler, karmaşık duygu durumları bizi birbirimizden uzağa itiyor, peki bazı basit müşterekler bizi birbirimize çeker mi? Ortadan ikiye bölünmüş toplumumuza da sorabilirim bu soruyu ama önce bu toplumun belki %1’i olan, okuyan, düşünen, kendini solda tanımlayan, bu yazının muhtemel okurlarına sorayım. Birbiriyle üç aşağı beş yukarı aynı değerlere sahip o yüzde bir bile yüz parça çünkü. Bu konuya biraz kafa yormak, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarımızı biraz daha temel bir seviyede tespit etmek iyi olmaz mıydı?

Mesela pek çoğumuz için toprakla uğraşmak temel bir ihtiyaç bence. Toprağın olmadığı yerde bize unutturulan bir ihtiyaç. Tatmin edilmeyen bütün ihtiyaçlarımız gibi içimizde pek de tespit edemediğimiz bir boşluk bırakıyor.

Bizimkilerin evinin küçük bahçesi sayesinde ben bu ihtiyacı farketme imkânı bulmuştum. Sonra etrafımda bana bu bilgiyi aktaracak biri olmadığı için sürekli okuyarak daha fazlasını öğrenmeye çalıştım. Bazen pazardaki üreticilere ya da çiftçilik yaptığını bildiğim kimselere sorular soruyorum. İngilizce kaynaklar gerçekten muazzam. Türkçede bu kadar az kaynak olmasına üzülüyorum. Merakımız olmadığı için kaynağımız da yok. Çok şey öğrendiğim kaynaklardan birisi BBC’nin Gardeners’ World programı. İngilizce anlayabilen herkese tavsiye ederim.

Bu programı seyrederken bir şeye çok özeniyorum, onların “community garden” dedikleri, benim de “topluluk bahçesi” kulağıma pek hoş gelmediği için “müşterek bahçe” diyeceğim çok hoş bir adetleri var. Aynı mahallede yaşayan komşular ya da bir derneğin üyeleri ya da dezavantajlı bireylerle çalışan kurumlar ya da sağlık kurumları, devletten veya belediyeden ekip biçecekleri bir alan talep edebiliyor. Kendilerine bir bahçe tahsis ediliyor. Bu yazı için araştırma yaparken New York gibi dev binalarıyla ünlü bir şehirde 550’nin üzerinde müşterek bahçe olduğunu gördüm mesela, bir o kadar da halkın kullanılmayan alanları değerlendirmesiyle oluşmuş, resmi statüsü olmayan bahçe varmış.

Bir müşterek bahçeyi talep eden insanlar o bahçede birlikte çalışıyor, ortaklaşa karar vererek istedikleri bitkileri yetiştiriyor, molalarda çay içip tatlı tatlı sohbet ediyor, orayı bir toplanma ve bağ kurma mekânı olarak kullanıyor, hasat zamanı hep birlikte ürettikleri sebzeleri pişirip sağlıklı ve leziz bir yemek yiyebiliyor. Oturduğunuz mahallenin, çalıştığınız iş yerinin böyle bir bahçesi olsa hoşunuza gitmez miydi? Otizmli çocuğunuzu böyle bir bahçeye götürseniz ya da depresyondaki kız kardeşinizi? Batının ahlakını almasak da müşterek bahçesini alamaz mıyız? Hele de iyice betonlaşmış şehirlerimizde her geçen gün biraz daha fazla boğulmaktayken.

İçinde yaşadığımız kalabalığı topluma benzetemiyorum çok. Toplum olmak, bütün bireylerin birbiriyle aynı şekilde düşünmesi, aynı inançlara sahip olması, aynı siyasi eğilimleri taşıması demek değil. Nezaket, saygı ve ortaklaşa tayin edilmiş üç beş kural etrafında hiç itirazsız birleşmiş olmak. Hepimizi ilgilendiren şeylere, yaşam alanımıza hep birlikte sahip çıkabilmek. Artvin direnişinde olduğu gibi bütün ayrılıkları bir kenara koyup birlikte durabilmek. Ben bu yazıyı yazarken intihar haberleri yağmur gibi yağmaya devam ediyor. Kamusal alanlarda, bir eylem biçimi olarak intihar ediyor insanlar. Veda konuşmalarını videoya çekip ölmeden önce paylaşıyorlar. Birbirimize elimizi uzatmamızı engelleyen ne? Hele geçim derdi intiharları önlenemez mi?

Gerçekten önemli şeyleri pratik çözümler üretmek üzere tartışmıyoruz pek. Daha çok teorik tartışmalarla yaklaşıyoruz konulara. Sonra da hissettiğimiz çaresizliği, kederi, öfkeyi dile getiriyoruz sadece. Her şeyi siyasetçilere, merkezi bir karar alma mekanizmasına bırakıyoruz. Çoğunlukla bu mekanizmadan net bir talepte de bulunmuyoruz. Talepleri örgütlemiyoruz. Örgütlenmek deyince ille bir dernek çevresinde toplanmak akla gelmemeli. Daha esnek, değişken örgütlenme şekilleri de mümkün.

Mesela benim kafamda bir müşterek bahçe etrafında örgütlenme modeli var. Bu bahçeyi özellikle işsizliğin yüksek, gelirin az, kadın çalışma oranının düşük olduğu mahalleler için düşünüyorum. Sesimizin de elimizin de ermediği mahalleler. İnsanların çoğunun yokluk içinde, borçla ve yoğun bir değersizlik duygusuyla yaşadığı yerler.

