Hangi hayvan hakları?

Hayvanların sahip oldukları hakların, bir an önce, çok ciddi yaptırımları olan kanunlarla güvence altına alınması gerekiyor. Konunun eğitim-öğretim müfredatlarına yerleştirilmesi de oldukça önemli.

Google Haberlere Abone ol

Cem Hakverdi*

“Türkiye’deki hayvan hakları konusunda ne düşünüyorsun?” sorusu bana daha önce de yöneltilmişti. Şimdi yine benzer bir soruya yanıt arıyorum. Bu defa soru biraz farklı: “Son 100 yılda hayvan hakları konusunda neler oldu?” gibi kapsamı oldukça geniş ve bu nedenle yanıtlanması biraz daha güç. Hiçbir şey olmadı demek büyük haksızlık olur. En çok da bu alanda mücadele veren hak savunucularına. Giriş yapabilmek için en iyisi “birtakım kazanımlar oldu ama çok çok yetersiz” deyip bırakayım. Bu yazıda hayvan hakları konusunda madde madde neler yaşandı onlardan bahsetmeyeceğim. Bunu yaparsam hem yazıyı okumak oldukça yorucu ve muhtemelen çok da sıkıcı olur. Zaten sanırım böyle bir derlemeyi bu konuya merakı olup bilgisayar kullanabilen herkes yapabilir. Bu nedenle ben istedim ki gözlemlerimi ve düşüncelerimi paylaşayım, hayvan hakları konusunda son 100 yılda neler olmuş herkes kendi yanıtını versin.

Yazımın başında bana bu sorunun daha önce de yöneltildiğini belirtmiştim. Konusu Türkiye’deki sokak köpekleri olan, Köpek Filmi adında bir belgesel yapmıştım. Salonda belgeseli izledik ve söyleşiye geçtik. İzleyicilerden biri sordu: “...peki hayvan hakları konusunda nerelerdeyiz?” O gün bu soruya “hangi hayvan haklarından bahsediyorsunuz?” gibi bir karşı soruyla yanıt vermiştim. Soruyu soran kişi “hayvan hakları işte…” diyerek bir şeyler söylememi bekledi. Aradığı belki de basit bir yanıttı; “var, yok, eksik, güncellenmesi gerekir” veya bunlara benzer herhangi bir kelime ve devamında kuracağım birkaç cümle… Fakat bu sorunun yanıtını basit birkaç kelime ile verebilmem mümkün değil. Kullanacağım her kelimenin, kuracağım her cümlenin açıklanmaya ihtiyacı var. 

Bu konuyla ilgili düşüncelerimi paylaştığım bölüme geçmeden önce aşağıdaki fotoğrafa bir süre bakmanızı, “hayvan” ve “hayvan hakları” üzerine düşünmenizi isterim. 

Fotoğraf: Cem Hakverdi

HAYVAN HAKLARI MÜCADELESİ ÇELİŞKİLERLE DOLU

Evet ne yazık ki böyle; gönüllüsünden gazetecisine, hayvanları koruma iddiasında olan bildirge veya kanunlardan, bu alanda faaliyet gösteren derneklere varıncaya kadar kocaman bir çelişkiler yumağı. Hoş bu durum insan hakları konusunda da çok farklı değil diyenleriniz olabilir, haklıdır da. İnsan hakları ama hangi insanın hakları? Bir insanın kendisini ifade edebilme biçimi ve sahip olduğu haklardan yararlanabilme olanağı ten rengine, cinsiyetine, ırkına, cinsel yönelimine, sosyo ekonomik statüsüne, etnik kökenine, dinine v.b. gibi özelliklerine göre değişebiliyor. Fakat her şeye rağmen, konu insan olunca mevcut kanunlar büyük oranda çalışıyor. Bu durum başka bir tartışmanın konusu elbette. 

