Hevsel’de sonbahar: Sevdiğim gel artık

Şehirden asla kurtulamıyorsun, hep peşinden geliyor, olmadık yerde ve zamanda bazen bir cümleyle çıkıveriyor karşına. Bahçeye ektiği sebzeleri toplayan Ali Özdemir, daha konuşmaya başlarken, Büyükşehir Belediyesi’ndeki işine son verildiğini anlatıyor. Belediyelerden binlerce kişinin işten çıkarıldığı bilgisi, yeşilin üzerine kara bir leke gibi düşüyor birden.

Google Haberlere Abone ol

DİYARBAKIR - Kasım ayına soğuk ve yağışlı bir havayla girdi Diyarbakır. İlk bir iki gün, bu beklenmedik soğuk için, “geçer” dedik, kalın giyecekleri, montları çıkarmadık dolaplardan. Ama sonra, soğuk ve yağmurlu günler uzayınca, “kış geldi” demeye başladık. Yüzümüzü döneceğimiz bir sonbahar güneşinin özlemini çekmeye başladık.

Uzun sürmedi bu bekleyiş. İnsanın içini sevinçle dolduran yağmur sonrasının güneşi gösterdi kendisini. Kursiler güneş gören kaldırımlara, Yüksek Kahve ve Ulu Cami’nin önlerindeki meydanlara çıkarıldı, sohbetler sokağa taştı. Yağmurla birlikte boşalan Gazi Caddesi’nin seyyar satıcıları yeniden ortaya çıktı, dar kaldırımlar insan kalabalığına kavuştu.

Mardin Kapı’dan görünen Hevsel Bahçeleri her mevsim davetkardır. Ama sonbahar güneşinin altında daha bir parıltılı, daha bir yeşil görünüyor. Keçi Burcu’ndan Hevsel Bahçeleri’ne bakmak nasıl bir şeydi, diye düşünüyorum. Dicle’yi, Kırklar Dağı’nı ve Hevsel Bahçeleri’ni bir bütün olarak gören Keçi Burcu’na çıkmak 3 yıldır yasak. Arada esen hafif bir rüzgar, ta On Gözlü Köprü’den davul sesini getiriyor Mardin Kapı’ya.

.

ŞEHİRDEN UZAKLAŞMA HEVESİ

Kimi yerde ağaç yaprakları sararıp kurumuştur çoktan. Ama Diyarbakır’da yaz uzun sürdüğü için, bu biraz zaman alıyor. En önce kavak ve çınar ağaçlarının yaprakları sararıyor olmalı. Çünkü Mardin Kapı’dan On Gözlü Köprü’ye giden yolda ilerlerken gördüğüm ağaçların yaprakları hâlâ yemyeşil. Yağmurdan sonra yapraklardaki tozlar temizlenmiş, güneş ışığıyla parıldayıp duruyorlar.

Marul, maydanoz, dere otu, roka… Bu mevsimde Hevsel’de üretilen sebzeler. Belki daha içerilerde başka sebzeler de üretiliyordur, ama caddeye yakın bahçelerde görünenler bunlar. Daldaki ağaç yaprakları gibi pırıl pırıl görünüyor sebzeler. Kuruyup yere düşmüş, yağmur nedeniyle hâlâ nemli çınar yapraklarıyla tezat oluşturan bir tazelik var bahçelerde. Hevsel’e bakarken şehrin her şeyini, trafiğini, yasaklı mahallelerini, siyasi gündemini bir anlığına da olsa geride bırakma arzusu sarmalıyor insanı.

.

YEŞİLİN ÜSTÜNDEKİ KARA LEKE

Ama şehirden asla kurtulamıyorsun, hep peşinden geliyor, olmadık yerde ve zamanda bazen bir cümleyle çıkıveriyor karşına. Bahçeye ektiği sebzeleri toplayan Ali Özdemir, daha konuşmaya başlarken Büyükşehir Belediyesi’ndeki işine son verildiğini anlatıyor. Belediyelerden binlerce kişinin işten çıkarıldığı bilgisi, yeşilin üzerine kara bir leke gibi düşüyor birden.

