'Sürgünün ne olduğunu Ortadoğu’da öğrendim'

Sorbonne mezunu bir avukat olan Sebastien De Courtois'un hayatı Türkiye’ye yaptığı bir yolculukla değişti. Courtois, kendisinden yıllar önce atalarının da bu şehirde yaşadığını keşfetti. Üstelik kendisinin bilmeden gelip taşındığı sokakta!

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Serbest gazeteci, kitapları yayımlanmış bir yazar, tarihçi, Paris’te radyo programcısı ve ayrıca Fransız akademisyenler için özel bir rehber Sebastien De Courtois… Fakat onu daha da ilginç kılan, ondan evvel Türkiye’de yaşamış olan atalarıyla gizemli, spiritüel bir bağlantı kurmuş olması...

Son kitabınızdan bahsedelim önce; “Benzersiz Bir Hayat, Bulgar Kralı II. Simeon” bir biyografi ve bunu birebir kralın kendisi ile buluşarak yazdınız.

Evet, bunun için ayda bir defa Bulgaristan’a gittim ve kendisiyle çok vakit geçirdim. Altı yaşında kral olmuş II. Simeon. Bazı aile üyeleri Komünist Parti döneminde kurşuna dizilince dokuz yaşında ülkesinden sürülmüş. Çocukluğu, İstanbul üzerinden gittiği İskenderiye’de, gençliği de Madrid’de geçmiş. Fakat bir gün bile kalbinden hiçbir zaman çıkarmadığı Bulgaristan’a geri dönme umudunu yitirmemiş. Sonunda 1946 yılında sürgün edildiği ülkesine 50 yıl sonra, 1996’da geri dönmüş. Kurduğu siyasi hareket 2001 genel seçimlerinden zaferle çıkınca bir mucize gerçekleşmiş ve sürgün kral Başbakan olmuş.

İlginç bir hikaye… Bir kralın biyografisi olduğuna göre kitabın içinde bayağı ünlü isimler de olmalı…

Simeon Saxe-Cobourg-Gotha, Simeon Sakskoburggotski ya da daha bilinen adıyla II. Simeon’un (ona Mr. Europe da deniliyor) hayatı Avrupa tarihinden dünyaya açılan bir pencere adeta… Bulgaristan’ı hak ettiği refah seviyesine çıkarma mücadelesi takdire şayan... Bu benzersiz yaşam hikayesinde Kraliçe Elizabeth’ten General Franco’ya, sâbık İspanya kralı Juan Carlos’tan İran Şahı Pehlevi’ye ve Fas Kralı II. Hasan’a kadar pek çok isim geçiyor.benzersiz

Süryanilerle ilgili yazdığınız, Türkçeye de çevrilmiş bir kitabınız var… Bunun hikayesi nedir?

Neredeyse 20 sene önce, sanat tarihçisi bir arkadaşımla birlikte bazı eski manastırları ve kiliseleri görmek için hemen hemen bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu gezdik. Sonra Fransa’da Süryaniler üzerine yazılmış hiç kitap olmadığını keşfettim. Bu nedenle bir kere daha o bölgeye gidip tam bir araştırma yapmak istedim. Bütün Anadolu benim için sanki bir açık hava müzesi gibiydi. Karadeniz bölgesinden başladım önce; Trabzon’a sonra Erzurum’a, oradan Van Gölü’ne ve Urfa’ya vs. geçtim. Garip zamanlardı o zamanlar, biliyorsunuz her yerde askerler vardı, bu yüzden de ortam biraz gergindi. Ama bu gerilime rağmen, Türkiye insanının bize cömertçe kucak açtığına ve misafirperverliğine tanık oldum ki bu beni çok etkiledi. Bu benim için inanılmaz bir ilk temastı. Sonra Mardin bölgesinde bulunan Turabdin’de Süryani manastırlarını gezdim ve onlardan bir hayli etkilendiğimi söylemeliyim. İki hafta Mor Gabriel Manastırı’nda kaldım. Oradaki herkes tüm samimiyetiyle beni misafir etti. Ben de bu yaşadıklarımdan etkilenerek o kitabı yazdım. 2004 yılında Fransa’da yayınlandı önce. Bu kitapla çok gurur duyuyorum çünkü Türkçe baskısı da mevcut. Kitabım Yapı Kredi Yayınları tarafından Türkçeye çevrildi ve basıldı. Ayrıca, Türkiye’de okunmak benim açımdan çok önemliydi.. Artık kitabımı bu sayede Türk arkadaşlarıma da hediye edebiliyorum.

