Tarihin 'taştan' öyküsü

10 bin yıllık taş oymacılığını antik dönemlerdeki tekniklerle üç kuşaktır sürdüren Özalp Ailesi'nin son temsilcisi İsa Özalp, Sümerler'den Antakya'ya, dedesinden kendisine ulaşan öyküyü anlatıyor...

Google Haberlere Abone ol

İsa Özalp, 1980 Antakya doğumlu. Antalya'da tarihi medrese çarşısındaki bir dükkânda taştan heykeller, rölyefler, kolyeler yontuyor. Ürettiği bu yontular, tarihi bir olay ya da figür oluyor. "Çocukluğum Antakya'da geçti," diye başlıyor söze "Üniversite eğitimi için Antalya'ya geldim. Arkeoloji okudum, 1998-2005 yılları arasında. Kendi yaptığım taş, yontu ve takılar var bu dükkânda."

İsa Özalp İsa Özalp

HATTATLIKTAN YONTMACILIĞA

Günümüz mesleklerinden değil bu iş; çok zaman istiyor az kazanç getiriyor. Ama İsa Özalp için bu ilk önce dedesinin babası tarafından başlatılan bir aile geleneği. "20. yüzyılın başlarında taşralarda matbaa gelişmiş değildi," diye anlatmaya başlıyor Özalp, "Dedemin babası hattatmış. Şöyle hattat; ondan istenilen kitapları el yazısı ile bire bir kopyalayarak çoğaltırmış. Kitap çoğaltırmış yani. Antakya'nın Harbiye kasabasından bir taş çıkıyor. Bu taş elle işlenebiliyor. İsmi 'serpantin'. 'Sayfayı bu taşlara ters olarak kazısam' diye düşünmüş. Osmanlıca yazıyor bu arada. Bunda başarılı oluyor. Yani bir çeşit baskı aleti yapmış oluyor. Bu taşın ilk yontulma hikâyesi böyle."

. .

FRANSIZ İŞGALİ NEDENİYLE...

İşin bu tarafa, yani heykel çalışmalarına dönme hikâyesi ise şöyle: "Dedem doğuyor bir süre sonra, 1920'de. 10 yaşlarındayken koyun, keçi otlatmaya çıkıyor. Çıkarken de babasından gördüğü yontu taşını yanına alıyor, kendince bir takım aletlerle doğada gördüğü şeyleri taşa resmetmeye çalışıyor. O sırada Antakya Fransız işgali altında. Babamın yaptığı şeyleri Fransız subayları görüyor. El işçiliğini beğenip yaptığı yontulara para veriyorlar. Verilen paranın heyecanıyla dedem tekrar bir takım işler yapıyor, gösteriyor. Onlar dedeme tekrar para veriyorlar, çok ilgi gösteriyorlar. Dedem bakıyor ki, bu işin içinde bir para var. Tabii Fransızlar bu süreçte bölgedeki tarihi eserleri yağmalıyorlar; harika mozaikler, heykeller, takılar filan. Ki bunların çoğu halen Louvre Müzesi'nde. Dedem Fransızların bu merakını görünce etrafa savrulmuş büstlerin, mozaiklerin kopyalarını yapmaya başlıyor. Bu sefer onları gösteriyor. Bu yaptıkları daha büyük bir ilgiyle karşılanıyor. Dedemin bunu meslek edinmesi de bu dönemde oluyor. O gün belki bu seviyelere geleceğini düşünmese de hediyelik üretimini başlatmış oluyor," diye anlatıyor Özalp.

. .