Yengesiyle birlikte topluyorlar yeşillikleri. Serçe parmaklarında demet yaptıkları yeşilliği sarmak için ip niyetine kullandıkları lastik var. Çok pratik, alışkanlıkla sarıyorlar demetleri. İki büklüm çalışıyor, adım adım ilerliyorlar. Bu şekilde çalıştıklarını görmek bile insanın bacaklarında ağrı hissetmesine neden oluyor. Bu bahçe kendilerinin değilmiş, ama çok uzun yıllardan beri kiralamışlar, kendileri ekip biçiyormuş. “Belediyeden çıkardılar, ben de burada çalışmaya başladım” diyor adam. Ama buradaki iş ancak 3 ay sürdüğü için hayvancılık işine de girmiş. “Onların istediği gibi açlıktan ölecek halimiz yok” diyor gülerek. İşine geri dönmek için dava açmış, davanın sonucundan pek umutlu olmasa da “İnsan hakkını aramalı, insan çocuklarının hakkını aramalı” diyor.

Burada topladıkları sebzeler daha sonra aracılara satılıyor, onlar da marketlere satıyorlar. Çok ucuza sattıkları sebzelerin insanların sofrasına çok pahalı ulaştığını biliyor. “Halimizi görüyorsun, akşama kadar böyle iki büklüm çalışıyoruz. Ama ne yapalım, evde çocuklar var. Onların okulu var, ihtiyaçları var.” Bunları Ali Özdemir’in yanındaki kadın söylüyor. Ali’nin yengesi. Kocası inşaatçı ve bir süredir Şırnak’ta çalışıyormuş. Evlendiğinden beri, yani 20 yıldan fazla bir süredir Hevsel’deki bahçede çalıştığını da ekliyor kadın. Aşağıdan bir yerden, ağaçların arasından Ciwan Haco’nun sesi geliyor. Ağaçların arkasında kafe var” diyor Ali. Sonra roka demetlerini uzatıyor bana, “Buraya kadar geldin, boş gitmek ayıptır abê” diyor. Israrına rağmen istemiyorum. Çünkü alsam parasını kabul etmeyecek, biliyorum.

BALIK TUTAN ADAMLAR

Ali’nin tarif ettiği yerden Dicle’ye iniyorum. Sık ağaçlar ve çalılarla kendi halinde bir yaban hayatı ile karşılaşıyorum. Çamura bata çıka Dicle’nin kıyısına varıyorum. Dicle usulca akıyordu. Kırklar Dağı, hakkındaki söylenceler nedeniyle, bir kültür abidesi gibi duruyordu. Dev çalıların arasından genç bir adam birden çıktı karşıma. O alışık görünüyordu böyle bir karşılaşmaya, selam verdi.

.

Elinde balık ağı vardı. “Balık var mı?” diye sordum. “Var” dedi ve oyalanmadan gitti. Biraz ileriden, Ahmet Kaya’nın söylediği şarkıya karışan başka sesler de geliyordu. O tarafa doğru yürüdüm. Üç adamı nehrin içinde gördüm. Nehrin içindeki çalıların, kamışların içindeki balıkları elleriyle tutuyorlardı. Adamlardan biri tuttuğu balıkları atletinin içine atıyordu. “Balıklar rahatsız etmiyor mu?” dedim. Fısıltıyla “Etmiyor” diye karşılık verdi.

Üç adam kendi aralarında da fısıltıyla konuşuyordu. Sesleri balıkları ürkütsün istemiyorlardı. Yarı bellerine kadar suyun içindeydiler. “Hangi balıklar var” diye sordum. Aynı adam, yine fısıltıyla, “Mercan” dedi.

Konuşmaya pek niyetleri yoktu. Kıyı boyunca, suyun içinde iki büklüm ilerlediler. Arada tuttukları balıkları, yanlarında taşıdıkları ağın içine atıyorlardı. Ağı, suya batmasın diye, bir araba iç lastiğine bağlamışlardı. Suyun usul sesine ve adamların fısıltıyla konuşmalarına, Xêro Abbas’ın sesi karışıyordu. “Evîna min ka vere” (Sevdiğim gel artık) diyordu Abbas.