İçinde gerçek bir aşk hikayesi barındıran ve bu hikayeyle İstanbul’u anlattığınız bir kitap da yazmıştınız. Tam bir İstanbul aşığı olarak, İstanbul’a yaptığınız ilk gezi ne zamandı?

İstanbul’a yaptığım ilk gezi 1996 yılındaydı. O sıralarda Türkiye’ye dair hiçbir şey bilmiyordum. Sultanahmet’te kaldığım küçük otelden çıktığımda ilk hissettiklerimi halen hatırlarım. Kokular, renkler ve insanlar hakkında hislerim çok yoğundu. Ama orası sonuçta Sultanahmet’ti, yani orası turistik bir yer olduğu için şehrin gerçek yaşamını göstermiyordu. Yine de içimde –hâlâ hatırlıyorum- bu şehre ait olduğuma dair bir his vardı. Çok ilginçti.

VE ASIL HİKAYE

Daha ilk seyahatinizde, bir Fransız olarak kendinizi buraya ait hissetmiş olmanız çok ilginç. Bize bunu biraz daha açabilir misiniz?

Aslında hikaye, 1910 ile 1914 yılları arasında İstanbul’a gelip Osmanlı Bankası için çalışmış olan büyükbabam, Henry De Courtois ile başlıyor. Daha doğrusu bunun üzerine iki tane güzel hikaye var. Size ilkini anlatayım: 2008’in sonlarına doğru buraya taşınma kararıyla geri gelmiştim. Bunu büyükanneme ilk söylediğimde, “Büyükbabanın da orada yaşadığını biliyor musun? Sana bir halı göstereceğim” dedi ve şu anda odamda duran bu çok güzel halıyı verdi. Büyükbabam buradan almış. O zamana kadar büyükbabamın I. Dünya Savaşı öncesinde İstanbul’da yaşadığını bile bilmiyordum. Sonra büyükannem içinde fotoğraf albümleri, resimler, belgeler vs. olan aile arşivlerimize baktı ve büyükbabamın Paris’teki babasına İstanbul’dan yazdığı mektupları bana verdi. Aniden neden İstanbul’a ilk gelişimde evimdeymişim gibi hissettiğimi anladım. Bunun nedeni kan bağım olan atalarımdan birinin de burada yaşamış olmasıydı. Yani, hepsini tanımasanız bile ailenizle aranızda manevi bir bağ, spiritüel bir miras olduğuna ve insanın bunu içten içe hissettiğine inanıyorum. Ben de bir zamanlar burada, hatta tesadüf olarak benimle aynı mahallede yaşamış olan büyükbabamla böyle bir bağlantı kurdum. Büyükbabam Beyoğlu’nda şimdiki Nur-i Ziya Sokağı olan ‘Rue De Pologne’da (Polonya Sokağı) oturmuş. Benim de İstanbul’da ilk yaşadığım yer Nur-i Ziya Sokak’taki Polonya apartmanındaydı, yani büyükbabamın bir zamanlar oturduğu yerin tam yanındaydı. Düşünsenize, buraya aile tarihim hakkında hiçbir şey bilmeden geliyorum, bu spiritüel bağlantıyı kuruyorum ve bilmeden bir zamanlar büyükbabamın yaşadığı sokakta, bir stüdyoda oturmaya başlıyorum. İnanılmaz değil mi? İstanbul’da o kadar mahalle ve sokak varken, benim bu sokağı seçmiş olmam…

