Ressam Orhan Taylan heykeltraş Kuzgun Acar'ı anlattı: Özlettin, ne içiyoruz Kuzgun?

Ressam Orhan Taylan, uzun zaman birlikte eserler ürettiği, ödüllü sanatçı Kuzgun Acar'ı anlattı: Depresyona girmek gibi bir durumu olmadı Kuzgun’un. Yaratıcılığına güveniyordu. Yaratıcılık meselesini çok iyi kavramış bir sanatçıydı. Ne istersem yaratabilirim, 'ben özenle yaptığım sürece bu iyi bir iştir' algısı vardı kendisinde.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Kuzgun Acar, 1928 -1976 yılları arasında kısa bir hayat yaşadı. Heykel sanatına dair pek çok özgün eser yaratarak Türkiye ve dünyada alanının önde gelen temsilcilerinden biri oldu. 1961 yılında Paris Uluslararası Genç Sanatçılar Bienali’nin heykel dalında kendisine birincilik ödülü verilen Kuzgun Acar burs kazanarak çalışmalarına bir dönem Paris’te devam etti. Sanatında ‘hareket’i anlatmaya çalıştı ve eserlerine yansıttı. İşlerinde maliyeti yüksek olmayan malzemeler kullandı. Demir, bronz gibi metal malzemeler, ahşap, hurdacıdan temin ettiği oksijen kaynakları, tel çubuklar, çiviler işlerinde dikkat çekti. “Yaptığım her yontuda mutlaka bir çığlık vardır” diyen Kuzgun Acar, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı duvarındaki Soyut Kompozisyon ‘Kuşlar’, ‘Türkiye’ rölyefi gibi eserlerinin yanında tiyatro oyunları için hazırladığı maskeler, afişler, resimler, belgesel filmler gibi pek çok işte yer aldı.

Orhan Taylan, 1976-78 yıllarında, Görsel Sanatçılar Derneği Başkanlığı, 1977'de Barış Derneği kurucu ve Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Taylan, 1 Mayıs için hazırladığı afiş ile 1978'de Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu'nun (World Federation of Trade Unions / WFTU) Uluslararası Afiş Sergisi Birincilik Ödülü aldı, 1978'de Dünya Barış Konseyi üyeliğine seçildi. Orhan Taylan ile Kuzgun Acar’ın kişiliğini, sanatını ve aralarındaki dostluk ilişkisini konuştuk.

1928 -1976 yılları arasında kısa bir hayat süren sanatçı Kuzgun Acar, heykel sanatına dair pek çok özgün eser yaratarak kendi alanının önde gelen temsilcilerinden biri oldu.

Kuzgun Acar’la nasıl tanıştınız?

Aradan çok zaman geçti. 1968- 1969 yıllarıydı. Ta o yıllardan Kuzgun gidene kadar dostluğumuz sürdü. O dönemler çeşitli disiplinlerden sanatçılar sık sık bir araya gelirlerdi. Bugün bunu hayal etmek bile çok zor. Düşünün bir sergi açtığınızda şairler, tiyatrocular, yazarlar sergi açılışlarınıza gelirlerdi. Merak ederlerdi neler yaptığınızı. Bugün böyle bir şey göremiyoruz. O dönemler akşamları daha çok dışarı çıkılırdı. Uzun süreler parasız yaşadığımız yıllardı. Demek ki meyhaneler çok ucuzdu ki gidebiliyorduk. Meyhaneleri neden tercih ediyorduk, çünkü bu insanlar, sanatçılar sohbet etmek isterlerdi. Sesli müzik hiçbir zaman olmazdı. Hatta usta işi meyhanelerde hiç müzik olmazdı. Öyle bağırılıp çağırılmaz, şarkılar söylenmez, yüksek sesle konuşulmazdı. Kuzgun ile bu sohbet masalarından birinde tanışmıştık. Evlerimiz de uzak değildi. İkimiz de Nişantaşı’nda oturuyorduk. Nişantaşı sosyetik bir mahalle değildi. Kuzgun da ben de evliydik. Evler de yakın olduğu için sık sık görüşebiliyorduk.

