Hakkını haksızlara anlat

Emeğin sömürüsü ve yoksulluk azalmadan devam ediyor. Sesini çıkaran, bunu yazıya, şiire, şarkıya döken; hak arayışlarını kayıt altına alan sanatçıların yapıtları direnişin belleğini oluşturuyor...

Google Haberlere Abone ol

Hak, emek, özgürlük, eşitlik, sınıfsız ve sınırsız bir dünya için egemenlere karşı verilen mücadele dün de, bugün de aralıksız devam ediyor. Geçmişte sokaklar direnişin, mücadele alanın en önemli mekânlarıyken, bugün sistem yanlısı mekânların dizaynıyla bu alanların küçültülmesi, yok edilmesi tahakkümün boyutunun hangi noktaya geldiğini göstermesi açısından önemli. Şimdi direnişin mekânı, uçsuz bucaksız alanlarıyla sosyal medyaya evrilmek üzere. Güç ve tahakküm ilişkilerinin de bu dijital evrende yeniden şekillendirildiğini söylemek gerek. Emeğin de dönüşüme uğradığı bu yeni dünya düzeninde sermayenin sömürü araçları, egemen değerleri ve teknoloji üzerinden yeniden üretiliyor. Oysaki bilgi toplumu daha özgür, daha eşitlikçi, tekelleşmenin, ayrımcılığın, sömürünün önüne geçebilecek bir yapının nüvelerini içinde barındırıyor. Öyle ifade ediliyor.

Yaşar Nezihe

Gelgelelim emeğin sömürüsü, tahakküm, yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlik azalmadan devam ediyor. Sesini çıkaran, bunu yazıya, şiire, şarkıya döken, fotoğraflayan, filmini çeken; işçi eylemlerini, grevleri, hak arayışlarını, kayıt altına alan sanatçıların yapıtları direnişin belleğini oluşturuyor. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesine kadar edebiyat alanında 1 Mayıs, emek, emekçi üzerine yazılmış pek çok şiir var. Darbeden sonra “emek” üzerine yok denecek kadar az şiirin yazılması değişimin izlerini taşıyor. Örgütlü olma anlayışının yıkılması, geleneksel iş ve işçi argümanlarının değişmesi, bilişim çağında bilgi, iletişim gibi “maddi olmayan emeğin” belirleyici, merkezsiz, mekânsız örgütlenmesi(*), emek algısının değişimine neden olsa da özünde hiçbir şey değişmiyor. Sömürü, köleleştirme devam ediyor. Bugüne kadar yaşananları tekrar hatırlamak için şiir tarihimizde yazılan 1 Mayıs şiirlerine, önce de Yaşar Nezihe’ye kulak verelim.

“Ey işçi! Bugün hür yaşamak hakkı seninken/ Patronlar o hakkı senin almışlar elinden/ Sa’yınla edersin de ‘tufeyli’leri zengin. Kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin?...” diye sesleniyor 1923 yılında yayınlanan “1 Mayıs İçin” adlı şiirinde Yaşar Nezihe. Bu şiir, 1 Mayıs için yazılmış ilk Türkçe şiir olmasının dışında, bir kadın şairin direncini, hak arayışını gür sesle dile getirmesi açısından da önemli. “Boynundan esaret bağını parçala, kes, at” dizesiyle, Yaşar Nezihe yalnızca sınıfsal mücadeleye verdiği önemi göstermiyor, aynı zamanda işçi sınıfını örgütlü olmaya da davet ediyor. Elbette bu mücadeleye, onun cinsiyet eşitsizliğine dair mücadelesi de dahil. “Esaretten kurtulmak” ifadesini bütüncül bir yaklaşım olarak düşünmek gerek.

Sosyalist düşünceye sahip olan Yaşar Nezihe, işçinin ve emeğin sömürülmesini, Marksist düşüncenin emek gücü, emek- değer teorisi çerçevesinde ele alır. “Zenginlere pay verme yazıktır emeğinden” dizesi, gücünü sermayeden alan kapitalizmin “kâr ilkesine” karşı isyandır. “Esaret bağından kurtul” seslenişi de kölelikten, baskıdan, sömürüden, sefaletten kurtulmanın yolunun ancak bir araya gelerek ayağa kalkmak olduğunu açıkça ifade eder. Çünkü bu medeniyeti yükselten, emek gücüdür.