İki hikaye var demiştiniz…

İkinci hikaye ise benim Türkiye ile kurduğum diğer bağlantıyla ilgili. Aynı zamanda tarihçi olduğum için eski günlükler, eski belgeler ve eski kitaplarla çalışıyorum. Bu belgelerin yardımı sayesinde, daha sonra Türkiye’de diplomat olarak bulunmuş başka bir akrabamın daha olduğunu keşfettim. Kendisi 19’uncu yüzyılda, 1868’de Erzurum’da Fransız Konsolos Muaviniymiş. Çok ilginç değil mi? Üstelik Erzurum benim Türkiye’de ziyaret ettiğim ilk şehirdi! Bu defa aramda ruhsal bir bağ kurduğum kişi büyükbabamın büyük büyükbabası…

Bunu nasıl öğrendiniz?

Taylor adında İngiliz bir seyyahın buraya yaptığı seyahatini anlattığı günlüğü aracılığıyla bundan haberdar oldum. Taylor, Erzurum’a vardığında, o zaman Fransız Konsolosu Muavini olan çok hoş biriyle arkadaşlık yaptığını anlatır ve bu kişinin adı Alfred De Courtois’dır, yani benim büyük büyük büyük büyükbabam! Birlikte üç hafta eşeksırtında Erzurum’dan Diyarbakır’a gitmişler. 19’uncu yüzyılın ortasında, bu yolları hayal edebiliyor musunuz? Kısaca eğer ailenizden üç ayrı insan, birbirinden çok farklı zamanlarda aynı yerlerde bulunmuşsa, bundan bir hikaye çıkar.

150 yıl içinde ailenizden üç jenerasyon burada bulunmuş. Sanki onların ayak izlerini takip etmişsiniz.

Evet, belki küçük bir şey bu ama benim için çok önemli bir olay. Büyükannemin bana verdiği halıyı bile Paris’ten buraya getirdim. Böylece o da başından beri ait olduğu ülkeye dönmüş oldu.

sebastien-de-courtois2 FOTOĞRAF: NATHALIE RITZMANN

Aynı zamanda bir gazeteci olarak 2014’te IŞİD’in Şengal saldırısı başladıktan sonra sınıra gitmişsiniz. Tamamen kişisel bir merak, oradaki izlenimlerinizi de paylaşabilir misiniz?

Orada yaşadıklarım kolay anlatılabilecek şeyler değil tabii. Ama bir gazeteci olarak oraya olabildiğince çabuk gitmek benim görevimdi. Diyarbakır, Silopi ve Cizre hattından Irak sınırını geçmiştik. Binlerce Ezidi vardı. Yanlarında hiçbir şey yoktu. Sakinlerdi, sadece biraz yemek ve su bekliyorlardı. Sonra biraz daha güneye, Duhok’a kadar gittik. Orada, hiçbir imkânı olmayan kamplarda binlerce insan olduğunu gördük. Kimi günlerce süren bir yolu aşıp Sincar’dan gelmişlerdi. 45 derecede, çölde yürümüşlerdi. Kendiliklerinden gelip doğrudan benimle konuşuyorlardı. Travmadan sonra konuşmaya ihtiyaçları vardı tabii. Hepsi aynı hikâyeleri, katliamları anlatıyordu. Kaçırılan kızlar, kadınlar… Mesela, bir kadın IŞİD’in bir bebeği ellerinden aldığını ve öldürdüğünü söylemişti. Böyle bir durumda bir gazeteci olarak kendinizi işe yaramaz hissediyorsunuz. Hayatımda ilk defa sürgünün ne olduğunu Ortadoğu’da görmüştüm. Yaşadığım tecrübe anlatılamaz tabii.

Peki, İstanbul’a dönelim, ilk geldiğinizde Beyoğlu için neler düşünmüştünüz?