Türkiye İşçi Partisi'nde de bir arada bulunduk. Kuzgun Beykoz, ben de Beşiktaş ilçe örgütüne üyeydik. O dönem parti kurulduğunda çok özel bir bileşim söz konusuydu. Daha kurulduğu yıllarda DİSK yöneticisi sendikacılar, Kürt ileri gelenleri, İstanbullu aydınlar ve pek çok sanatçı bu partide yer almıştı. Partiye üye olmamak düşünülemezdi. Burada da Kuzgun’la birlikte pek çok arkadaşımızla omuz omuza gösterilere katılırdık. Tüm bu birliktelikler dostluk ilişkisini daha da sağlamlaştırdı.

Bahsettiğiniz muhabbet masalarındaki Kuzgun Acar nasıldı?

Muhabbeti çok ilginçti Kuzgun’un. Çok güzel konuşurdu. Zaman gelir bir Osmanlı Paşası’nın ağdalı diliyle konuşur zaman gelir o dönemin Tophane ağzıyla konuşurdu. Bu uçlarda nasıl yaşar bir insan diye hayranlık duyardım. Genellikle kimse bu kadar uçlarda dolaşmazdı. Kuzgun masada konuşmaya başladığında herkes dikkat kesilir Kuzgun’u dinlerdi. Ne anlatırsa anlatsın… Konuşma biçimi çok renkli ve dinlemesi çok keyifliydi. Yanlış anlaşılmasın lütfen, en çok konuşan adam tipi değildi.

Mesleği açısından Kuzgun Acar için neler söylersiniz?

Yaş itibarıyla ağabey durumunda olsa da hiçbir zaman o büyüklük algısıyla davranmazdı. Hep aynı yaşlardayız gibi ilişki kurardı. Kendisinden çok şey öğrendim. Öğrendiğim her şeyde bir şaşkınlık hâlim mevcuttu. Allah Allah, bunu nereden öğrendi, diye düşünürdüm. Mesela, "Kendinden küçük bir ressamın sergi açılışına gitmeyeceksin ya da çok yakın arkadaşındır ve gitmen gerekiyordur, o zaman erken git, tebrik et ve oyalanmadan oradan ayrıl ki ilgi odağı oraya gelen basın tarafından sen olma, çünkü sen daha tanınmış durumda bir sanatçı olduğun için rol çalmış olursun, hem ressam arkadaşın kaç yıl çalışıp o sergiyi açmış, dolayısıyla gece, onun gecesidir" derdi. Kuzgun Acar’ın bu mesleki terbiyesi beni çok şaşırtırdı. Nezaket ve görgü kuralları konusunda çok titizdi.

Kolay olmayan bir çocukluk ve ilk gençlik dönemi yaşadığı biliniyor. Annesiyle birlikte mücadele verdikleri bu zor dönemden hiç bahseder miydi?

Çocukluğundan bahsetmezdi. Ne annesinden ne babasından, hiçbirinden bahsetmezdi. Biliyorum ki keyifli bir çocukluğu olmamış. Kasımpaşa ortamında, babasız, sadece annesiyle birlikte büyümüş.

Dost olarak nasıldı?

Zor zamanlarımızda birbirimizin yanına koşturmak gibi bir durumumuz olmazdı. Zaten zor zamanları beraber yaşıyor olurduk. Sadece dostluk değil, birlikte çok iş de yaptık Kuzgun’la.

Neler yaptınız?

Sendikalara işler yapardık. Afişler, resimler, hatta bazen de heykel. “Lastik - İş Sendikası” vardı, DİSK’in büyük sendikalarından biri... Onlar bir kutlama gecesi yapacaklardı. Bize de, "Bizim şu salonu şenlikli bir hâle getirir misiniz" diye sordular. Biz de kabul ettik. Bez resimler, heykeller yapmıştık. Yaptığımız heykeller de eğlenceliydi. Hatta Kuzgun’un nereden aklına geldiyse, lateks denilen balon yapımında da kullanılan esnek bir madde kullanmıştı bahsettiğim etkinlik için. Bir iskeletin üzerine bu lateks malzemeyi dökerek bir insan dokusu hâline getirmişti, bu iskeletin yanağından makas alabilirdiniz, yanak uzuyordu çünkü. Bunun gibi komik, eğlenceli şeyler yaratırdı. Böyle şeyleri nereden aklına getirir, nereden bulur bu kadar malzemeyi, diye hep şaşırmışımdır.

