YAZARLAR

Havuz problemi

Siyasi tercihleri siyaset dışına çıkartmak, yapılan seçimleri kimlik sayımına çevirmek, iktidarı değişim riskinden koruyor. Muhalefetin önündeki bu zorlu engeli aşma formülleri ise havuzlar arasında kovayla su taşıma gayretinden fazlasını içermiyor. Kapakları açıp havuzları özgür bırakmak için enerji kalmıyor.

Gazete Duvar’da geçen yılın son yazısında (2021 siyasetinden ne beklemeli?) iç karartma ithamını peşinen kabul edip, parlak bir yakın gelecek görünmediğini yazmıştım. 2021 öngörüleri doğrular bir giriş yaptı. Bu hafta başındaki Medyascope yayınında (2021 ne getirdi ne vaat ediyor?) da iyimser bir tablo oluşmadığını tartışmaya çalıştım. Özellikle belirleyici siyasi aktörlerin kurdukları –sürdürdükleri- stratejilerin, mevcut durumu değiştirmek yerine kötü bir tekrarı desteklediğini düşünüyorum. Peki bunları söylemek, umudunu kaybetmiş kötümserler listesine yazılmaya yeter mi? Bana göre, “böyle olmaz/olmuyor” demek, kötümser bir yorum sayılsa bile umutsuzluktan hayli uzakta... Çünkü tıkanmayı tartışmak, farklı bir şey olabilme ihtimalini ciddiye almaktan vazgeçmek değil, aksine belki de potansiyele fazla güvenen iyimserlik.

Türkiye’de siyasi değişimi zorlayabilecek önemli şeyler yaşanıyor. Bunların en başında, inşa edildiğinde ezici bir çoğunluğu arkasına alacağı düşünülen iktidar ittifakının azınlığa düşebileceğinin görülmesi. Hem 2019 yerel seçim sonuçları hem de yapılan son araştırmalar bunu gösteriyor. İkinci önemli potansiyel, başta ekonomi olmak üzere yaşanan sorunların “memleketin en önemli meseleleri” sıralamasında yukarılara tırmanması. Beklenti ve memnuniyet anketleri de somut sorunların siyasi ağırlığının artışını gösteriyor. Üçüncü sıraya, ilk iki başlıkla da ilişkili olarak, iktidarın yaşadığı yönetim krizinin ve iç gerilimlerinin artmasını koyabiliriz. İktidar yakaladığı yıkıcılık seviyesi ve baskı kapasitesine paralel bir etkinlik, verimlilik ve uyum üretebilmiş değil. Tartışmalı olsa da, dünyada ve dış politikada değişmesi beklenen havayı da listeye ekleyebiliriz.

Alt alta yazınca, “daha ne olsun” denebilecek kuvvetli bir liste çıkıyor. Ancak yine de kimse bu tablodan çıkacak sonuçtan emin olamıyor. Çıkacak sonucun, “alternatifin” kendini tarif edememesi, belirsizliğin en önemli nedeni. “Durum o kadar kötü ki, değişim kaçınılmaz” veya “sonra ne olursa olsun, yeter ki gitsinler” fikri ise –iddiaların aksine- çoğunluk olmanın hayli uzağında. “Gidenin” henüz bitmediği, “gelenin” daha çıkmadığı arafta, en kalabalık bekleme salonu da kararsızların. Değişim potansiyelinin yeterli tazyik yaratmamasının nedenleri geniş ve karışık bir tartışma. Fakat bu yazıda, durumun aynı veya en azından belirsiz kalmasını sağlayan iktidarın, yenilik içermeyen stratejisi üzerinde durmak istiyorum. Süreci yavaşlatan hatta sonuçsuz kalmasını mümkün kılan bu strateji, yenilikler bulmak yerine, kendini tekrar ederek güç tedarik ediyor. Karşıtı olduğunu söyleyenlerin desteğiyle de canlı kalıyor.

Siyasette çok kullanılan “oyun” metaforuna müracaat edersek; iktidar, oynanan oyunu, sahayı (zemini) ve kadro terkibini aynı tutarak, dengenin kalıcı biçimde bozulmasını yavaşlatıyor, engelleyebiliyor. Yeni oyun kuramamasına, mevcut taktiklerinin artık işlememesine, kadro derinliğini kaybetmiş olmasına, artık göz dolduran bir performans yaratamamasına rağmen hâlâ “güçlü” görünebiliyor. Oyunu veya zemini değiştirme niyetinde rakipler olmaması da işini çok kolaylaştırıyor. Burada “oyun” veya oyun sahası: Toplumsal ve ekonomik dinamiklerin siyasi alanı biçimlendirmesini engelleyen (yamultan) kutuplaştırma ve kimlik siyaseti. Türkiye’de siyasetin dinsel ve etnik hassasiyetler ve kültürel kimlik havuzları etrafında şekillenmesini bu iktidar becermedi. Kutuplaştırma ve keskinleşen kimlik siyaseti de küresel bir mesele. Ancak iktidarın bu hazır vasatı sivriltme ve koruma becerisi dikkate değer.