Yukarıdaki fotoğrafı birkaç sene önce gıda endüstrisine et ve süt satmak için sığır yetiştiriciliği yapan bir tesiste çekmiştim. Kedi, köpek ve inek… Şimdi bunların üçü de hayvan ve hayvan hakları dediğimiz zaman doğal olarak mevcut hakların hepsini kapsamasını, teker teker her bir hayvanın bu haklardan faydalanabilmesini bekleriz. Neticede “kedi hakları, köpek hakları, inek hakları, kuş hakları, kaplumbağa hakları ya da yaban domuzu hakları…” diye bir ayrımdan bahsedebilmemiz mümkün değil. Fotoğrafta bulunan kedi, köpek, inek ya da fotoğrafta olmayan diğer hepsi… Bu hayvanların hiçbiri ne kanunlar önünde eşitler, ne de insanın gözünde. Örneğin 15 Ekim 1978 yılında Paris’te ilan edilen Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilk maddesi, bütün hayvanların yaşam önünde eşit doğduklarını ve aynı var olma hakkına sahip olduklarını belirtir. Fakat aynı Bildirge, 9. Maddesi'nde, hayvanın beslenmek için yetiştirilmiş olabileceğinden bahseder ve bu amaç doğrultusunda öldürüleceği zaman hayvana acı çektirilmemesini ve korkutulmamasını salık verir. Benzer durum Türkiye’de hayvanların yaşam haklarını güvence altına aldığı iddiasında olan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu için de geçerlidir. Bu kanunda yer alan birçok maddenin ne yazık ki uygulamada pek de bir karşılığı yoktur. Söz gelimi, ilgili kanun 4. Maddesi'nde “Yabani hayvanların yaşama ortamlarından koparılmaması, doğada serbestçe yaşayan bir hayvanın yakalanıp özgürlükten yoksun bırakılmaması esastır” diye belirtilir. Fakar basit bir Google araması ile aslanların, yunusların, vaşakların, kaplanların ve diğer birçok yaban hayvanının yakalanıp özgürlükten yoksun bırakıldığını ve eğlence dünyasının hizmetkarına dönüştürüldüğünü görebilmek mümkündür. Aynı şekilde, hayvanların yaşam haklarını güvence altına aldığı iddiasında olan Kanun'un “ev hayvanı” satışıyla ilgili 5. Maddesi, hayvana bakış açısını açık eder, hayvanlara mal muamelesi yapar. Birçok açıdan sorunlu ve eksik olan bu kanun üzerinden başka örnekler verebilmemiz mümkün. Hal böyle olunca “Hangi hayvan hakları?” sorusu başka bir anlam daha kazanır ve biz ancak var olan bir hayvan hakları mevhumundan bahsedebiliriz. Bu kısımda kurduğum cümlelerden hayvan haklarının ancak kanunlarla güvence altına alınabileceğini düşündüğümü düşünebilirsiniz. Çok gerekli olmakla birlikte tek başına bütün sorunları çözemeyecektir elbette. Bunun yanında yapılması gereken bir sürü başka şey var. Fakat her şeyden önce “mış gibi” olmayan, güçlü, caydırıcı kanunların yürürlüğe girmesi gerekiyor. Kanun çıkarmak da tek başına yeterli olmuyor tabii, bir de bu kanunların uygulanması gerekiyor. 

Genelde kedi ve köpekleri konuşuyoruz. Evet onların durumu hiç iyi değil ama ya konuşmadığımız diğerleri?

