Halil İbrahim Yenigün: ‘İslam'da reformizm ana akım olamadı’

İslâm Siyaset Teorisi çalışan Halil İbrahim Yenigün, “Arkaik inanışlar halen Müslümanlıkta ana akım. Bu sosyal politikalarda karşımıza çıkıyor. Mesela biz çocuk evliliğine karşı bir şey söylemeye çalışıyoruz; karşımıza ‘bunun ucu peygamberime dokunur mu, onun Ayşe’yle evliliğine dokunur mu?’ kaygısıyla defansif bir tepki geliyor” diyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Dönüp dönüp “Sosyal ve kültürel alanda iktidarda değiliz” diyen Erdoğan ve çevresinin hüsranını anlamak için siyasal İslamı veyahut sosyolojik ve tarihsel geçmişiyle Müslüman siyaseti konuşmak gerekiyor. Siyasal İslam bugününe nasıl geldi? Yeşil Kuşak projesinin Türkiye ayağındaki sonuçları neler oldu? İslami entelijansiya “200 yıllık ihanet” olarak gördüğü tarihi ne yönde değiştirmek istiyor? Müslümanların demokrasi sevmezliği neden? Müslüman siyasetin açmazları neler?

Çağdaş sanat, teknolojiyle birleşen yaratıcılıklar, dünyada gördüğümüz kimi sürreal, hayal ötesi kültürel ürünler… Diğer tarafta canlandırılmaya çalışılan hat, tezhip, ebru gibi sanatlar. İslami entelijansiyanın hayal ettiği medeniyet inşasının modern dünyaya entegre olması mümkün mü?

1980’de 'faili meçhul' cinayetle öldürülen, İslamcı geleneğin örgütlenme biçimlerinden biri olan Milli Türk Talebe Birliği’nin önemli isimlerinden Sedat Yenigün’ün oğlu Halil İbrahim Yenigün, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi imzacılarından biri olması sebebiyle 2016’da İstanbul Ticaret Üniversitesi’ndeki görevinden çıkarıldı. Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan Yenigün şimdilerde Stanford Üniversitesi Tarih, San Jose Eyalet Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümlerinde öğretim görevlisi olarak devam ediyor.

Çalışma sahaları arasında Siyaset Ontolojisi, Siyasal Teoloji, Çağdaş İslâm Siyaset Teorisi özelinde Karşılaştırmalı Siyaset Teorisi (Türk ve Arap İslamcı hareketler) gibi konular bulunan Yenigün’le konuştuk.

Röportaj başlamadan şu notu da eklemek isterim. Okuyucu için kimi isimleri ve teolojik terimleri parantez içinde kısaca açıkladık.

1971’de THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi), THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), TKP/ ML (Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist); 1980’de Devrimci Yol. Bunların arasından sıyrılan 'siyasal İslam' var. Necip Fazıl gösteriliyor öncül olarak. İşin özcesi siyasal İslam'ın geçmişi nedir? Nerden başlarız anlatmaya?

Siyasal islam', genelde Erbakan’dan ve Milli Nizam Partisi’nden başlatılır. 'İslamcılık' anlamıyla eş anlamda kullanılıyorsa o zaman 1908, 2. Meşrutiyet zamanlarına kadar götürebiliriz. Mehmet Akif’lere kadar gidebiliriz. Yusuf Akçura'nın 1904'te yazdığı, Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak incelediği 'Üç Tarz-ı Siyaset' çalışmasına kadar da gidilebilir. Mümtazer Türköne, Namık Kemal’e kadar götürüyordu. Daha doğru olarak Pan-İslamizm (Ümmetçilik) siyaseti olarak 1800’lü yılların Müslüman düşünürü Cemaleddin Afganî ve onun Türkiye’deki temsilcisi Mehmet Akif, Babanzade Ahmed Naim isimleri verilebilir. Onlardan gelen bir akım var. Tek Parti döneminde bu akım sekteye uğruyor ve bastırılıyor.

 1950’lerden sonra tekrar ortaya çıktığı zaman Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti gibi isimlerle birlikte İslam sosu da olan başka türlü bir milliyetçilik anlayışıyla gelişiyor. O zamanlardan itibaren ama özellikle 1970’lerden sonra global İslamcılığın eserleri Türkçeye çevrilmeye başlandı. Mısırlı yazar Seyyid Kutub, Pakistanlı yazar Seyyid Ebu'l A'lâ El-Mevdudî gibi isimlerin tercümeleriyle yeni baştan canlanan bir akımdan bahsediyoruz.

18 Mayıs 1962’de, Suudi Arabistan’ın o zamanki Veliaht Prensi Faysal bin Abdulaziz tarafından kurulan Râbıta, Türkiye’de de bazı kurumlar üzerinden nüfuz kazandı. Hangi kurumlar? MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) gibi kurumlar üzerinden örneğin. Bunu siyasi parti hüviyetinde Erbakan ve etrafındaki arkadaşları temsil etti. Onlar tabii daha milliyetçi, sağ muhafazakârdı. Râbıta biraz daha radikal İslamcı özellikler taşıyordu. Seyyid Kutub, Seyyid Ebu'l A'lâ El-Mevdudî’nin fikirlerini yayıyordu. Bir zaman sonra tabandan yukarıya bu tercümelerin etkilediği gençlerin akımı ve bir tarafta tepeden aşağıya Erbakan gibilerin temsil ettiği ve pompaladığı bir akımla karşı karşıya kaldık. İslamcılığın Türkiye’de bu şekil canlanmasına tanık olduk ve bugünlere kadar geldi.

Bu arada şunu belirtmek isterim. Ben şahsen AKP rejiminin 'İslamcılık' başlığı ile tartışılmasına çok taraftar değilim. Daha çok siyasal ve politik ekonomik kavramlar üzerinden bir siyasal parti olarak tartışılmasını tercih ediyorum. Bu ideolojik tartışma bize yol aldırmıyor ve birtakım global gelişmelerden dikkatimizi kaydırıyor, o gelişmeleri örtbas ediyor. AKP ve Erdoğan’la gözlediğimiz rejim bizim aslında dünyada gördüğümüz global, popülist sağ siyaset. Hindistan’da Narendra Modi’nin Hindu fundamentalizmle olan ilişkisi, Erdoğan’ın İslamcılıkla olan ilişkisi ve Trump’ın Hristiyan fundamentalizmle olan ilişkisine birlikte bakmak bence daha makul.

Hangi kavramı kullanıyorsunuz?