Gün geldi, Kuzgun "Bir iş yapacağız" dedi. Nişantaşı’nda büyük bir giyim mağazası vardı o zaman ‘Dilberler’ isminde. Yazlık elbiseler üretiyorlarmış fakat desen bulamıyorlarmış o elbiselere bastıracak. Patronu olan hanım Kuzgun’u tanıyormuş. Ona böyle bir işten bahsedince biz de Kuzgun’la iki seneden fazla burası için elbise boyadık. Bir deseni bir kez daha yapmazdık, hep farklı desenlerdi. Bu elbiselerin omuzlarına imza da koyardık ‘O.K.’ diye. Düşünsenize imzalı, desenli elbiseler... Böylece para kazanırdık. Bakkal, kasap borcunu ödeyebilecek kadar...

O kadar eğleniyorduk ki Kuzgun’la, sürekli bir matraklık bulurdu. Çok parasız bir günümüzde Kuzgun evde duran bir heykelini aldı. "Gel" dedi bana. Bir yakınının evine gittik. Belli ki nazının geçtiği bir dostuydu. Çaldık kapıyı. Kapıyı açan kişi, "Oo! Kuzguncuğum" diye karşıladı Kuzgun’u. "Sana bir müjde vermeye geldik" dedi Kuzgun. "Nasıl bir müjde?" diye sordu adamcağız da. "Nur topu gibi bir heykelin oldu" dedi Kuzgun da. Adam gülmeye başladı tabii, içeri davet etti bir şeyler ikram etti, ödedi de heykelin parasını. Şimdi bunu ancak seni tanıyan ve sana güvenen birisine yapabilirsin.

Hiç kendisini umutsuz, bıkkın bir hâlde gördünüz mü? Hayat karşısında özgüveni yüksek ve dirençli miydi?

Hiç kendisini mutsuz etmedi. Şen şakrak, şakacı, keyif almaya çalışan biriydi Kuzgun. Özgüven konusunda bunu söyleyemeyebilirim. Bir ‘acaba’m var bu konuda. Zaman zaman özgüveni yüksek biriydi demek isterim. Hiçbir zaman tiyatro oyunculuğu yapmadı ama bir oyunculuk yanı vardı Kuzgun’un. İstediği zaman istediği biçimde gösterebilirdi kendisini. Bazen müthiş bir özgüven söz konusu olurdu. Nerede duracağını çok iyi bilen, sizin onun nasıl biri olduğu hakkındaki düşüncenizi kestirebilen biriydi.

"Muhabbeti çok ilginçti Kuzgun’un. Çok güzel konuşurdu. Zaman gelir bir Osmanlı Paşası’nın ağdalı diliyle konuşur zaman gelir o dönemin Tophane ağzıyla konuşurdu."

Yaptığı işten çok emin olunca insanlar, öyle zaaf çukurlarına düşmüyorlar. Depresyona girmek gibi bir durumu olmadı Kuzgun’un. Yaratıcılığına güveniyordu. Yaratıcılık meselesini çok iyi kavramış bir sanatçıydı. Ne istersem yaratabilirim, 'ben özenle yaptığım sürece bu iyi bir iştir' algısı vardı kendisinde.

Bir akşam Kuzgun’lara gitmiştim. Fersa, Kuzgun ve ben oturuyoruz. Telefon çaldı. İstanbul dışındaki belediyelerin birinden bir park için heykel isteği geldi. Bir eskiz istediler Kuzgun’dan, bakıp ona göre karar vereceklerdi. Tabii, dedi Kuzgun, müsaitseniz hemen gelebilirsiniz. Telefonu kapattı. Yarım saate kadar geleceklerini söylemişlerdi. Kuzgun raftan biraz kurşun parçası aldı. Kurşunu ısıtıp eritti cezvede, suyun içine döktü. Onu bir tahta parçasının üstüne çiviyle çaktı. Heykelin eskizini böylece yapmıştı. Belediyeden adamlar geldiklerinde bir duvar rölyefi eskizi olan bu çalışmayı beğendiler elbette. İnanılmaz biriydi.

