Gündüz Vassaf: Milliyetçiler, dinciler uzatmaları oynuyor

"Gerek milliyetçilik gerek din, uzatmaları oynarken tarihin küllerinde kıvılcım arıyor" diyen Gündüz Vassaf, butik inançların ortaya çıkacağı görüşünde. Vassaf: “Erkek egemenliği, erkek hiyerarşisi, kadın- erkek eşitsizliği, kadın daha az maaş alıyor vs… Bunlar bitiyor. Bu literatürün bitmesinin zamanı geldi. Amaç yeni bir dünya kurmak. Kadının bu zavallı durumda olan erkeğe elini uzatması lazım. Orada da hakikaten ‘Artık zayıf bir durumdasın, iktidarda değilsin ama biz seni seviyoruz, sana düşman diye bakmıyoruz. Şimdi gel, birlikte dünyayı yeniden kuralım’ demesi lazım.”

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Son 7 aydır gündemimizde olan virüsün günlük hayatlara yansıması ilk günlerdeki gibi olmasa da sonuçları aynı hızda devam ediyor. İnsanlığın bu duruma alıştığı da söylenebilir.

Ülkeler başlangıçta aldıkları sıkı tedbirleri zaman içinde kaldırmaya başladılar. Diğer taraftan salgına alınan tedbirlere karşı sokağa çıkan, tedbirlerin kaldırılmasını isteyen insanlar da var.

“Evet, başlangıçta bilinmeyen bir görüntü sanki uzaydan bize düşman yaratıklar gelmiş gibi davranıldı. Fakat sonra o kadar ciddiye alınmamaya başladı. ‘Çünkü bana bir şey olmuyor’ düşüncesi var. Aşının da çok uzakta olduğunu görünce ve devletlerin çuvallamasıyla bir kesim insan kaderci yaklaşmaya başladı. Nasıl olmalıydı? Madem biz korkmuyoruz devlet bizi korkutabilirdi” diyor yazar ve psikolog Gündüz Vassaf.

Virüs, küresel ısınma, mülteci akınları derken dünya hızlı bir değişim içinde. Mültecilerin yaşadığı eziyetler bir yana yeryüzünde büyük insan gruplarının yer değiştirmesi ilerisi için nelere yol açacak? Vassaf’ın yorumu şöyle oluyor: “Tersini söylüyorlar ama milliyetçilik kaçınılmaz olarak azalacak, azalıyor. Londra’nın belediye başkanı Müslüman. Milliyetçiler, dinciler son demlerini, uzatmalarını oynuyorlar. Tahsil, eğitim arttıkça dinler bitiyor. Avrupa’nın kuzeyinde dinler bitti zaten. Mega şehirlerde milliyetçilik bitiyor. Artık o bayrağın pek bir anlamı kalmıyor şehirlerde.”

Dünyanın son halini, Türkiye’deki muhalefeti, dinler bitiyorsa muhtemel yeni din biçimlerini Gündüz Vassaf’la konuştuk.

Türkiye’de ilk vaka 11 Mart tarihinde açıklandı. Sonrasında sokağa çıkma yasağı gibi çeşitli tedbirler getirildi. Pandemi ilkin infial yarattı. Şimdi ise durum çok kötü olmasına karşın öyle değilmiş gibi davranılıyor. İnsanın alışmasıyla mı ilgili bu?

Türümüzün en temel içgüdüsünün hayatını korumak olduğunu düşünürdüm. Ondan sonra beslenme geliyor, barınak geliyor. Barınak da yaşayabilmekle ilgili. Bunun böyle olmadığını gördük. Çünkü tehlike ortada ama yokmuş gibi davranıyoruz. O zaman neden diye sormak lazım. Türümüzün en temel içgüdüsü canını korumak değil mi? Orada yanılıyor muyuz? Canımızı korumamızı engelleyen, saptıran ne var? İkincisini daha çok düşünmeye başladım. Afrika’dan çıktığımızdan beri 70 bin yıl falan oldu. Bu süreç içinde çok şımarık bir tür olduk. Asalak, edilgen bir tür olduk. Hele sanayi devriminden sonra… Evimizi yapabiliyorken şimdi anahtar teslim yerler alıyoruz. Kendi yemeğimizi pişirirken hazır yemekler alıyoruz. Ekonominin, siyasetin fecaatini hapishanelerde, göçlerde çekmiyorsak para kazanmaktan, vaktimizi iyi geçirmeye çalışmaktan başka bir şey kalmadı bize.

Evet, başlangıçta bilinmeyen bir görüntü sanki uzaydan bize düşman yaratıklar gelmiş gibi davranıldı. Fakat sonra o kadar ciddiye alınmamaya başladı. “Çünkü bana bir şey olmuyor.” Aşının da çok uzakta olduğunu görünce ve devletin çuvallamasıyla bir kesim insan kaderci yaklaşmaya başladı. Nasıl olmalıydı? Madem biz korkmuyoruz devlet bizi korkutabilirdi. Vatandaşına karşı şiddet kullanma hakkı olan devletler zaten bunu sık sık kullanıyorlar. Bizi korkutuyorlar. Polisiyle, cezalarıyla, hapishaneleriyle… Korona konusunda ise işte ‘kına gecesini bastık, şu kadar ceza kestik’ gibi sembolik şeyler dışında bir şey yapmadı.