Global ölçekte 'Müslüman popülizmi', yerel ölçekte ise 'sağ popülizm' kavramlarını kullanmayı tercih ediyorum. Sağ popülizm içinde tabii ki de din var. Din etkin bir biçimde kullanılıyor. Trump nasıl Hristiyan fundamentalistleri için büyük bir kazanç ise, şu anda birtakım İslamcılarla Erdoğan arasında da benzer bir simbiyotik, pragmatik ilişki var. Bu hem yerel düzeyde hem global düzeyde.

‘DİNİ AKIMLARDAN İSTİFA EDİLDİ’

Adına 'Yeşil kuşak projesi' de denilen, siyasal İslam'ın emperyalizmin işine geldiği için Türkiye’de ve dünyada geliştirilip, büyütüldüğü söylenir. Siz buna katılıyor musunuz?

Yerel dinamik ve networkleri yok saymamakla birlikte kesinlikle katılıyorum. Bunu çok daha önceye de götürebiliriz. Bununla ilgili çok net örnekler var. Özellikle soğuk savaşın başlangıcından itibaren, sosyalist hareketlerin bütün üçüncü dünyada yükseliyor olmasından sonra sol nasyonalist bir akım güçlendi.

Kolonileştirme karşıtı kurtuluş hareketlerine esin veren Frantz Fanon, Mısır'ı askeri darbeyle İngilizlerden kurtararak bağımsızlaştıran Cemal Abdünnasır gibi isimlerle birlikte daha çok sola sempatik duyan hareketler de güçlendi. Burada ABD’nin çoğunlukla yersiz olan, aşırı bir endişesi oluştu. O rejimlerin kurulmasını engellemek ve o hareketleri bastırmak için dini akımlardan istifade ettiler. Kudüs Başmüftüsü Emin el-Hüseyni, hem Hitler’le iş birliği içerisinde olan bir figür hem de Boşnak ve öteki Balkan Müslümanları’na 'Hançer Birliğini' kurdurmuş ve onları partizanlara karşı savaştırmış birisi.  (Hançer Birliği, II. Dünya Savaşı sırasında Balkanlardaki komünist Partizanlara karşı savaşması için Kudüs Baş Müftüsü Emin el-Hüseyni'nin girişimi ile kurulan, Almanya’dan kaçan Yahudilerin Orta Doğuda bir devlet kurmasından çekinen ve bu sebeple Nazilere sempati duyan Müslüman Nazi ordusu.)

Kudüs Başmüftüsü Şeyh Muhammed Hüseyin, Kral Faysal’la birlikte Râbıta’nın da eş başkanı, kurucusu. Bu ilişki aslında çok eskiye uzanıyor. Bu kişi Nazi birlikçisi ama her nasılsa Fransa onu serbest bırakıyor ve elini kolunu sallaya sallaya oradan Lübnan’a gidiyor ve sonradan Kral olacak Faysal’la birlikte Râbıtayı kuruyor. O zamanlar Cemal Abdünnasır, İslamcılığı bastırıyor ama halefi Cumhurbaşkanı Enver Sedat, İslamcılarla iş birliği içerisinde sosyalistleri bastırıyor. Bu ne zaman oluyor? Özellikle Sedat’ın ABD’ye yanaşmasından sonra.

Türkiye’de de aynı şekilde 1960’ların sonu itibariyle MHP’lilerin sahadaki mücadelesinin yanı sıra MTTB dindar gençliği komünizme karşı örgütlemede son derece işin içerisinde. Türkiye’de o dönem Komünizmle Mücadele Derneği var. Oradaki isimlere baktığınız zaman şimdi de İslami hareket içinde olan isimler. Burada tesadüf yok aslında. MTTB’nin uluslararası faaliyetlerini Râbıta ne kadar fonlamış incelemek gerekir. Mesela 60’ların sonları 70’lerin başlarında olması lazım, MTTB’yi temsilen öğrencilerin New York’a gittiği haberlerini gördüğümü hatırlıyorum. Rabıta öncülüğünde Çanakkale’de, yanılmıyorsam Kıbrıs’ta kamplar yapılıyor. İhvan’ın (İhvan diğer adıyla Müslüman Kardeşler Cemiyeti. Birçok Arap ülkesindeki en geniş siyasi muhalif örgüt. 1928 yılında Hasan el-Benna tarafından pan-İslamist, şeriatçı amaçlarla kurulmuştur.) da global İslamcılığın ileride duyulacak başka isimlerinin de de katıldığı kamplar bunlar. O kamplara katılanlar daha sonra Türkiye’de de geldiler. Böyle bir network var ve bu networkün Rabıta fonlarıyla ilişkisi kritik.

‘1980 DARBESİ ILIMLI CEMAATLERİ DESTEKLEDİ’

Mesela kim bu isimler?

O kamplardan birine katılmış Edip Yüksel uzun uzun anlatabilir size oradaki isimleri. Ben isim isim hatırlamıyorum zikredilen şahısları ama MTTB kökenliler malumunuz AKP’nin özellikle ilk dönemlerinde ama daha sonra da önemli ölçüde kadro sağladı Erdoğan’a.

Türkiye’de 1980 darbesi olduktan sonra mesela şöyle bir detay var. Bu darbenin Türk- İslam sentezini destekleyen darbe olduğunu herkes biliyor ama şu da var: Daha sonra Malezya’da kurulacak olan Uluslararası İslam Üniversitesi ki Davutoğlu orada bölüm başkanıydı. O üniversitenin aslında Türkiye’de kurulmasının da düşünüldüğünü ama daha sonra darbeci generallerin vazgeçtiğini sahayı çalışan ABD’li bir akademisyenden aktarımla duymuştum. Antikomünizm içinde olan ilişki ağları çok net. Yeşil kuşak diyebiliriz buna. O adlandırmaya katılayım ya da katılmayayım şunu biliyoruz mesela Pakistan’da aynı şekilde Ali Butto’yu astıran Ziyâül Hak. (Muhammed Ziyâ ül Hak, Pakistanlı asker ve devlet adamı. 1978'den 1988'e değin ülkeyi askeri rejimle yönetti) Onun gelişinin ABD destekli olması, daha sonra sosyalist hareketleri bastırması ve Cemaat-i İslami’yle iş tutması iyi bilinir. (Cemaat-i İslami, 1941’de Pakistan’da Ebu'l A'lâ el-Mevdudî tarafından kurulan İslamcı siyasi parti. Partinin amacı Pakistan'ı şeriat hukuku ile yönetilen bir İslam devleti yapmak olup kapitalizm, liberalizm, laiklik, sosyalizm ve faize karşıdır.)