Zaten Özalp'in dedesi mesleğine halen devam eden bu işte ilk akla gelen kişi. O yüzden işgal bitip de şehre bir müze kurulduğunda da akla geliyor: "İşgal bitince, yağmalanan eserlerden arta kalanlarla bir müze kuruluyor. Müzeye atanan müdürle dedem bir şekilde tanışıyor. Müze müdürü dedeme 'müzedeki eserlerin kopyasını yapıp bahçede satabilirsin' diyor. Ondan sonra bizim geleneksel yapımız vardır ya, babadan oğula, ondan babama, amcama ve en sonda bana kadar geliyor bu iş," diyor Özalp ve "Babam ve iki kardeşi hayatı boyuna bu işle geçimini sağladı. Onların çocuklarından devam eden bir tek ben kaldım. Arkeolog olsam belki ben bile sürdüremeyecektim," diye devam ediyor.

. .

'TAŞLAR OYUNCAKLARIMDI'

Kendi serüveni ise şöyle başlamış: "Evimiz aynı zamanda atölyeydi. Ben taşların içine doğdum, onların içinde yuvarlandım. Bazen bu işe ne zaman başladığımı soruyorlar; doğar doğmaz başladım anlayacağın. Benim oyuncaklarım taşlardı. Bir yandan okuyor, bir yandan da çalışıyordum. Ama en önemlisi, bir program dahilinde yaptığımız atölye çalışmalarıydı. Ailemiz için bu önemliydi. Tıpkı bir okul gibi belirli saatlerde düzenli olarak eğitim alırdım."

. .

Üniversitede arkeolojiyi seçmesine de taşlar neden oluyor: "Müzelerin hediyelik reyonlarına ürün verirdik. Dolaysıyla buralarda sürekli bir ürün eksikliği olurdu. Bunlara kimi zaman babam kimi zaman da ben giderdim. Gitmişken müzeleri de gezerdim. O süreçte bir aşk başladı. Üniversite tercihimi de arkeoloji olarak yaptım. Doğrudan arkeoloji işini yapamıyorsam da okuduğum için çok memnunum, hayatımda yaptığım en güzel şeylerden biriydi."

BU TAŞTAN YAPILMA ÜRÜNLER ÖZALP AİLESİNİN ESERİ

Antalya'da dolaşırken de, başka şehirlerde de bu taştan üretilmiş tarihi figürleri gördüğümü söylüyorum Özalp'e. "Gördüğün ürünlerin hepsi ailemindir mutlaka, amcam, kuzenim. Bu taş sadece bizim orada çıkıyor," diye yanıtlıyor ve ekliyor: "Toros dağlarının uzantısı olan Amanos dağları Antakya'ya doğru uzanıyor. Bu dağların eteklerinden çıkıyor bu taş. Bizzat kendimiz topluyoruz. Diyelim heykel yapacağız, keser, testere, törpü gibi aletlerle kabaca işleniyor. Bu kaba form elde edilince bıçak ve sivri uçlu bir takım aletlerle daha ince çalışmaya başlıyoruz. Sonra göz hatları oluşturuluyor, bu hatların üzerinden daha da ayrıntılı çalışılıyor. Oluşan pürüzler tel fırçalarla gideriliyor. Daha sonra kalından inceye doğru defalarca zımparalanıyor. En sonunda böyle siyah, parlak bir yüzey haline geliyor. Taşın rengi ise desenlerde ortaya çıkıyor. Çok kısaca böyle."

. .

10 BİN SENE ÖNCE DE YONTULUYORDU

"Bu taş 5000 sene evvel kullanılırmış," diyen Özalp şöyle devam ediyor: "Müzelerde bu taşla yapılmış eserler var. Silindir mühürler, objeler, tanrıça figürleri... Belki 10 bin senedir yontuluyordur bu taş. Sümerler bu taşı yuvarlak mühür olarak kullanmışlar. Hititler bu taşı metal döküm kalıbı olarak kullanmış. Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde bunun bir örneği de var. Dedem, babam, amcam bunu görünce 'biz de yapalım' demişler. Taşa oyduğumuz kalıba eritilmiş metali dökerek elde ediyoruz yapmak istediğimiz figürleri. Hititlerin kullandığı teknikle tamamen aynı."