Paris’te ödül alması üzerine, “Evet, ödül aldım. Ne yazık ki milli bir sanatçı sayılabilmeniz için önce uluslararası olarak kabul edilmeniz gerekiyor. Yurtdışındaki başarıdan sonra siz milli bir sanatçı olarak adam sayılıyorsunuz" diyor Kuzgun Acar...

Kuzgun o açıdan çok şanslıydı. Paris’te birincilik ödülü aldıktan sonra Türkiye’de sırtı yere gelmez duruma geldi birden bire. Ciddi bir başarıdır bu. Kuzgun akademi mezunuydu fakat akademiyle öyle yakından bir ilişkisi yoktu. Kendini hep dışında ve uzağında tutmuştur. Böyle bir tavrınız olunca dişinizle, tırnağınızla kendinize yer açmak durumundasınız. Böyle kabul edilebiliyordunuz ancak.

Kuzgun Acar bir ara akademide öğretmenlik yapmak istiyor. 

Bir ara ‘Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu’na bağlı ‘Endüstri sanatları Yüksek Okulu’ gibi bir öğrenme alanı vardı. İşitti ki asistanlar arıyorlar. Biz de Kuzgun’la düşündük… Beş altı kafadar arkadaş o okulda hoca olsak diye... Berlin’de açık üniversite diye bir durum vardı o zamanlar. Biz de burayı böyle bir okul hâline getirsek diye hayal kurmuştuk ama geldi ve geçti. Boşverdik.

Çalışma düzeninden bahseder misiniz?

Çok uyumazdı Kuzgun. Sabahları konyak içerdi ama bu çalışmasına engel olmazdı. Kötü bir konyak vardı o zamanlar. ‘Tabii kanyak’ idi adı üstelik. Küçük ve ucuzdu. Onu tüketebiliyordu. Ama bu Kuzgun’un çalışma düzenine engel olacak bir durum değildi. İyi çalışırdı Kuzgun.

Sanatını beğendiği isimler kimlerdi?

Hadi Bara ve İlhan Koman. Onları çok sevip sayardı. Sanatçıların çok yönlü ve özgün olmaları Kuzgun için önemliydi.

Kuzgun Acar’ın eserlerini koruyamadığına dair söylentiler var. Bir ressam dostu olarak neler söylersiniz?

O zaman eserlerinizi bitirir bitirmez müzayedeye götürüp nakite çevireceğiniz bir durum yoktu. Yapıyordunuz ve unutuyordunuz, o kadar. Bugünlerde olsa, Ne kadar ederdi, diye fikir yürütülebilecek eserler o zamanlar para etmiyordu.

“Sevişirken heykeli, heykel yaparken de aşkı düşünüyorum. İkisi de her seansında bir bütündür ve bir daha tekrarlanamaz,” diye yazıyor Kuzgun Acar eskiz defterine. Aşk hâllerine tanıklık ettiğiniz ya da bu konu üzerine sohbet ettiğiniz olur muydu?

Kuzgun çok güzel bir sohbet kurmuş. Yapardı böyle hoş şeyler. Bu Kuzgun’un yaşadıklarına ilişkin bir şey değil, Kuzgun’un hayal gücüne ve kendisine güzel ifade etmesine bağlı yaptığı bir yorum diye düşünüyorum. Her zaman böyle renkli imajlar oluştururdu konuşurken. Bu da renkli imajlarından bir tanesi bence. Bununla beraber ben Kuzgun’u tanıdığım yıllarda Fersa (Acar) ile yeni evlenmişlerdi. Fersa’ya çok hayrandı. Fersa da çok tutkunuydu Kuzgun’un. Hep birliktelerdi zaten. Çapkın bir adam değildi Kuzgun.

Orhan Taylan: Kuzgun akademi mezunuydu fakat akademiyle öyle yakından bir ilişkisi yoktu. Kendini hep dışında ve uzağında tutmuştur.

Bir ressam olarak Kuzgun Acar’ın sanatının sizdeki karşılığı nedir?