Türkiye’de de yine 1980 darbesi sosyalistleri bastırdı. Ziyâül Hak ve Kenan Evren mesela çok yakındılar, içli dışlı ilişkileri vardı. 1980 darbesi en radikal unsurlarla iş tutmadı, onları bastırdı belki ama daha ılımlı olan cemaatleri çok rahat bir şekilde destekledi. Bu bir vakıadır global ölçekte. Bu bilgileri komplo teorisi alanından çekmek gerekiyor. Daha sonra da sürdü bu. Afganistan’da cihatçıların desteklenmesi çok bilinçli bir tercihti mesela. Orada da Suudi Arabistan, Pakistan ve ABD’nin çok net bir ilişkisi var. Bu şekil bir cihatçılık kucağımıza bir bomba gibi bırakıldı. Örneğin Abdullah Azzam, Usama Ladin’in üstadıydı. (Lakabı 'Küresel Cihadın Babası', Filistinli din adamı ve akademisyen. Afganistan'da Sovyet ordusuna karşı savaşmıştır. Abdullah Azzam 24 Kasım 1989 tarihinde Pakistan'ın Peşaver şehrinde bomba yüklü arabanın patlamasıyla öldürüldü.) Bu ismin global faaliyetleri, 80’li yıllarda ABD’ye gelmesi, rahat rahat ABD şehirlerini gezerek cihatçılık için insan ve bağış toplaması, bunlar çok kolay göz yumulacak şeyler değil.

‘BÜTÜN MEDYA ELLERİNDE AMA ‘BU BİZİM’ DİYECEKLERİ İSİMLER YOK’

Erdoğan yakınlarda şunu söyledi: “Siyasi iktidar olduk ama sosyal ve kültürel alanda iktidarda değiliz.” Aslında bu sitemini dönüp dönüp dile getiriyor. Bu yönde ısrara rağmen hakim olan rejimin mayasında olmadığı için mi yoksa gerçekten beceremiyorlar mı?

İkisi de olabilir. Erdoğan devrim yaptığını düşünüyor. Buna devrim deme imkânımız da var bence ama şu kayıtla: 90’lı yıllarda aktif olan hangi güçler varsa özellikle Kürtlerin ve sosyalistlerin bastırılmasında aynı şekilde şu an iş başında. Topyekün Kemalistler gitti, Erdoğan geldi gibi bir durum yok aslında. Belli bir el değişimi var. O sınırlar içinde söyleyeyim. Nasıl bir el değiştirme oldu? Ne kadar izin veriliyor Erdoğan gibi isimlere? İşin birtakım fraksiyonlar arası dinamikleri var ama o sınırlar içinde Erdoğan 1970’lerin MTTB’sinden (Milli Türk Talebe Birliği) yetişme bir isim. Son derece sağ, antisemitik ve antikomünist düşüncelerin harmanlandığı ideolojik bir yapıdan bahsediyoruz. Erdoğan zihin itibariyle orada kalmış bir isim. 200 yıllık Batılılaşma anlatısı olan Mehmet Doğan’ın “Batılılaşma İhaneti” kitabındaki anlatıyı tekrarlıyor. (Halil Bey, bahsettiği kitabın pdf’inin internette olduğunu söylüyor) O çevreler için 70’lerin hit kitabı bu. Tanzimat’ta başlayan bir ihanet olduğu düşünülüyor.

İdeolojik olarak son derece yoksun bir yerden geliyor olmalarından da kaynaklanan bir durum var. İslami dindar kesim için 1960’lardan bu yana kültürel anlamda nasıl bir dönüşüm oldu? Öncelerde sol, seküler kesimin kültürel eserler ortaya koymak bakımından üstünlüğünü kabul eden bir durum vardı. Aynı çevre için Varlık Dergisini okumak, onların romanlarını okumak gibi durumlar da yaygındı. Şundan söylüyorum bunu. Benim babam da 60’lı yıllarda sağdan gelen ve daha sonra İslamcılaşan bir gençti. Onun ortaokul, lise günlüklerinde çok net bunu görebildim. Varlık okuyan, tiyatroya, sinemaya giden bir gençten bahsediyoruz. O zaman kendi çevresinden beslendiği birkaç figür var. Kadir Mısıroğlu, Necip Fazıl gibi… 1980’lere gelince ise sol veya seküler kültürden beslenerek yetişen gençler arasında artık kendi paralel kültürel havzasını yaratmak şeklinde bir girişim görüyoruz. Kendi dergileriyle, yayınlarıyla kültürel ürünlerini oluşturmaya başlıyorlar. Kitabevleri, yayınevleri, kasetler, şiirler, marşlar… Kendi çocuklarını bunlarla yetiştiriyorlar. İlk nesil Varlık Dergisi okuyorsa, daha sonraki nesil bunları değil kendi dergilerini okuyor. Kendi zihin dünyaları içinde onların deyimiyle “kirlenmeden”, sol veya seküler neşriyattan çok fazla beslenme ihtiyacı duymadan besleneceklerini düşünüyorlar. 1990’lardan itibaren bu sefer artık belediyelerin açtığı imkanlar var. Ekrem İmamoğlu’nun gelmesiyle biz bunları daha çok öğrendik. Bir kısmını eskiden beri duyardık ama birçok derginin, gazetenin İBB üzerinden fonlanmasının detaylarını da aldık. Normalde yaşamayacak olan birçok dergi ve gazete bu sayede ayakta tutuluyordu. Örneğin Yeni Şafak daha bir iki yıl içinde kapanacaktı diye konuşuluyordu ama Erdoğan’ın finansmanını üstlendiği söylenirdi ona yakın çevrelerde. Sonradan inşa ettiği havuz medyasında sıkça gördüğümüz usül kanaatimce ilk defa orada denendi. Yeni Şafak onun kendi ahbap kapitalistleri arasında el değiştire değiştire yaşatıldı. 2000’lerde ise Turkuaz Grubu’nu ele aldıktan sonra hepimizin çok iyi bildiği gibi kendi medyasını yarattı.

Şöyle bir bakalım. İnanılmaz kaynak aktarılan onlarca neşriyat var. Ekrem İmamoğlu seçildikten bir süre sonra bazı dergiler kapandı. Cins Dergisi mesela 'kültürel iktidarla mücadele etmek' sloganıyla ortaya çıktı. Her türlü çabaya rağmen, “bu kadar yıl geçtikten sonra bile biz bir şey üretemedik, biz bunun karşısına çok bir şey koyamadık” demeye getirdiler. Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç gibi isimleri anıyorlar ama nedense bu isimlerin Türkiye gençliğinin tamamına hitap edemediğini görüyorlar ve bunun da getirdiği bir hüsran duygusu var. Bütün medya ellerinde ama “bu bizim” diyebilecekleri ana akım birkaç kişi sayamıyorlar. Sabah Gazetesi’ni düşünün. Sabah gazetesi, Yeni Şafak nasıl bir kültürel modeli temsil edecek?