Nâzım Hikmet

Nâzım Hikmet'in “Açlık Ordusu Yürüyor” adlı şiirinde “Açlık ordusu yürüyor/ yürüyor emeğe doymak için/ ete doymak için/ kitaba doymak için/ hürriyete doymak için..” dizelerine rastlarız. Emek sömürüsü ve yoksulluk gitgide yaygınlaşmaktadır ülkemizde. Ancak beklenen güzel günlere dair umut her daim yürürlüktedir. “Türkiye İşçi Sınıfına Selam” adlı şiirinde “… beklenen güzel günler, güzel günlerimiz, ellerinizdedir/ haklı günler, büyük günler/ gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan/ ekmek, gül ve hürriyet günleri…” der Nazım Hikmet. Bu şiirdeki ekmek ve gül vurgusu, 1912 yılında ABD’de kadın işçilerin başlattığı, Ekmek ve Gül grevine göndermedir. Bu grevin ekmek ve gül olarak adlandırılmasının nedeni, 1908’de New York’ta bir fabrikada çıkan yangında ölen 128 kadın işçi için yürüyüş yapan on beş bin kadın işçinin attığı “ekmek istiyoruz, gül de” sloganıdır. Ekmek ve gül, direnişin, isyanın, emeğin ve umudun simgesi olmuştur artık.

Nâzım Hikmet’in bahsettiğimiz her iki şiiri de 1962 tarihinde kaleme alınmış. Bundan bir yıl öncesinde 1961’de Cumhuriyet tarihinin en büyük ilk mitingi olarak tarihe geçen Saraçhane Mitingi yaşanmış. Kaynaklara göre yüz bin civarında emekçinin katıldığı bu miting, işçi hareketinde bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor ve sonraki yıllarda gelişecek mücadele ruhuna ivme kazandırıyor. Mesela, 28 Ocak 1963’te 170 işçinin başlattığı Kavel kablo fabrikasındaki direniş, her türlü baskıya karşın büyük bir kazanımla sonuçlanır. Grev hakkı olmayan işçiler, Kavel Direnişi’yle grev ve toplu iş sözleşmesi hakkını kazanır. Kavel Direnişi’ne 1963 yılında ilk şiir kitabı 'Kavel'i yayınlayan Hasan Hüseyin Korkmazgil de destek verir. “İşime karım dedim/ karıma kavel diyeceğim/ ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada / güneşe karışmadıkça etim/ kavel grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim…” Şiirin tarihine Kavel’in türküsü de dahildir artık. Şiirin hafızasındadır yaşanan tüm tanıklıklar.

Direnme, grev, hak arama mücadeleleriyle birlikte göçükler, grizu patlamaları gibi iş cinayetleri, acılar, ölümler de yaşanmakta; tüm bunlar da geçmektedir şiir tarihine. 1965 yılının mart ayında Zonguldak Kozlu Ocağı’nda madencilerin eşit ücret talebiyle başlattıkları direniş, kısa sürede diğer ocaklardan gelen binlerce maden işçisinin de katılımıyla büyür. Ancak bu direniş, askerin müdahalesiyle sonlandırılır. Askerler iki işçiyi öldürmüştür. Öldürülen işçilerin cenazesi esnasında şehre takviye birlikleri gönderilmiş, birçok maden işçisi tutuklanmıştır. Tüm bu yaşananlar Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya “Zonguldak Ağıdı” adlı şiiri yazdırır. Şiirinde “Bir kömür, bir uzak, bir kara, bir derin/ ellerin, yeraltında yitmiş kocaman ellerin/ Yıllarca çalışırsın, gündeliğin on lira/ Açsın, susar kuyular bağıra bağıra/ Ko yamyassı ayakların balçık toprağa girsin/ Kim yürürse öldürürler bilirsin/ Zonguldak ölü iki gecede gecede diri bir/ Zonguldak bir Türkiye, bir aç Türkiye değil midir?/ Tanrı yeryüzünündür, bir pay düşmez sana/ Sen yer altındasın, Tanrısızsın, anlasana” der. Onun şiiri yeraltından yeryüzüne sızan büyük açlığın, yoksulluğun, adaletsizliğin sesidir. Onun şiiri susar bağıra bağıra…