İşin can sıkıcı tarafı ise barındırdığı bu zengin hikâyelere, binlerce yıllık tekniğin değişmeden sürmesine rağmen bu işin "turistik" olarak algılanması, bu dar anlama indirgenmesi. Bu topraklardan çıkan bir kültürün, en az bu topraklarda ilgi görmesi, bu işi ister istemez böyle bir ticarete dönüştürmüş. "Bizde zaman zaman böyle düşünüyoruz," diyen İsa Özalp bir başka gerçeği daha hatırlatıyor: "Çünkü bunlar bizim için maalesef aynı zamanda birer meta. Bunları satmak ve hayatımızı sürdürmek zorundayız."

. .

"Bu taştan ürettiğim bir takı koleksiyonu yapmak ve bir sergi açmak istiyorum. Ama bunlar için kendimi daha da çok geliştirmeliyim. Kendime bunun için ayırdığım çalışmalarım var ama henüz yeterli değil," diye anlatan Özalp, "Eski uygarlıkların her biri birbirinden üretici, gelişmiş. Anadolu uygarlıklarını, Mezopotamya'yı çok değerli buluyorum. Özel bir ilgim var. Homeros'un destanları da beni çok etkiler," diyor.

DEFNE AĞACININ MİTOLOJİK ÖYKÜSÜ

Ama onda en çok iz bırakan hikâye, çocukluğunda sıkça dinlediği şu mitolojik öykü: "Doğup büyüdüğüm yerin anitk adı Dafni. İsmini mitolojik bir periden alıyor. Yunan Deniz Tanrısı Peneus'un kızı Dafni'den. Işık tanrısı Apollon rastlıyor bu periye ve ondan çok etkilenip âşık oluyor. Dafni'ye umutsuzca aşık olmasının nedeni, aşk tanrısı Eros'un oklarından birine hedef olmasıdır. Apollon kendisi gibi iyi bir okçu olan Afrodit'in oğlu genç Eros ile karşılaşır ve onun okçuluk kabiliyeti ile ilgili alaycı sözler söyler. Buna karşılık, Eros öç almak ister ve iki ok hazırlar. Oklardan biri altın suyuna batırılmıştır ve saplandığı kişiye tutku ve sonsuz aşk verecektir. Diğer ok ise saplandığı kişiyi aşk ve tutkudan tamamen uzaklaştıracaktır. Altın ok Apollon'un kalbine saplanır ve Dafni'ye umutsuzca aşık olur. Fakat ne yazık ki diğer ok Dafni'nin kalbine saplanmıştır. Dafni, Apollon'dan sürekli kaçar ve aşkını reddeder. Bir gün Dafni yine kaçarken Apollon'a yakalanır Yunan Yer Tanrısı Gaia'dan yardım ister. Gaia, Dafni'yi Defne ağacına dönüştürür ve Dafni sonsuza dek Defne ağacı olarak kalır. Apollon ise, Defne ağacından aldığı yapraklarla kendine bir taç yapar ve bu tacı başından hiç çıkartmaz. Tüm Apollon heykellerinin başında gördüğümüz Defne yapraklarından yapılmış tacın sebebi budur."

Tanrı ve Hamurabi... Tanrı ve Hamurabi...

İsa Özalp, geçmişini ve hikâyesini bilmediği bir figürü ya da sahneyi taşlara kazımıyor. Yaptığı bütün çalışmalar içerisinde ise "Hamurabi rölyefinin yeri başka," diyor. "Kral Hamurabi, tanrıya kanunlara uyacağına dair yemin ediyor burada... İlk yazılı toplumsal yaşam metni olması nedeniyle etkiler beni. Zaten yapacağım çalışmanın ne anlama geldiğini bilmeden, onu hissetmeden elim yapmak istemez."

İnsanın meşguliyeti hayata bakışını doğrudan etkiliyor. İsa Özalp de bu işi yaparken en çok düşünmeye vakit buluyor. Tıpkı bundan 10 bin yıl önce bu taşları aynı yöntemle yontup tarihi günümüze aktaran Hititli, Sümerli bir taş oyma ustası gibi...