‘ERDOĞAN DEVRİM YAPTIĞINI DÜŞÜNÜYOR’

Erdoğan’ın çevresinde entelektüel birikime sahip insanlar kalmadı mı? İbrahim Kalın gibi isimler bu konuda bir şey yapamıyor mu?

Şöyle… Erdoğan’ın çevresinde son derece birikimli, yurt dışında doktoralar yapmış, aynı zamanda medreselerin birikimini de edinmiş olan insanlar tabii ki de var. İbn-i Haldun Üniversitesi rektörü Recep Şentürk o bahsettiğim türden insan. İbrahim Kalın da öyledir. İbrahim Kalın, Davutoğlu’nun yetiştirmesi. Bu kadrolar var ama ne eksik kalıyor? Erdoğan, kontrol edebildiği isimleri elinin altına aldı. Kontrol edemediğini uzaklaştırdı. Davutoğlu ekibi bunlardan en çarpıcı örnek mesela.

İslam medeniyetinden doğan, kendi öz kültürüyle beslenmiş entelektüel bir çevre kurmayı başarmaya en yakın olmuş isim Davutoğlu ve etrafındaki projeydi ama onları da itaatsiz oldukları için tasfiye etti. Öyle bir dilemması var Erdoğan’ın. Kendisine itaat edecek insan kitlesi arıyor. Fakat bu insan kitlesi çoğunlukla ancak oportünist oluyor. “İslam ekonomik modeli” diye on yıllardır uğraş verilen bir alan var ama onları almıyor yanına. Yiğit Bulut’u alıyor. Erdoğan bu isimlere en fazla “Faizleri yükseltmenizi istemiyorum” diyebilir. Ortaya onun da içine sinen bir şey çıkmıyor. Erdoğan “Tam İslamcıyım” dese manzara çok başka olacak belki. Ben bunu şuna bağlamak istiyorum: Aslında Erdoğan bir devrim yaptığını düşünüyor. Karşı örneklere bakalım. Sovyet devrimi, Çin devrimi. Kendi tarafında İran devrimi var. Hepsinin ortak özelliği siyasal devrimlerin akabinde kültür devrimi yapmış olmaları. Aslında Erdoğan bunu yapmak istiyor. Mustafa Kemal’de malum bir kültür devrimi yaptı Türkiye’de. Erdoğan da bunu yapmak istiyor.

 ‘HERKES BİLİYORKİ GÜLEN İŞİN BAHANESİ’

Peki niye yapamıyor?

Bunlar gibi çok açıktan devrim yapamadığı için. Bir devrim yaparsınız ve bütün eski kadroyu tasfiye edersiniz. Sovyetler’de, Çin’de olduğu gibi. 2016’da Türkiye’de topyekün akademisyen kıyımı başlatıldı. 15 Temmuz’la da akademik kıyımın kanuni gerekçesi bulundu. Bu aslında onun kafasında kültür devriminin bir parçası. Çünkü aynı İran’da olduğu gibi üniversiteler kapanıyor ve darbeci diye suçlanan kesimle kendilerine nazaran fersah fersah uzak bütün sosyalist, seküler kim varsa hepsi işten atılmayla bir anda koca bir öğretim kadrosu yok ediliyor. 7000 akademisyen sonuçta Türkiye’nin resmî kurumlarından çıkarıldı. Herkes biliyor ki Gülen işin bahanesi. Sosyalist, Kürt, seküler ve itaatsiz kim kaldıysa onların da önemli bir kısmını üniversitelerden tasfiye etti. Gençliğin bu insanların eliyle şekillenmesini engellemeye çalıştı. Konuşmalarında da sürekli anaokuldan başlayarak bütün eğitim sistemini anan bir atıf var. 2011 yılında -tam da Erdoğan kendini güçlü hissettiği zaman- niyetini deklare etmişti. “Dindar nesil yetiştireceğiz” şeklinde deklarasyonunu yapmıştı. 2011’den 2020’ye 10 yıl geçti ve gördüğümüz tek şey bol bol İmam-Hatipli üretmek.

‘GÜLEN’İN KÜLTÜREL VE FİKRİ FAALİYETLERİYLE EN FAZLA MÜTTEFİKLERİ ÇIKTI’

Erdoğan’ın destek verdiği neşriyatlardan bahsettiniz. Yeni Şafak ve İBB aracılığıyla çıkarılan dergiler gibi… Şu geldi aklıma. Gülen cemaatine bağlı Zaman gazetesi bir dönem İslami çizgide söz üreten, tırnak içinde 'başarılı' denilebilecek gazete olduğu da düşünülür. Cemaatin kültürel inşa konusunda daha becerikli olduğu söylenebilir mi? Devlete kadro yetiştiren bir yapılanmadan bahsediyoruz sonuçta.

Şahsen ben öyle düşünmüyorum. Gülen’in baştan beri formülasyonu fen ve teknik bilimlere yönelikti.  Sosyal alanlarda entelektüel nesil yetiştirmek fikri çok çok geç akıllarına geldi. AKP’nin İslamcı kökenli kadrolarını temsil eden insanlar eskinin daha radikal İslamcı çevrelerinden gelenler. Onlar 80’li 90’lı yıllarda İslam dünyasındaki sıkı ilişkileriyle itibariyle çok daha kozmopolit entelijansiya olma noktasına gelmişlerdi. Yeni Zemin, İzlenim dergilerinin arşivini karıştırırsanız karşılaşırsınız bu isimlerle. Zaman gazetesinin ilk kurucu kadroları da bu isimlerdir. Daha sonra maddi olarak sürdüremediler. Böyle olunca Zaman gazetesi Gülen cemaati tarafından devralındı. 

Teknik kadrolarla, teknokratlarla entelektüelleri ayırmak taraftarıyım. Gülen’in kültürel ve fikri faaliyetleriyle en fazla müttefikleri çıktı ortaya. Şöyle bir düşünün. Zaman gazetesinin en parlak olduğu dönem diyelim. İbrahim Kalın, yorum sayfalarına düzenli olarak yazıyordu. Etyen Mahçupyan, Ali Bulaç, Mümtazer Türköne gibi isimlerden oluşan bir kulvar vardı orada. Bunların hiçbiri cemaatin üretimi ve cemaatçi değil. Onlar da zaten bunun farkındaydı.