Türkiye’de “hayvan hakları, hayvanseverlik v.b.” gibi konular gündeme geldiğinde biz genellikle kedi ve köpekleri düşünür, onlardan konuşuruz. Mesela çıkan orman yangınlarında bir yetkili çıkar “can kaybı yok” der. Oysa çıkan yangınlarda binlerce can yok olup gider. Sincaplar, domuzlar, kuşlar, kaplumbağalar, tilkiler, kirpiler, tavşanlar, yılanlar, vaşaklar, gelincikler ve adını saymadığım daha niceleri hayatlarını kaybeder ama "can kaybı yok"tur. Yaşam hakkına en fazla saygı duyduğu düşünülen belediyenin bile, önemli günlerin kutlamalarında görgüsüzce peşpeşe gökyüzüne fırlattırdığı havai fişeklerin canını aldığı kuşları ve mağdur edip korkuttuğu diğerlerini konuşmayız. Kendi yaşam alanlarımızı inşa ederken hayvanların yaşam alanlarına, kuşların göç yollarına neler ettiğimiz pek de umurumuzda olmaz. Hayvanların petshoplarda satılmasına karşıyızdır -en azından bir kısmımız- ama kataloglar üzerinden satılmasına, sosyal medya üzerinden pazarlanmasına sesimiz çıkmaz. Gözümüz görmeyince petshoplarda akvaryum veya kafeslerin içindeki hallerinden daha iyi koşullarda üretildiğini, barındırıldığını düşünürüz “cins cins” kedi ve köpeklerin. Birisi hayvan pazarından kurban etmek için satın aldığı keçiyi arabanın bagajına tıkmaya çalışır ve sığmayınca bir urganla arabasının arkasına bağlayıp çeke çeke götürür de sesimiz çıkmaz. “Çocuklarımız oradaki hayvanların yaşamlarını öğrenecek” diye hayvanat bahçelerine, akvaryumlara, yunus parklarına pek de bir itirazımız olmaz. Oysa oradaki tutsak hayvanlar sahip oldukları davranışsal ve fiziksel özelliklerinin hiçbirini sergileyemezler. Bakıldığı zaman bu hayvanların yaşam koşulları hep iyi gelir gözümüze; karınları muhtemelen doyuyordur ve kafesleri temiz olabilir. Oysa bir yaban hayvanı ya da herhangi bir canlı için özgürlüğünden daha kıymetli ne olabilir? Adları daha sık anılıyor diye kedi ve köpeklerin daha ayrıcalıklı, yaşam koşullarının da daha iyi olduğunun düşünülmemesi gerekir elbette. Bu hayvanların her biri teker teker farklı “haksızlıklara” sahipler. Yukarıda paylaştığım fotoğrafa dönecek olursak, mesela öndeki kediyi kimse kesip yiyemez. Arkadaki köpeği de öyle. Fakat arkadaki sığıra her şey, hem de herkesin gözü önünde “yapılabilir”. Onlar akla gelebilecek veya gelemeyecek her türlü yolla tutsak edilir, kesilir, parçalanır, derisi yüzülür, zincire bağlanır, şiddete maruz bırakılır… Kedi ve köpeğin kesilip yenemeyecek olması bu ikisinin başına türlü türlü felaketlerin gelmeyeceği anlamına gelmez. Bir de hemen belirtmem gerekir ki, onların başlarına gelebilecekler de “sahipli ve sahipsiz” olma durumlarına göre değişiklik gösterir. Bu cümleyi okuyunca “sahibi olanın başına bir şey gelmez” gibi düşünmüş olabilirsiniz ama öyle değil. Ne yazık ki sahipli olanların da önemli bir kısmı “sadece dünyaya gelmiş olmakla kazanmış olduğu yaşam haklarından” mahrum bırakılıyor. Kediler ve köpekler istismara uğrayabilir, patisi kesilerek bir yere bırakılabilir, işkenceye maruz kalabilir, zevk için öldürülebilir… 

HAYVAN HAKLARI İÇİN HAREKETE GEÇME HALLERİMİZ

Hayvan haklarıyla ilgili taleplerimizi genellikle çok menfi bir olay gerçekleştiği zaman dile getiriyoruz. Ülkenin istisnasız her bölgesinde, her gün meydana gelen şiddet olaylarının hepsinden haberimiz olamıyor. Bu olayların içinden daha önce eşine rastlamadığımız insafsızlıkta bir başkası gerçekleştiği zaman, nadiren de olsa, sosyal medyanın etkisiyle ortalık “ayağa kalkar”. Ayağa kalkar yazdıysam yanlış anlaşılmasın, kimse yerinden kalkıp bir yere gitmez. Yani “şu saatte, şurada toplanıyoruz” gibi bir çağrı yapılsa çoğunlukla tanıdık yüzler görürüz. Sosyal medyada, ekranları başında “ayağa kalkan” eylem destekçileri birkaç story atarak üzerine düşeni yapmış olduğunu düşünür. Bu mecra üzerinden verilen tepkiler de çok uzun sürmez, en fazla birkaç gün. Diğer bütün şiddet ve taciz olaylarının çoğunda olduğu gibi birkaç gün sonra “normale” döneriz. Bir süre sonra bu tekrar eder, yine ve yine… Her şeye rağmen dijital aktivizmin de önemli olduğunu düşünüyorum ama hayvan hakları konusunda önemli kazanımlar elde edebilmek için daha fazlasına ihtiyacımızın olduğu da bir gerçek. Bu arada herhangi bir felaket olayı yaşandığı zaman normalde hiç aktif olmayan birçok derneğin bir anda son derece aktif olduğuna tanık oluyorum. Bazen milyonları bulan bağışlar topluyorlar ve daha sonra yine bir sessizlik... Kaç tanesi gerçekten mevcut düzeni değiştirmek için mücadele ediyor? Herhangi bir felaket ortaya çıktığında arkadaşlarımın arasından bana da soranlar çok oluyor: “Kime bağış yapmalı?” İnsanların çoğu nereye bağış yapması gerektiğini bilmiyor ve en fazla görünen, en güvenilen oluveriyor. Haliyle bütün bağışlar da oralara akıyor. Kendi arabasını, evini satıp günü kurtarmaya çalışan ve hayvanlara destek olmak konusunda her geçen gün daha zorlanan bir grup gönüllü kimseye ulaşamıyor. Bu sadece kedi ve köpeklerle ilgili bir durum da değil. 2 sene önce yaşadığımız yangın felaketlerinde de durum aynıydı. 