İstanbul benim için eski bir rüya gibiydi ama Taksim’e ilk gittiğimde barlar ve kulüpler beni dehşete düşürmüştü. Başka bir şey görmeyi bekliyordum sanırım, belki daha doğuya ait bir şey. Bu görüntü şok ediciydi olmasına rağmen aynı zamanda çok güzeldi, çünkü yeniyi ve eskiyi aynı anda görebileceğiniz bir yer Beyoğlu.

Neden Beyoğlu’nda bir ev almayı tercih ettiniz o zaman?

Bu mahalleyi çok ilginç ve de güzel buluyorum. Ama artık çok kalabalık ve gürültülü hale geldi. Sultanahmet’te yaptıkları gibi burayı da Disneyland gibi bir yere çevirmeye çalışmalarını çok üzücü buluyorum (gülüyor). Maalesef İstiklal Caddesi’nin ruhunu Demirören AVM gibi çirkin binalar inşa ederek ve İnci Profiterol gibi değeri olan yerleri yıkarak yok ettiler.

Bu mahallede neleri seviyorsunuz?

Ben çok yürürüm, araba kullanmam, metroya binerim ve buradaki dolmuş sistemini çok seviyorum. Bence dolmuşlar Türkiye’nin sahip olduğu en medeni şeylerden biri... Biz de bu fikri alıp Avrupa’da kullanmalıyız. Paris’te bırakın dolmuşu taksi bile bulamazsınız. Bu durum o kadar fena ki keşke Avrupa’da da dolmuşlar olsa diye diliyorum. Çünkü ben gerçek bir dolmuşçu vatandaşım. (Gülüyor) Komik ama dolmuş sırası, diğer ulaşım araçlarına göre insanların en saygı duydukları şey. Saatlerce sıra bekleseniz bile kimse araya kaynamaya kalkışmıyor. Ama pazar sabahları daha vapura binemeden vapur sırasında ölebilirsiniz. (Gülüyor) Bu mahalleyi seviyorum ama şimdi Maçka’da oturuyorum. Orası da Balat, Samatya veya Üsküdar gibi çok sevdiğim ve dokunulmamış bir yer.

Peki ya Türk yemekleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Buradaki üçüncü yılımda Türk mutfağı sayesinde kolesterolüm çıktı. Yemekler çok güzel ama maalesef aynı zamanda kilo yapıyorlar. Ben Paçanga’yı, kalamarı, böreği, patlıcanı falan çok seviyorum. Sonuçta Akdeniz mutfağı olduğu için alışmam çok zor olmadı, ne de olsa ben de aynı kültürden geliyorum. Zaten bence bizler gibi Türkler de Akdeniz kültürünün bir parçası...

Peki ya insanları?

Biliyor musunuz, ben Türkleri Türkiye’de yaşamaya başladığım zaman keşfettim. Eğer burada yaşamıyorsanız, gerçekten de hiçbir şeyden anlamıyorsunuz demektir. Ne zihniyeti, ne de buradaki çeşitliliği anlayamazsınız. Bense kim Karadenizli, kim Urfalı, Konyalı veya Ankaralı, anlayabiliyorum artık… Her ne kadar Türkçeyi mükemmel konuşamıyor olsam da aksanlarındaki farkı bile gayet iyi ayırt edebiliyorum.

Türkçe öğrendiğiniz ilk kelimeler hangileri?

Tamam, merhaba, nasılsınız.

Burada yaşadığınız için mutlu musunuz?

Aslında ben çok pragmatik ve rasyonel bir insanım ama geçmişime ait bağlantılarım ve benim buradaki parçam yüzünden burada sonsuza kadar kalacağıma inanıyorum… Çünkü ben buraya şirketi tarafından görevli olarak gönderilmiş bir yabancı veya bir diplomat değilim. Ben sadece atalarının izinden gitmeye karar vermiş serbest bir gazeteci ve bağımsız bir tarihçiyim. Türkiye’ye gelmek tamamen şahsi kararımdı… İyi ki gelmişim çünkü aşkı da burada buldum ve üç hafta evvel bir Türk kızıyla evlendim…