Diğer tarafta ise ekonomik olarak sürdürülemeyen yayınlarda Erdoğan fonlamayı üstlendi fakat bir zaman sonra editöryal otonomi bakımından bu pahalıya mal oldu o yayınlara.

‘SETA, İSLAMCI ENTELİJANSİYAYI ÖZETLEYEN BİR YER’

Nasıl pahalıya mal oldu?

Yani bu yayınlar bir süre sonra Erdoğan’ın bülteni haline geliyor. Bu Yeni Şafak’ta daha 1990 sonları 2000 başlarında oldu ki Akif Emre ile meşhur kapışmaları bu editöryal otonomi konusu üzerine oldu. Haliyle entelijansiyanın altı oyulmuş oldu. Kısaca ya propagandistliğe mahkûm oldular ya da Erdoğan’ın propagandasını yapmak istemeyince orayı terk etmek zorunda kaldılar. Aslında benzer durum Gülen yapılarında da vardı. Gülen cemaati diğer İslamcı kesimlere nazaran çok daha otoriter, çok daha totaliter unsurlar barındıran bir cemaatti. Mensuplarının her okuduğuna, her dinlediğine karışılan bir cemaatti. Cemaat entelektüel olarak çok da bağımsız isimlerin çıkmasına elverişli değildi. O yüzden daha bağımsız düşünen insanlar terk ediyordu cemaati. Bu Mısır’da İhvan’da da olan şeyi hatırlatır hep. Gençler İslamcılığa devşirilir, yetiştirilir ama bir zaman sonra ordan kopup başka mecralara giderlerdi.

Türkiye tarihine Gülen’in bir katkısı var mıdır diye sorsanız hakikaten köyden, kasabadan çıkamayacak olan birçok genci alıp okullarında okutup veya iyi okullara sokup bunları bilim insanı yaptı. Devlet kadroları dediniz. Şöyle bir şey eklemek isterim. İslamcı kesim içinde olan insanlar bunu bilirler. Dışarıdakiler pek bilmezler bu söyleyeceğimi. Diyelim yeni bir ajans, yeni bir devlet kurumu açılacak. Bu devlet kurumuna kadro lazım. Gülen cemaati ile ötekiler arasındaki fark şuydu: Gülen cemaati en tepeden diyelim 100 kişiye ihtiyaç var o bakanla Gül ya da Arınç neyse ya da başka bakanlar veya Erdoğan’la temasa geçip şu kadar insanımız var, biz hemen size bunu sağlayabiliriz şeklinde önerebiliyorlardı. İslamcı kesimde ise daha bağımsız, başına buyruk genç kadrolar var. Bu kadrolar kendi aralarında o kadro için kapışıyorlardı. Hiç kimse de onları tepeden bir yere koyamıyordu. Böyle bir sorun vardı. Bu dediğimi şimdi Erdoğan’ın etrafındaki isimlerde de gözleyebilirsiniz. Fahrettin Altun, İbrahim Kalın, Recep Şentürk… Bunlar aslında hiçbir zaman birbirleriyle işbirliği içerisinde olacak insanlar değiller. Tam tersi rekabet var aslında orada. Çünkü kadrolar kısıtlı, kısıtsız olsa bile kendi aralarında kim gözde olacak diye bir çekişme var. Bu dediğimi SETA’nın tarihine bakacak olursanız orada da görürsünüz. Devamlı klik kavgalarıyla devinen bir yapı vardır. (SETA, Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı. 2006 yılında 'güncel, doğru bilgi ve analizler' üretmek, ekonomik, sosyal ve kültürel koşullar hakkında bilgilendirmek amacı iddiasıyla kurulmuştur.) SETA malum Abdullah Gül’ün girişimi, sonra da Davutoğlu’na ihale ettiği bir girişim. Davutoğlu burayı kendi öz, has öğrencisi İbrahim Kalın’la aktif hale getiriyor.  Zaman içinde bakıyoruz devamlı ufak klikler birbirlerini yiyip, duruyor. Değirmen gibi; birileri kalıyor, birileri öğütülüp gidiyor. SETA, İslamcı entelijansiyayı özetleyen bir yer. Gülen cemaatine verilmiş olsaydı hiçbir zaman böyle bir şey olmazdı. Zaten herkes cemaat kültü içinde itaat ederdi ve istikrarlı bir kadro görebilirdiniz.

'HEPSİNİN HÜLYASI İSLAM MEDENİYETİNİ CANLANDIRMAKTI’

Halil bey şu ana kadar siyasal ilişkiler bağlamında kültürel iktidarı konuştuk. Başka bir yerden gördüğüm manzaraya geçmek istiyorum. Uzun yıllardır Sultanahmet’te Ramazan aylarında festival havasında eskiye ait sanatların gösterildiği bir dizi etkinlikler yapılır. Minyatür Osmanlı mahalllerini andıran kulübeler içinde Ebru, hat, tezhip gösterilir. Tarifi biraz zor ama şöyle diyeyim. Ordan çıkarken bir yetersizlik hissi olur bende.

Çok iyi anladım. O hissi sadece siz taşımıyorsunuz. Bence o hissi onlar da taşıyor.

Muhtemelen Orhan Pamuk olsa daha iyi anlatırdı. Devam edeyim. Çağdaş sanat, teknolojiyle birleşen yaratıcılıklar, dünyada gördüğümüz kimi sürreal, hayal ötesi kültürel ürünler. Hat, ebru (…) bu çağa nasıl eklemlenebilir ki?

İşin aslı o çok daha derin medeniyet inşası hülyası. Sorduğunuz iyi oldu. Bundan da bahsetmek istiyordum. Dediğiniz gibi siyasal ilişkiler bağlamında medeniyet inşasına değindik ama bundan çok daha öte bütün İslamcılığın 150 yıllık hayali olan bir şey var. İslam medeniyeti inşa etme hayali. İnşa da değil onu yeniden canlandırmak, ihya diyelim. Cemaleddin Afganî’den, Seyyid Kutub’lara ve bugünlere kadar bütün gelenekte süren, Mehmet Akif ve arkadaşlarında da olan, hemen hepsinin ortaklaştığı bir hülya bu.