Bir defasında yaşanan bir şiddet olayının ardından tepkimizi göstermek ve bir de basın açıklaması yapmak için Nevşehir’e gitmiştik. Meydanda toplasan 40-50 kişi anca vardık. Fakat basın açıklamasının yapılacağı sırada elindeki kamerasıyla gazeteci olduğunu düşündüğümüz birisini görmüş, “iyi bari en azından basın gelmiş de sesimizi duyurabileceğiz” diye içten içten sevinmiştik. Bir süre sonra anladık ki o da zaten gazeteci değil, bizi çekmeye gelen sivil polismiş. Bir taraftan da böyle bir mücadele alanı hayvan hakları konusu. Görünürde çok büyük kitleler tarafından sahip çıkılıyor gibi olsa da çok az kişinin aktif olduğu, gerekli desteğin verilmediği, zaten bu konular hakkında pek bir bilgisi ve ilgisi olmadığı için ne dediği belli olmayan medyanın da fazla sahip çıkmadığı bir mücadele. 

DEĞİŞİM İÇİN DİLİN DE DEĞİŞMESİ GEREKİR

Yazımın yukarıdaki bir bölümünde “sahipli, sahipsiz” gibi ifadeler kullandım. “Bir hayvana sahip olmak, hayvan sahiplenmek” sorunlu ifadeler, biliyorum. Hayvanların hakkettiği saygıyı görebilmesi ve yaşam haklarının güvence altına alınabilmesi için yapılması gereken çok fazla şey var. Bunlardan bir tanesi de bu sorunlu ifadeleri kullanmayı bırakmak, dili dönüştürmek. Yaklaşık iki sene önce bu amaçla “Hayvan Dostu İletişim Kılavuzu”nun Türkçe çevirisi yayımlandı. Kılavuz “Evcil hayvan, büyükbaş, çiftlik hayvanı, kırmızı/beyaz et, barınak v.b.” gibi birçok sorunlu ifadenin doğru kullanımına yönelik alternatifler sunuyor. 

BELEDİYE TESİSLERİ BARINAK DEĞİL, SAĞLIK HİZMETİ VEREN 'GEÇİCİ' TESİSLERDİR

Bugün hala herhangi bir köpek sadece havladığı veya sokaktaki bir çocuk korktuğu için şikayet edilerek belediye işçisi tarafından senelerdir yaşadığı yerden alınarak bilinmeze gönderilebilir, yerinden edilebilir, psikopatın biri tarafından zehirlenebilir. Belediye tarafından yerinden edilme meselesinde büyük bir kesime göre “belediye barınakları” köpekler için en iyi son olarak görülüyor. Oysa hiçbir sağlık sorunu olmayan onlarca, yüzlerce köpeğe birkaç metrekarelik kafeslerde hapis hayatı yaşatılıyor olması, büyük haksızlık olmakla birlikte aynı zamanda utanç vericidir. Bir belediyenin rehabilitasyon merkezine gidin ve kendiniz görün. Orada bulunması için hiçbir sebep yokken kafeslerde tutulan hayvanların kaç tanesi bakıma muhtaç, kaç tanesi sağlıklı kendiniz görün. “Neden?” diye soracak olursanız size muhtemelen “sahiplendirilecekler” yanıtını verirler. Bu çoğu için neredeyse imkansız gibi bir şeydir. Koşmak yok, temas yok, ilgi yok, sevgi yok, duygusal hiçbir paylaşım yok, hava çok sıcak ya da çok soğuk, kafeslerinde durmadan havlayan yüzlerce köpek… Sağlıklı giren çoğu hayvan da zaten oradan hasta ve travmalı olarak çıkıyor. Hasta ve travmalı bir köpek, büyük boy, üstelik bir de “cins” değil. “Cins cins” köpekler bile kafeslerde tutulurken, “sahiplendirilecek” yalanına inanmanız beklenir. Bazı belediye tesislerinde kafeslerdeki köpeklerin sıcak havalarda serinletilmek amacıyla, belediye çalışanı tarafından günün birkaç dakikasında tarla sulanır gibi sulandığını okumuştum. Bu konulara çok uzak, empati yoksunu -ya da sadece çıkar amaçlı- bazı basın mensupları da bunu “müthiş hizmet” olarak servis etmişti. Bu ve buna benzer içerikler sayesinde “asla olmaması gerekir” diye düşündüğümüz birçok şey idealize edildi, ediliyor. İnsanlar korkunç durumdaki belediye tesislerinin barınacak güvenli birer yuva olduğunu düşünüyor. Bizim sokakta uzun zamandır ikamet eden 3 köpek komşumuz var. Geçen siteden bir amcayla beraber çıktık. O sırada köpeklerden biri karşı sokaktaki başka bir köpekle karşılıklı havlaşıyor, atışıyordu. Amca bana doğru “şunları da bir toplamadılar” dedi. Amcaya dönerek “Elma mı amca bunlar, kim neyi toplayacak?” yanıtını verdim. “Alsınlar barınağa götürsünler” dedi ve kendince bir şeyler açıklama gayreti içinde yürümeye devam etti. Hayatında bir defa bile “Geçici Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi”ne gitmemiş olan amca oraların “barınak” olduğunu ve köpekler için daha iyi olduğunu açıklamaya çalıştı dili döndüğünce. Çünkü kendisine göre köpeklerin çevrede ne işi vardı, yaşamaya hakkı olan sadece insandı. Kendisine oraların sadece ve sadece geçici olarak sağlık hizmeti verebileceğini, oraların birer barınak olmadığını, olamayacağını ve hayvanlara orada hapis hayatı yaşatılamayacağını anlatmaya çalıştım ama birbirimizi hiç anlamadık. 