Size resim alanından ilginç bir anekdot anlatayım. Paul Cézanne’ın meşhur eserlerinden birinde beyaz gömlekli bir delikanlı resmi vardır. Böyle bir kolunu sarkıtmış, çok ünlü bir resmidir. Fakat o resimdeki delikanlının kolunun normalden biraz daha uzun olduğu hemen dikkati çeker. Bu resim Paris’te o meşhur sonbahar sergilerinde ilk kez sergilendiğinde davetliler eserin önünde toplanıp bakmaya başlamışlar. Bakıyorlar bakıyorlar, kol uzun. Sanat eleştirmenlerinden biri orada hemen Pierre-Auguste Renoir’ı yakalayıp sormuş bu durumu. Yaşlı başlı büyük usta tabii Renoir. "Üstad sizce bu kol uzun değil mi, sorusuna Renoir, "Hayatımda daha önce hiç bu kadar güzel bir uzun kol görmedim" demiş.

Şimdi Kuzgun tabii akademide öğrenci olduğu yıllarda, hemen arkasından yaptığı işlerle o zaman dünyanın sanat merkezi olan Paris’te, Batı Avrupa sanatında çok güçlü bir akım olan soyut dışavurumculuk hareketinin önemli bir temsilcisidir. Oradaki gelişmeleri izleyip sanatına yansıtarak treni çok erken yakalamış bir sanatçıdır Kuzgun. Hiçbir zaman figüratif heykel yapmadı. Figür anımsatan bir tek Maden-İş Sendikası duvarına yaptığı işidir. Bunun dışında figür çağrıştıran hiçbir çalışmasını hatırlamıyorum. Pahalı olmayan ucuz malzemelerle çok dinamik kompozisyonlar oluşturmaktı Kuzgun’un meselesi. O yıllarda kimse böyle heykel yapmıyordu. Bu yüzden İlhan Koman ile Kuzgun Acar’ın adları uluslararası ansiklopedilere zamanında girmiştir. Başka da kimselerin ismi Türkiye’den buralara kolay kolay girmemiştir.

Gözünüzün önünden gitmeyen bir görüntüsünü paylaşır mısınız?

1972 yılıydı diye hatırlıyorum. Ceneviz Meyhanesi adıyla dışarıya penceresi olmayan bir mekân işletme teklifi gelmiş Kuzgun’a, o da kabul etmişti. Bizler de tanıdığımızın meyhanesine gidelim diye buraya giderdik. Sanatçı masası kurulduğunda bu masaya tanıdığınız tanımadığınız herkes takılmak isterdi. Bir akşam magandanın teki gelip masaya karıştı. Tartışıp bıçak çıkardı. Kuzgun serinkanlı bir hâlde bir eliyle masa örtüsünü çekerken bir eliyle de şarap şişesini kırıp adamın burnuna dayadı. Bir şeyler de söyledi tabii Kuzgun. Sürekli ağır bir Osmanlı üslubu ile sohbet eden Kuzgun’u o adamın karşısında böyle görünce çok şaşırmış ve kendisine büyük hayranlık duymuştum. Tophane’de büyümüş olmasının verdiği avantajlardır bunlar diye düşünüyorum.

Sanat ortamında anlaşmazlık yaşadığı durumlar olur muydu?

Tabii, olurdu. 1975 yılıydı sanıyorum. Heykel sanatçıları arasında bir toplantı düzenlenmişti. Gürdal Duyar isimli bir heykel sanatçısı arkadaşın Karaköy Meydanı’ndaki heykeli o zaman iktidarı paylaşan, koalisyonda bulunan sağ görüşlü partililerin baskısıyla kaldırtıldı. Bu durum protesto edilsin diye bir araya geldiğimizde Kuzgun da bir heykelci ağabeyin yanında oturuyordu o sırada. Kuzgun dikkatle adamın yakasındaki rozete bakıyordu. Durum tartışılıyordu bu sırada. Tartışmalar durulunca herkes Kuzgun’un baktığı yere, adamın yakasındaki rozete bakmaya başladı. Üç aylı içinden kurt çıkan bir rozet. Adam dayanamadı; "Ne var yani insan istediği rozeti takamayacak mı, neysem neyim" diye söylenince, herkesten bir kahkaha koptu. Kuzgun ama hiç sesini çıkartmadı o an, sadece öylece bakmıştı. Çok gülmüştük.

Şimdi şu kapıdan Kuzgun Acar girse ne derdiniz?

Özlettin, ne içiyoruz, derdim…