İlhan Berk

BİRLİKTE BAKMANIN DERİNLİĞİ

İlhan Berk’in şiiri de kömür kokar. İlhan Berk, Zonguldak’ta öğretmenlik yaptığı yıllar içerisindeki tanıklığını, bir yarım asrın ipe dönmüş insanlarıyla, rüya görmeyen toprağıyla, düşünceli vakarlı dağıyla, yaşanan “kaderleri ümitleri buruk boyunlarıyla” aktarır şiirine. Kömür madeninde çalışan işçilerin kara yazgısı, kentin tüm dokusuna nüfus etmiştir. Doğasıyla, canlı cansız tüm varlıklarıyla beraber ele alır buradaki burukluğu. Toprağın altı paramparçadır, o yüzden toprak rüya görmez bu şiirde. Çünkü insanı da, rüyası da paramparçadır… “Öyle insanlar gördüm ki/ Ölüm peşlerine düşmeye korkardı/ Kılları uzamış hayvanların yanı sıra/ Ya kuyulara iniyorlar/ Ya kuyulardan çıkıyorlardı/ Kazmaları kürekleri lambalarıyla/ Ya insanlar gibi toprağın üstünde/ Ya köstebekler gibi toprağın altındaydılar…”

Şiirin tamamında maden işçilerinin ekonomik durumuna değindiği gibi, yaşadıkları zorlu koşulları, kursaklarındaki bir parça kara somunla, kuyularda, ölümün bile korkacağı bir karalığı sırtlanarak çalışmalarını anlatır İlhan Berk. İlhan Berk’in toplumcu gerçekçi anlayışı benimsediği ilk dönemlerinde kaleme aldığı bu şiirde işçinin iç dünyasını, gerçekliğini anlatır. Bu gerçekliği anlatırken işçinin duygusu, doğanın tüm elemanlarına aktarılır. İlhan Berk şiirinin en belirgin özelliklerinden biri olan kişileştirme tekniği bu şiirde kendini gösterir. Dolayısıyla şiirde yarattığı atmosfer oldukça serttir.

Ama umut emektir, dirençtir. Sennur Sezer’in “Sabahın Türküsü” şiirinde söylediği tam da budur: “Emek senin umut senin/ Korku ne? Yeter ki ellerin ellere kavuşsun”. El imgesi, Sennur Sezer şiirinde önemli bir yer tutar. El, emeğin, dayanışmanın, yaratmanın, ekmeği tutmanın, alın terinin simgesidir. Aynı zamanda el, ekmeği kaybetmenin acısını da taşır. İşten atılmanın, yoksulluğun, çalışamamanın kederini. Tıpkı Gülsüm Cengiz’in “İşten Çıkarılanın Türküsü”nde dile getirdiği gibi: “İşimden çıkarıldım yılın son günü/ Ellerim ceplerimde, dalgın/ gözlerimde taşıyarak bir hüznü/ yürüyorum/ hesabını yaparak yaşama tutunmanın / İŞSİZLİK / daha az ekmek demektir her dilde…”

Sennur Sezer

El, Cengiz Bektaş için de önemli bir imgedir. “Eli keskiydi çekiçti malaydı/ Eli ölçüydü/ yataydı düşeydi/ Eli işiydi /yedi Mehmet emekti/ Eli binlerceydi/ Sevginin/ Binlerce eli binlerce gözü/ binlerce yüreği/ Bir el bir göz bir yürek/ Çalışınca”. Böyle anlatıyor Cengiz Bektaş “Çalışınca” adlı şiirinde emeğin elle ilişkisini. “El” imgesine yaratıcılık, yürek, sevgi yüklüyor ve tüm ellerin birleşmesinden ortaya çıkan üretimin gücünden söz ediyor.

“Elbette tüm eller birleşince ve birlikte bakınca her şeye, apaçık görürsünüz kimin neye hizmet ettiğini.” Böyle diyor bir şiirinde Kemal Özer. Ve belleği diri tutmanın, kayıt altına almanın önemini vurguluyor yazdıklarıyla. Mesela 15- 16 Haziran 1970 tarihine, dönemin siyasilerinin sendikal hakların ve grev hakkının kısıtlanmasına yönelik hazırladıkları ve meclisten geçen tasarı nedeniyle yaklaşık yüz yetmiş bin işçinin katıldığı büyük işçi eylemine götürüyor bizi “16 Haziran Akşamının Şiiri”: “Hala durur o akşam, belleklerinde/ mayalanır durur, birlikte bakmanın derinliğiyle/ önüne geçilmez coşkusuyla, birlikte yürümenin/ bir ağızdan söylemenin güzelliğiyle bir şarkıyı/ birlikte sahip çıkmanın bir öfkeye/ bir hesabı birlikte ödetmenin/ ‘düşen kalır, bırakın ağlamayı’/ demenin kutsal ve hüzünlü aleviyle/ yaşayıp durur o haziran akşamı…”