Belediyelerden bu tür mahallelerin merkezi bir yerinde ya da çok yakınında bir arsa talep edeceğiz. Yeşil alan için ayrılmış bir yer olabilir ya da sadece böyle bir proje için tahsis edilebilir. Bu alan mahalledeki insanların kendi gıdalarını yetiştirebileceği şekilde tanzim edilecek. Sürekli evde oturmaktan sıkılan yoksul ev kadınları, işsiz kadın ve erkekler, emekliler, çocuklar buraya gelip toprakla meşgul olacaklar. (Okulların bahçelerinde de çocukların tarım yapması için belli alanlar ayrılabilir.)

Bu müşterek bahçede insanların oturup sohbet edebileceği bir yer olacak, isteyenlerin hemen orada sebzelerle yemek pişirebileceği bir mutfak. Bu mutfakta belki mahallenin yoksul ya da evsiz insanları için gönüllüler her gün besleyici bir çorba kaynatacak. Belki belediyeye ait halk ekmek kulübesi ve yanında da temel gıda ürünlerinin doğrudan çiftçiden alınıp ucuza satıldığı minik bakkal dükkanları olacak. (Ankara Belediyesi’nde buna benzer bir uygulamanın gıda yardımı şeklinde yapıldığını okumuştum geçen gün.) Yoksulluğa da yanlızlık hissine de bir nebze olsun iyi gelebilecek bir şey. Acaba gerçekleşebilir mi? Mülk neden sadece zenginlerin olsun?

Bu tür bahçelerin insanlara illa maddi destek olacak şekilde düşünülmesi gerekmiyor. Şehrin genelinde bir araya gelme mekânları olarak müşterek bahçelere yer açılabilir. Toprağı eşelemek, bir bitkinin çimlenip büyüdüğünü görmek, dalından meyve yemek kadar ruha iyi gelen çok az şey biliyorum. Rant dışı bir şeyler istemenin zamanı gelmiştir belki. HDP’nin kayyum atanmış belediyelerinde maalesef mümkün olmasa da batıda bize yeni vaatlerle gelen belediyeler bu talebe cevap verebilir.

Mesela Hollandalı bir arkadaşım bir devlet okulunda organik tarım kursuna gidişor. Stajını da eskiden belediyenin parklara ekilen bitkileri yetiştirdiği, şimdiyse bir vakfa kiraladığı arazide yapıyor. Bu bahçede hem yetiştirilen organik ürünlerin satışı yapılıyor hem de bir kafe işletiliyor. Bahçede ve kafede psikiyatri hastaları çalışabiliyor, belediye de bunun için kuruma bir ödenek veriyor. Aynı arkadaşım Berlin’de de böyle bir lokanta olduğunu söylemişti. Apartmanların ortasında kalan bir bahçede organik sebze yetiştiriyorlarmış ve yemekleri bu sebzelerle yapıyorlarmış. Mahallemizde böyle bir lokantayla birlikte bir kütüphane, okunan kitapları tartışan okuma grupları, belki küçük bir film salonu, kediler olsa... sizce de şehrin içinde bize nefes aldırmaz mıydı?

Şu anda büyük şehirlerde insanların bitki yetiştirme ihtiyacına cevap veren yerler ufak parsellerin kiraya verildiği hobi bahçeleri. Görebildiğim kadarıyla İstanbul’da 11 tane varmış. Sözünü ettiğim bahçe programında böyle bir hobi bahçesinde bir araya gelmiş bahçıvanların çok hoş bir cemaat oluşturduğunu görmüştüm. Bitki yetiştiren insanlar genelde birbiriyle konuşmaktan, püf noktalarını ve tohumlarını birbiriyle paylaşmaktan, tecrübelerini aktarmaktan zevk alır. Lezzetli bir domatesin tohumunu istemek, güzel bir sardunyadan bir dal istemek insanın neredeyse içgüdüsel olarak yaptığı bir şeydir. Kimseden sahip olduğu başka bir şeyi aynı rahatlıkla isteyemeyiz. Bitkilerin ve bitkilerle ilgili bilgilerin paylaşılması, bir tür olarak başarımızı sağlayan en önemli şeylerden biri olduğu için istemek bize çok doğal gelir.

Aslında hobi bahçeleri yerine bu iş için apartman bahçelerini kullanabilsek çok iyi olurdu. Hem komşularımızla daha farklı bir ilişki geliştirebilirdik. Bunu yapmamızı engelleyen türlü çeşitli mazaratları bir sonraki yazıda yazsam iyi olacak. Bütün alternatiflerin tükendiği yerde gerilla bahçeciliğini de bir ihtimal olarak düşünebiliriz.

Yazıyı bitirmeden bu günlerde ekilebilecek bitkiler: Arpacık bulabiliyorsanız kışlık kuru soğan şimdi ekilebilir. Kuru soğan için küçük, taze soğan için daha iri arpacıklar satılıyor. Taze soğanı Ekim ayında ekip bütün kış yiyebilirsiniz. Kuru soğanı şimdi ekerseniz yaz ortası gibi hasadını yapabilirsiniz. Biraz aç bir bitki olduğu için soğana gübre koymayı ihmal etmeyin. Bezelye de Kasım’da ekmediyseniz şimdi ekilebilir. Bezelye iyi ürün vermek için pek gübreye ihtiyaç duymaz. Havadaki azotu toprağa geçirdiği için üzerine ekilecek ürün daha iyi gelişir. Gerçi kendi bağladığı azotu kendinin tükettiğini söyleyen bir yazı da okumuştum ama en azından topraktaki azotu tüketmiyor.