Gelinen noktaya baktığımız zaman… 1994’te belediyeler alındı. Ama ilk işlerden biri olarak ne yapıldı? Feshane açıldı. Şöyle bir yaklaşım vardı: “Geçmişte capcanlı bir medeniyet vardı. Her nasılsa bir kesintiye uğradı. Kesintiye uğratan da 200 yıllık ihanet. “O hain kadroları ortadan kaldırdığımız zaman, bıraktığımız yerden devam edeceğiz. Osmanlıcayı, bütün kültür-sanat ürünlerini, sözgelimi, minyatürü, hattı, tezhibi, hepsini canlandıracağız, bu iş olacak” diye düşünüldü. Aslında bu kısmen yapıldı da. Hat, tezhip öğrenmek için dünyanın birçok yerinden Türkiye’ye insan geliyor artık. Eski musiki, diğer güzel sanatlar canlanmış durumda. Ama sonuca baktığımız zaman üzerinden kültür devrimi geçmiş İran’da bile hâlâ çok canlı bir birikim duruyor ama Türkiye’de nedense orada gördüğümüz gibi içe sinen bir sıçrama olmadı. Hayatla entegre bir kültür olmadığından mı?

Bir tarafta daha hızlı, kaygan zeminde ilişkilerin kurulduğu bir hayat var işte adına kapitalizm denilen. İşte Tinder, (iOS ve Android platformları için geliştirilen bir arkadaşlık uygulaması) gibi siteler var. Hat, tezhip bunlar daha kendi halinde uğraşlar. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın anlattığı hayatın, zihnin şimdide karşılığını bulmak zor. Bütün bu siyasal yorumlardan, terminolojiden azade soruyorum. Hayal edilen medeniyet inşasının, modern dünya içinde var olması mümkün olmayabilir mi?

Şu anki güncel, modern dünya ve bu modern dünyanın getirdiği ilişki biçimleri… Evet bunların içinde yaşayan bir gençlik var sonuçta. Siz bunlara çok arkaik kalan bir medeniyet projesi yüklüyorsunuz. Diyorsunuz ki, sen aslında bu olacaksın! Avrupa veya ABD için bütün bunlar son derece organik olan ilişkiler. Gündüz mimarlık firmasında son derece kapitalist ilişkiler içerisinde, işten çıktığında ise tınderdan kontak kurduğu bir buluşmaya gidebiliyor. Burada aslında “Batı” diye kodlayarak diğer coğrafyalara götürünce çelişkili olduğunu sandığımız bir dünya çok da yok. Çin’de de var şu an bütün bu ilişki biçimi, Japonya’da da var. Biz bunları “Batılılaşma” olarak ifade etmek zorunda değiliz ama bu şablonlarla hâlâ derin çatışmalar varmış gibi vehmediliyor. Onlar ise global bir nitelikli insan sınıfıyla bütün dünya merkezlerinde devamlı mobil halde kültür, bilim, sanat iç içe bir hayat yaşıyor. İdealize etmiyorum ve kapitalist sömürü zincirlerini görmek zorundayız ama o nitelikli küresel gençlerin de böyle bir üretim içindeyken bir medeniyet buhranı yaşadığını söylemek de zor.

‘MÜSLÜMANLAR KENDİLERİNİ ÜSTÜN KULLAR OLARAK GÖRÜYOR’

Sene 2020. TRT’de dizilerde padişahlar fetva veriyor. Absürt sahneler, diyaloglar izleniyor, seviliyor. Tüm bunlar neden oluyor? Siyaset sosyolojisi açısından nasıl anlaşılır?

2011 seçimlerinden itibaren çok absürt aday adayı kampanyaları başladı. Tuhaf tuhaf kıyafetlerle ortaya çıkıp kampanya yürütenler. Bunlar tesadüf değildi bence. Biz o zamanlar vasatın egemenliği gibi nitelemeler kullanıyorduk. Çok ilginç bir duruma şahitlik etmeye başlamıştık. Şimdi bunun aslında tabandaki temsiliyeti bakımından belli bir başarısı var. Ertuğrul gibi diziler şu an büyük kitleleri alıp götürüyor ve sadece Türkiye’de değil. Pakistan’da Ertuğrul heykeli dikildi diye duydum. Avrupa Müslüman gençliği Ertuğrul’a bayılıyor. Avrupalı, sonradan Müslüman olmuş insanlar arasında “bunu niye seyrediyorsunuz?” diyen çok insan var ama Müslüman ülkelerden gelmiş olan ikinci nesil Avrupalılar, Amerikalılar bayılıyor bu dizilere. Orada bir kültürel iktidar var aslında. Bunu görmezden gelemeyiz. ABD’den sonra ikinci sırada geliyor Türkiye’nin dizi ihracatı. O tarz bir tarih anlayışı üzerinden bir kültürel hegemonya kurulması yönünde belirli bir başarıları var.

Tüm bunlar neden? Avrupa’nın, Amerika’nın beyaz hıncında gördüğümüz durum Müslümanlar’da da eskiden beri vardı bence. Onlardaki kaygı beyaz üstünlüğünün elden gidiyor olması. O yüzden Trump gibiler kitleleri alıp götürebiliyor. Siyahiler, göçmenler, Asyalılar bunlar şu anda ellerinden her şeyi alıyorlar gibi panik haldeler. Müslümanlar için ise Tanzimat ve Islahat Fermanları’ndan sonra başlayan bir durum bu. İşte “Biz gavura, gavur diyemeyecek miyiz?” durumu. Nasıl onlarla bir olabiliriz? Uzun bir zaman bu üstünlük duygusuyla yaşadılar. Bir anda Avrupa bunları yeniyor. Kendi içindeki azınlıklarla eş vatandaş oluyorlar. Bu onlara dayatılıyor. Ordan gelen bir hınç var.