TÜRKİYE’NİN HEMEN HEMEN HER YERİNDEKİ 'HAYIRSIZADACIKLAR'

Bu yazı için son 100 yılda neler oldu diye düşünürken, 100 yıldan biraz daha fazla bir süre önce, 1910 yılında yaşanan Hayırsızada Katliamı geldi aklıma. Hoş sadece bu yazıyı yazdığım için de değil. Ne zaman merkezden uzak bir yerlerde, ıssız alanlara atılmış köpekleri görsem Hayırsızada gelir aklıma. Birçok kaynağa göre o yıllarda İstanbul sokaklarından toplanan yaklaşık 80 bin köpek, İstanbul açıklarında ıssız bir ada olan Sivriada’ya (Hayırsızada adının bu olaydan sonra kullanılmaya başlandığı söylenir) atılır ve köpekler orada açlıktan ve susuzluktan ölürler. Bu soykırım çabası birçok çevrede geçmişte yaşanan utanç verici bir felaket olarak anlatılır. Ancak buna benzer olaylar günümüzde, birçok şehirde yerleşim merkezlerinden uzak bölgelerde hala yaşanmakta. Köpekler bugün de yaşadığı sokaklardan toplatılarak, belki geçmişte olduğu gibi ıssız bir adaya değil ama ıssız ormanlarda, dağlara, yol kenarlarına atılmakta. Onlara aş götüren, su götüren, çok nadiren de olabilse sağlık hizmeti götürmeye çalışan gönüllüler oralardan ellerini ayaklarını çekseler, tıpkı 1910 yılında olduğu gibi köpekler birkaç günde susuzluktan, açlıktan ölürler. Hayırsızada Katliamı tarihin belirli bir döneminde yaşanmış ve bitmiş gibi görünüyor. Fakat bugün de çok farklı şeyler yaşanmıyor. Belki 80 bin köpek topluca öldürülmüyor ama sayıların ne önemi var ki?

HER YENİ ŞİDDET HABERİ BİR ÖNCEKİNİ UNUTTURUYOR, ETKİSİNİ AZALTIYOR

Her felaketi çok çabuk unutuyoruz. Gündem o kadar yoğun ve yorucu ki zaten not tutmadan olan bitenin teker teker akılda kalabilmesi de çok mümkün değil. Hiçbir kaynağa bakmadan yakın zamandan aklımda kalanların küçük bir kısmı şöyle: 

Ankara’da sokak yaşam mücadelesi veren 17 köpeği ağaca asan “insanlar” var ve aramızda dolaşmaya devam ediyorlar. Haziran ayında Adana’da Et ve Süt Kurumu’nda kocaman bir hayvanın kafasına sopayla vurula vurula öldürülmesi gözlerimin önünden gitmiyor. Daha önce benzer şekilde bir belediye tesisinde köpek kafasına kürekle vurula vurula öldürülmüştü. Arka ve ön patileri kesilerek ormana atılan yavruyu hatırlıyor musunuz? Ankara’da aynı gece içinde zehirlenen onlarca köpeği? Dün İstanbul’da bir psikopatın kedilere kezzap attığı yazıyordu bir haberde. Bugün de bir başkasının güvercin tekmelediği… Şu yazının yazıldığı her gün mutlaka en az bir hayvana şiddet haberi yayınlanıyor. 