2021’e girerken önümüze gelen ve gelebilecekler hakkında fikir veren başlıklara bakınca, siyasi tercihlerin oluşmasında kimlik zemininin hâlâ belirleyici olduğu veya olmasının sağlanabileceği görülüyor. İster Boğaziçi Üniversitesi olayına, ister Erdoğan ve Bahçeli’nin ittifakı tahkim çabası olarak yorumlanan temaslarına bakalım, isterse yeniden HDP etrafında örülmeye çalışılan tartışmaya odaklanalım, hep aynı tablo karşımıza çıkıyor. İktidar kendi yarattığı yüzde 50+1 kıskacından kurtulmak için, kendisini avantajlı kılan ve koruyacak olan kimlik havuzlarını öne çıkartıyor. Elbette her oy küsuratını ittifakına eklemek için çaba harcıyor ama göstermek istediği şey, ana hattın iktidarı destekleyenler ve karşıtları biçiminde oluşmadığı. “Aynılar aynı, ayrılar ayrı yerde” tablosunun, “iktidar azınlığa düştü” kolaycılığından başka bir şey söylediğinin altını çizmeye çalışıyor.

Sonuçsuz kalmasına rağmen İYİ Parti’ye davet üstüne davet yapılması, Saadet Partisi içine çengel ev ziyareti gibi adımlar, hayat tarzı ve etnik alerji hattında oluşan büyük sağ kimlik havuzunu muhalefet içine doğru ilerletme niyetine de hizmet ediyor. Diğer yandan, CHP ve HDP yapay biçimde yan yana konularak siyasi ayrım hattı başka bir aritmetiğe taşınıyor. CHP, merkezinde olduğu muhalefet cephesinde de HDP’yle el ele yalnızlaşma ile sağ değerler hegemonyasına teslim ikilemine sıkıştırılıyor. Boğaziçi protestolarının daha ikinci gününde dikkat çekilecek mevzu olarak provokatör avcılığının öne çıkması örnek gösterilebilir. Edep/izan sınırlarını zorlayan elitizm/terörizm tartışmalarının, itirazlar için kısa sürede nasıl bir ivme kaybı yarattığı ortada. Ancak asıl büyük turnusol hadise, kabul edilen 6-8 Ekim iddianamesiyle başlayacak dava ve Bahçeli’nin ısrarcı olduğu HDP kapatma girişimi veya yeni abluka formülleri olacak. Kim azınlık kim çoğunluk hesabı, başka değişkenlerle yeniden tanımlanacak.

HDP etrafında yürütülen tartışmada, Erdoğan ve Numan Kurtulmuş’un parti kapatmaya mesafeli beyanları belki önemlidir. Ancak af meselesinde yaşananlara bakınca, Erdoğan’ın ev ziyaretinin hemen ardından Bahçeli’nin ısrarını –seviye artırarak- yinelemesini biraz daha ciddiye almak kaçınılmaz. Altı yıl sonra yeniden açılan Gezi davasındaki palavra tarih yazımı, açılan 6-8 Ekim ile tekrar edilecek gibi duruyor. En azından iddianamenin vaadi böyle. Buna eklenecek bir kapatma davası veya sündürülecek tartışma ile seçim yasası değişikleriyle ilerletilecek abluka, iktidardan daha çok muhalefeti sıkıştıracak. İktidarın azınlık olup olmadığı hesabı -kayyım defosundan daha net resim olarak- gündeme gelecek. Sonucu olup olmayacağı veya sonuca ilerleme hızı büyük ihtimalle erken seçim zamanlamasına bağlı olan bu gelişmenin, siyaseti uzun süreliğine esir alma imkânı çok geniş.

Hayat tarzı, dindarlık, milliyetçilik, yerli-milli değerler gibi iktidarın kıta sahanlığındaki kavram ve eğilimler etrafındaki tartışmalarda da aynı şey karşımıza çıkıyor. Kimin kimle birlikte olacağı, kimin neyi ne kadar isteyebileceğiyle ilgili sınırlar, anti-politik alanda oluşan kimlik havuzları tarafından belirlendiğinde, değişim ihtimali buharlaşıyor. Siyasi tercihleri siyaset dışına çıkartmak, yapılan seçimleri kimlik sayımına çevirmek, iktidarı değişim riskinden koruyor. Muhalefetin önündeki bu zorlu engeli aşma formülleri ise havuzlar arasında kovayla su taşıma gayretinden fazlasını içermiyor. Kapakları açıp havuzları özgür bırakmak için enerji kalmıyor. İnsanların tercihlerine ve değerlerine, sahip oldukları haklar ya da özgürlükler açısından bakmak yerine onları siyasetin gereği olarak dikkate almak, kimlik duvarlarını yıkmıyor. Bu değerleri pazarlık/değişim aracı, mensupları için de kader haline getiriyor.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).