Ayrıca kendi dini anlayışlarından gelen üstünlük bilinci var, “inanıyorsunuz üstünsünüz” anlayışı var. Ama bir taraftan bakıyorlar ki reel dünyada bunun bir karşılığı yok. Müslümanların kendilerini “üstün kullar” olarak görmekten vazgeçmelerini sağlayacak bir şey lazım. Nasıl sağlanır bu inanın bilmiyorum. Diğer dinlerden, milletlerden üstün olmadıklarını ve ahlak dahil birçok bakımdan da geri olduklarını onlara gösterecek, kabullendirecek bir durum lazım. Üstünlük kompleksiyle, aşağılık kompleksinin eş zamanlı birlikte olduğu durumlar vardır ya… Müslüman siyaset düşüncesi üzerine çalıştığım için orada çok fazla görüyorum bunu. Eğer siz inanırsanız, bütün alemlere efendi olacaksınız şeklinde bir vaat olduğu anlayışı çok baskın. Müslümanların yerli Amerikalılar veyahut Afrika yerlileri gibi diğer postkolonyal toplumlarla kendilerini bir görmemeleri gerekiyor. Onların projesi aslında post kolonyal proje değil. Ne diyeyim? Mağlup kolonyal proje. Sömürgeciliğin çok çektirdiği Müslüman toplumlar olsa da ötekiler ölçeğinde çok net tek taraflı bir mağduriyet ve mazlumiyet yok. Sözgelimi bir Hindistan Müslümanı bana Ayasofya’nın camiye döndürülmesini dekolonizasyon diye açıklıyordu. Tabii şoklardayım. Kemalizm’i sömürgecilikle eşitleyince Kemalist icraatın bitimini dekolonizasyon diye yorumluyor. Peki o zaman Narendra Modi’nin, mabedleri üzerine yapılan ve Hinduların yıktığı Babür Camii mevkiinde mabedlerini ihya etmesi çok daha haklı görünen bir mesele değil mi? Bin yıllık Müslüman sömürgeciliğini biz yok ediyoruz dediği zaman çok daha oturan bir argümanı yok mu? Çünkü ufak bir Müslüman azınlık gelmiş ve tepelerine konmuş onların. Orada da bir Müslüman sömürgeciliği var onların gözünde. Ben bunu söylediğimde ise çileden çıkıyor. Kendi kafasında Müslüman tanım gereği, ontolojik olarak mazlum ve mağdur, büyük haksızlığa uğramış dünyada. Haksızlık dediği şey aslında baktığınızda üstünlüğünün elden gitmesi. Yani İngiliz sömürgeciliğinden çekmiş Hindistanlı Müslüman’da bile durum karışık, bir Amerikan yerlisi gibi değil.

‘İSLAM’DA REFORMİZM ANA AKIM OLAMADI’

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş daha bir kaç gün önce şunları söyledi: “Ahirete inancı olmayan insandan her türlü kötülük beklenir. Onu engelleyecek ne var ki başka.” Benzer içerikte söylemlerin çok fazla örneği var. Siyasal islam ya da adına her ne diyorsanız bu kadar katı olmak zorunda mı? Müslümanlar demokrasiyle niye yaşayamıyor?

Değildi ama şunu görmek lazım. Eskilerde yanlış bir formül vardı. Şerif Mardin ve İdris Küçükömer’in çok sağlam fikirleri ve argümanları olsa da karışık bir miras bırakmış oldu. Onlar öyle ifade etmese de vulgarlaşınca şu formül ortaya atıldı: “Türkiye’nin esas sorunu merkez-çevre tezatı. Dindar, muhafazakâr kitleye biz demokratik kanalları açarsak Türkiye demokratikleşecek. Müslümanlar demokrasiye alışacaklar ve onlar da aynı Batı Avrupa’da Hristiyan demokratlarda olduğu gibi demokrasiyle yaşayınca belli bir zaman sonra demokratikleşecekler ve din de demokratikleşecek.” Kabaca böyle bir formül öne sürüldü. Bu formül baştan beri yanlıştı. Dünyada Müslümanlar demokrasiyle yaşadıkça o kadar demokratlaşmadı, demokratik değerleri o kadar da içselleştirmediler.

Ben o eski sorulara dönme gerektiğini düşünüyorum. O sorular da teolojik sorular. Müslümanların çözemediği teolojik soruları var.

Nedir o sorular?

Özellikle şu mesela: Hristiyanlık ve Yahudilik’teki reform anlayışları marjinal mi? Siz ana akım Müslümanı ana akım Hristiyan ya da Yahudi ortamına koyduğunuz zaman onlara göre ultraortodoks veya fundamentaliste karşılık geliyor. Hristiyanların veya Yahudilerin Müslüman ana akım mensuplarını Müslümanların arasına koyduğunuz zaman onlar da diyecek “bunlar din bozguncuları, tahripçileri, sapık, dini tahrif etmeye çalışıyorlar.” Reformizm bir türlü ana akım olamadı İslam’da. Bu büyük bir sorun. O yüzden arkaik gördüğümüz inanışlar halen son derece ana akım Müslümanlık konumunda yaşamaya devam ediyor. Bu sosyal politikalardaki tutumlarda karşımıza çıkıyor. Mesela biz çocuk evliliğine karşı bir şey söylemeye çalışıyoruz; bir anda karşımıza “bunun ucu peygamberime dokunur mu, onun Ayşe’yle evliliğine dokunur mu?” kaygısıyla defansif bir tepki geliyor.

Köleliğin kaldırılmasında bile olağanüstü zorlanmış bir kitleden bahsediyoruz. Avrupalının baskısı olmasa belki de hiçbir zaman yanaşmayacaklardı bu fikre. Bu dini anlayış İslam'ın ana damarı maalesef. Ben o konuda ümidi kesmiş durumdayım ama diğer taraftan her şey çok transparan hale geldi. Müslüman ulemanın nasıl akıl yürüttüğünü, argüman yaptığını, ne tür fikirlere sahip olduğunu herkes görmekte. Bu tabii düzgün bir ahlaka, etik modele sahip olmak isteyenleri şu an büyük ölçüde yıldırmış hatta tiksindirmiş durumda. O yüzden birçok insan dini çerçeve içinde ahlaklı kalınamayacağını düşünüyor. Başka yollar arıyor. Belki bunun dini çevrelere getireceği büyük bir panik olacak. En azından öyle bir ümidim var. Bu bazı reformları belki dayatacak.

'İSLAM DOĞDUĞU ZAMAN ARAP KADIN FİGÜRÜ ZAYIFLIYOR’

Bu derece doktriner yapının panzehiri yine kendisi olamaz mı? Yani Müslüman ulemaların karşısına yine Müslüman ulemalar çıkarsa çözüm olabilir mi? Sorumu şu örnekle açayım. 2 aya yakındır Kuran-ı Kerimin içindeki kadınla ilgili kimi ayetleri bir kadın ilahiyatçıyla konuşmak istiyorum. Bulamadım. Özellikle kadın hareketi için, feminist Müslümanlar için büyük bir eksiklik gibi geldi. Tek bir biçim Müslümanlık var. Onun karşısında ulema var mı gerçekten?