Birlikte omuz omuza vermek Kemal Özer’e göre bir ırmağa dönüşmek gibidir. Yeni sevinçlere, umuda yelken açmaktır. Yeni tohumların filizlenmesidir. O haziran akşamı, umutların mayalanmasına aracı olmuştur ve kavgasız hiçbir şeyin elde edilemeyeceğini de göstermiştir bize. Çünkü Can Yücel’in “İşçi Marşı”nda dediği gibi, “Bir zincir yitirenler bir dünya kazanacak”tır. Özgürleşmenin, baharın, aydınlığın umudunu taşıyor dizeleri ve devam ediyor: “Hava döndü, işçiden esiyor yel/ Senlik- benlik bitip de kurtul muydu Bizlik/ asgari ücret değil, hür ve günlük güneşlik/ Bir Türkiye olacak aldığın son gündelik /halk kalacak geride, gidince bu zalım sel”.

1970’li yıllar işçi hareketinin güçlendiği yıllardı. Dolayısıyla, mitingler büyük bir katılımla, coşkuyla kutlanılıyordu. 1 Mayıs 1977 mitinginde de, beş yüz bin kişi DİSK önderliğinde toplanmıştı. DİSK Başkanı Kemal Türkler’in konuşması sırasında duyulan silah sesi ve sonrasında olanlar her şeyi değiştirdi. 1 Mayıs kana bulandı... Polisin panzerleri kalabalığın içine sürmesi, kimliği belirsiz kişilerce çatılardan sıkılan kurşunlar bir katliama neden olacaktı. Kayıtlara göre dört kişi kurşunla, otuz kişi de kalabalığın içinde ezilerek hayatını kaybetti. O gün 34 kişi öldürüldü ve ülke tarihinde hiç unutulmayacak yaralar açıldı. Elbette şiirin tarihinde de yer alacaktı kanlı 1 Mayıs. Seyhan Erözçelik “Kazancı Yokuşu” adlı şiirinde kendine has üslubuyla anlatıyor o günü:

küçük İskender 

“Gözlerimiz kanlı, Mayıs’mış, hayat nerde? /Mayıs yetti. Yediymiş. Dokuz yüz… Gücenen bin dokuyor, kaç kişiymiş süzülen. Bitti mi Taksim/ hayat bitti. Ölürmüş cana kan! Kan! Yaşarmış/ yaşasın Cumhuriyet… Gözlerim kanlı. Ilık, kirli su var/ dağlıyor kalbimi. Nerdeydi ölüm? Bin dokuz yüz… yedi… yetmiş yedi! Cuv! Cuv! Mayıs’mış,/ Mayıs’ın hangi birinden gelir Cumhuriyet, gözlerimiz kanlı/ Oy!”

Peki ya çocuk işçiler? Çocukluluğu doya doya yaşamak yerine çalışmak zorunda kalan çocukların nereden çürüdüğünü küçük İskender anlatıyor “1 Mayıs’ta Çocuk İşçiler Marşı” adlı şiirinde: “Çocuk işçiler kortejin en önünde yürüsün/ hep görülmeli onların nerelerinden çürüdüğü/ çocuk işçiler kortejin en önünde büyüsün/ hep görülmeli onların hangi ezgiyle yürüdüğü/ çocuklar hep yürüsün bırakın çalışmasınlar/ çocuklar hep büyüsün ölmeye alışmasınlar/ … çocuklar hep gülsün hayata hiç karışmasınlar/ çocuklar hep güzel devletle hiç barışmasınlar.”

Oysa 23 Nisan’la 1 Mayıs arasında tam bir hafta var. küçük İskender bunun bilinciyle kuruyor dizelerini. Evet ikisi de bayram. Biri işçinin, biri çocuğun. Biri emeğin, mücadelenin aydınlığı, diğeri çocuk olmanın aydınlığı. Dağıtsınlar karanlığı. “Önümüzde bir çiçek gibi açılsın aydınlık”.

* Dijital dünyada emek sermaye ilişkisi- Mete Ogün Parlak