Yukarıda sıraladığım olaylara kendi kendime bir yere bakmadan bir şeyler daha ekleyebilmem mümkün ama diğer herkes gibi ben de her şeyi hatırlayamıyorum. Fakat olan biten her şey daha geniş anlamıyla her zaman zihnimde, sürekli benimle geziyor. Tıpkı bir deprem ülkesinde yaşadığımızı, iklim felaketinin varlığını, su sıkıntımızın olduğunu, her türlü şiddet olayının önüne geçmemiz gerektiğini, orman yangınları için bir şeyler yapmak zorunda olduğumuzu unutmadığım gibi, hayvanların her gün şiddete maruz bırakıldığını ve bunun düzelmesi için elimizden gelen ne varsa yapmamız gerektiğini de hiç unutmuyorum. 

YAPILABİLECEK ÇOK ŞEY VAR, BAZILARI…

Hayvanların sahip oldukları hakların, bir an önce, çok ciddi yaptırımları olan kanunlarla güvence altına alınması gerekiyor. Tabii bu kanunların uygulanması da çok hayati. Buna paralel olarak hayvan hakları konusunun eğitim-öğretim müfredatlarına yerleştirilmesi oldukça önemli. Bu konuda medyanın da üzerine düşen çok fazla görev var. Reyting uğruna “başıboş köpekler dehşet saçtı” v.b. gibi çok sevdikleri nefret dilini kullanmayı bir an evvel bırakmaları gerekiyor. Bu nefret söylemi sebebiyle hayatında hiçbir köpeğe temas etmemiş, hiçbir köpek tarafından rahatsız edilmemiş insanlar bile köpeklerden korkuyor, onları yaşam alanlarının civarlarında istemiyor. Bunun yerine yayınlarında fırsat buldukça hayvan haklarından, onların yaşamlarına göstermek zorunda olduğumuz saygının öneminden bahsetmeleri gerekiyor. Hayvanların ve hayvanların sahip oldukları yaşam haklarının ebeveynleri tarafından çocuklarına, öğretmenleri tarafından öğrencilerine, din insanları tarafından cemaatlerine, sanatçıların eserlerinde, belediyelerin reklam panolarında v.b. gibi imkan olan her yerde anlatılması gerekiyor. Bunu başaramadığımız takdirde değil 100 yıl, 1000 yıl bile geçse biz bu konuları konuşmaya devam ederiz. 

PROF. DR. İSMET SUNGURBEY VE HAYVAN HAKLARI MÜCADELESİ

Yazımın sonunda hayvan hakları mücadelesinde çok önemli ve özel bir yeri olan rahmetli Prof. Dr. İsmet Sungurbey’i anmak istiyorum. 2006 yılında kaybettiğimiz hocamız hukuk profesörüydü ve hayvan hakları konusunda çok önemli çalışmalar yaptı. Kendisi daha 80’li yıllarda hayvan hakları kanunu için çalışmalar yürütüyordu. Elbetteki o çalışmaların altyapısının çok daha erken yıllardaki çalışmalarına dayandığını biliyoruz. Onun döneminde yapılan hukuksal düzenlemeler kendisini memnun etmiyordu. Tıpkı bugün olduğu gibi o günlerde de “ideal” birtakım öneriler sunuluyordu elbette ama çıkan kanun büyük oranda eksik ya da değiştirilmiş oluyordu. Kendisinin bu konularla ilgili yazmış olduğu kitapları ve diğer yayınları, hayvan hakları mücadelesine şüphesiz çok büyük katkılar sağladı. Ne yazık ki İsmet Hoca'yı yüz yüze tanıma şansına nail olamadım. Bugün hayatta olsaydı yanına gidip, kendisinin her gün yaptığı gibi, sokak sokak gezip kedileri, köpekleri ve martıları beslemek isterdim. Çok büyük ihtimalle bana yol boyunca sokaklardaki kedilerini, köpeklerini tanıtırdı. Tabii muhtemelen mevcut yasaların hayvanları nasıl korumadığını da konuşurduk. Her şey için minnettarız Hocam, ışıklar içinde uyuyun. 

*Akademisyen, belgeselci