Daha birkaç gün önce Katolik Kilisesi lideri Papa Francesco, LGBT-İ derneğinin üyeleriyle yaptığı sohbette 'Tanrı çocuklarınızı olduğu gibi seviyor' dedi. Katoliklik çok daha katı bilinen bir yapı. İslam’dan da eski bir din olmasına rağmen defalarca kendini güncelliyor ama Müslüman ulema bütün bunları son derece marjinalleştiren, sapkın gören bir ana akım tarafından elde edilmiş durumda. Bunun siyasal sebepleri mi var? Ahmet Kuru gibi siyaset bilimcilerin söylediği şeyler var bu konuda. Geri kalmışlığın politik-ekonomik ve siyasal sebeplerini gösteriyor; geriliği ulema sınıfı üzerinden açıklıyor. Ulema bir sınıf aslında, bir ruhban sınıfı. Ahmet Kuru şöyle der: Ulema öteki ruhban sınıfından çok daha sorunlu çünkü Yahudi ve Hristiyan ruhban sınıfları hiç olmazsa ruhban olduğunu kabul ediyor. Ruhban olduğunuzu kabul ettiğiniz zaman hiç olmazsa ıslahı mümkün bir durum var. Bu sorular zor sorular ama dediğiniz şeyde çok haklısınız. Kuran’daki kadın ayetleri konusunda bunları nasıl yorumlayacağız diyen kişiler var ama sahici yüzleşmeler ne kadar? Dünyadan Kecia Ali geliyor aklıma daha genç nesilden. (Kecia Ali, İslami Hukuk ve Erken ve Modern İslam'da kadınların incelenmesine odaklanan Amerikan İslam alimi. Halen Boston Üniversitesi'nde Din Profesörüdür)

Amina Wadud gibi Müslüman feministler de hep oldu. Bunların çoğu özellikle tarihselcilik akımını temsil ediyorlar. Bunun da tıkandığı noktalar var. Tarihselciliğin fikir babalarından Fazlur Rahman (Pakistanlı akademisyen. İslam'ın önde gelen bir reformcusu olarak ve tarihselci görüşleriyle bilinir.) adı bile ortalama bir Müslümanın gözünde dini bir sapık şeklinde görülüyor. Bu sadece Sünni sınıfın sınıfsal menfaatinden dolayı mı yoksa daha içkin bazı sorunlar var mı bunun cevabının çok kolay olduğunu düşünmüyorum.

Fatima Mernissi en cesur olanlardan biriydi. Örneğin örtünme üzerine son derece net görüşler ortaya koymuştur. Ben de bunları okudukça kendime çok sordum. Deniyor ki mesela “İslam kadınları özgürleştirdi.” En sağlam gerekçesi neymiş? Eskiden diri diri toprağa gömülen kız çocukları varmış. Poligami sınırsızmış, sonsuz sayıda kadınla evlenebiliyormuş erkek. Bunu dörde indirmiş ki bu bile şüpheli bir şey ve zaten sonsuz cariye hakkınız olunca dört resmi eş de olsun artık. Siz antropologsunuz. Bilirsiniz elbette. Mernissi; siyer (Hazreti Muhammet’in yaşamını anlatan kitaplara verilen ortak ad) ve hadisler üzerinden anlatır. Eskiden sadece poligami yok Mekke toplumunda, aynı zamanda poliandri var. Kadın da aynı zamanda birçok adamla evlenebiliyor. Başka örnek: 40 yaşında tüccar olan Hatice, 25 yıl bir adamı istihdam ediyor. Daha sonra o erkeğe evlenme teklifi ediyor. O toplumda kadının erkeğe evlenme teklifi çok sıradan bir şey. Şimdi burada kadın nerede geri kalmış durumda? Cemel savaşında Ayşe ordu komutanlığı yapıyor. Bunu İslam mı getirdi çok yadırganır ve imkansız bir şey iken?

Yine başka örnek: “Başınıza kadın lider geldiği zaman lanetlendiniz” şeklindeki hadis. Zeynep Algı’nın yargılanması davasında bu hadis gündeme geldi. (Zeynep Algı adlı bir Twitter kullanıcısı, gerçekliği tartışmalı “İşlerini bir kadına bırakan topluluk asla felah bulamaz” hadisini tersine çevirerek “İşlerini bir erkeğe bırakan topluluk asla felah bulamaz” yazdı. Algı, bir ilahiyatçının tvitini emniyete ihbar etmesinden beş ay sonra ifadeye çağrıldı.) Çoğu kaynakta, o hadisin tam da o savaş esnasında uydurulduğu söyleniyor.

Ebu Süfyan'ın eşi Hind bint Utbe’nin Mekke’nin fethi sırasında son derece güçlü bir figür olduğu bilinir. Fatima Mernissi, halifelerin eş olarak cariyelik kurumunu çıkarmalarının aristokrat güçlü kadınların yok edilmesi, susturulması işlevini gördüğünü söyler. Arap aristokrat erkekler eşlerini cariyelerden seçerek böylece güçlü aristokrat kadın sınıfından kurtulmuş oldu. Mernissi uzun uzun hem dört halife döneminde hem de Emeviler zamanında kadınların nasıl buna direndiğini anlatır. İslam doğduğu zaman son derece güçlü olan Arap kadın figürü zaman içinde zayıflıyor. Sınıf farkı elbette var ama bu aristokrat veya mülk sahibi güçlü kadın figürü bile çok şey anlatıyor. İslam’ın toplam etkisi burada pozitif mi, negatif mi diye soracak olursanız ben pozitif etki olduğunu söyleyenlerin çok daha fazla delile ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. En fazla söyleyecekleri şey kız çocuklarının diri diri gömülmesi. Bu ezber çocukluğumuzdan beri var ama diğer tarafta aksini söyleyen çok net güçlü örnekler var.

İşaret ettiğiniz sorunun kısa vadede çözülmesini mümkün görmüyorum. İnşallah yanılıyorumdur. Sosyal medya hızlı bir dönüşüm getirdi. Artık her şey ortaya döküldü. Ulema denilen insanların nasıl akıl yürüttüğünü, neler düşündüğünü filtresiz görebiliyoruz. Bence sosyal medya sayesinde birçoğuna yönelik eski saygınlık kalmadı. Çünkü artık editörsüz yazıp çiziyorlar o tip ortamlarda.

 Büyü bozuldu…

 Evet, evet… Weber’in dediği şey. Ortalıkta çok da böyle önemsenecek insan olmadığı da görülmüş oldu. Kuran- Kerimi elinize alıp, birkaç hadis karıştırırsanız ve bu konuda bunların neler yazdığına ve nasıl sonuçlara vardığına bakarsanız aslında onların birçok argümanıyla baş edebilirsiniz. O eski kutsal bilgi büyüsü çoktan bozulmuş durumda.