‘DEVLET, TOPLUM HAREKETİNE AYAK UYDURMAYA MECBUR KALDI’

Ne yapabilirdi?

Mesela Türkiye’de devletin sigara içenlere karşı ciddi bir kampanyası var. Cumhurbaşkanı azarlıyor sigara içen insanları. Zannederdik ki, bu toplum sağlığı adına alınan bir tutum. Oysa ideoloji doğrultusunda alınan bir tutummuş. Sigara paketlerinde ‘iktidarsız olursun, kanser olursun’ yazıları var. Paramparça olmuş ciğerlerin resmi var. Ürkütücü resimler var. Bunu şehirlerdeki bilboardlara korona virüsü için asamazlar mıydı? Devletler ikilem içinde kaldı. Bu düzen içinde önce para kazanılması lazım. Bu yüzden vahşi kapitalizmin aracı, sermayenin hizmetçisi haline döndüler. Temel olan kamusal görevlerini, toplum sağlığını ihmal ettiler. Ekranlarda yeni yapılmış boş hastaneleri değil, hastaların koridorlara taştığı hastaneleri, solunum cihazlarına bağlanmış hastaları görelim ki kendimize gelelim, korona teröristi olmayalım. Türkiye’nin bir numaralı teröristi korona teröristi. Yani biz.

Yine ilk zamanlar virüsün herkesi eşit etkilediği hususunda yorumlar yapıldı. Kimisi bir kesimi yani zenginleri hiç etkilemediğini söyledi. Etkilese de tedavi süreçlerinde yolların ayrıldığı görüldü. Buradan yola çıkarak “Sınıf savaşı” tanımına gelmek istiyorum. Geçmişe nazaran “sınıf savaşı” tanımı silikleşmiş olabilir mi?

Medyada çalışanlar ve devlet ricali… Hepsi apartman dairelerinde iki katlı evlerinde yaşayan insanlar. Suyu akanlar, sıcak suyu olanlar… Evden çalışabilenlerin yalanıydı bu. Hastalık herkesi eşit etkiliyor diye. Hindistan’a bakın… Belki nüfusun yüzde 30’unun akar suyu yok. Bırakın sıcak suyla elini yıkamayı. İstanbul’da göçmenler bir odada 5-10 kişi yaşıyor. Sınıf kelimesi o kadar az telaffuz edilir oldu ki uzun zamandır ilk defa şimdi sizden duydum.

Aslında yakın zamanda sınıf savaşı ABD’de baş gösterdi. Virüsün sonuçları, ırkçılık… Hepsi birbirine karıştı. Sokağa döküldü insanlar. Bunların önemli kısmı işsiz insanlardı. Protestolara karşı bazı eyaletlerde polisin bütçesini kestiler. İlk defa toplum hareketine karşı devlet bile ayak uydurmaya mecbur kaldı.

Devletten gelen sosyal yardımlar ilk 6 aydaki gibi değil. Yeni çalışma yöntemleri geliyor şimdi. Madem toplu halde çalışmamız hastalığı yayabilir ve zaten insanları toplu halde görmekten devletler hoşlanmaz onun için robotlar daha çok devreye girmeye başladı ve girecekler. Önümüzdeki bir iki yıl içinde tarihte görülmemiş bir işsizlik bekliyor bizi. Devletler ve şirketler tutumunu değiştirmezse dünya bir meçhule doğru gidiyor olacak.

‘NESCAFE İÇİNCE, VİSKİ GÖRÜNCE KENDİMİZİN DE ZENGİŞLEŞTİĞİNİ SANIYORUZ’

Robotlar gelir, insanlık ona da alışır. İnsanlar yakılırken de hayat bir taraftan devam ediyordu. Gaz odalarını bilen binlerce insan vardı. Meçhule giderken neyi kast ediyorsunuz? Bir eşik, bir eşik daha… Kötü şeyler dünyada zaten yaşandı, yaşanıyor.

Katıldığım bir gözlem. Temerküz kamplarında bile insanlar dans etti, şarkılar söyledi. Öleceklerini bile bile gün içinde umutla yaşadılar. En büyük felaketlerde bu oluyor.

Önümüzdeki işsizlik döneminde yeni mesleklerin de yaratılması mümkün. Bundan geri kalırlarsa halkı oyalayamazlarsa başka şeyler olur. ABD’de kendini iyi hissettiren, doktorların reçeteyle yazdığı reçeteler karaborsaya düştü. İlaç, esrar kullanımı arttı. İnsanlar uyusun, leş gibi olsun ki başkaldırmasınlar. Bu da olabilir, tersi de olabilir. Yol ayrımındayız. Yeni bir dünyanın tohumları çoktan atılmaya başlandı.

Buna karşın sivil toplum kuruluşları alternatif devlet olabilir. Dünyayı yönetebilecek çaptalar. Sadece önlerinde devlet ve özel teşebbüs var. Şehirler devletlerden ayrılmaya, özerkleşmeye başladı. Bir yanda vahşi kapitalizmin uydusu devletler, başkanlar, kabineler öbür tarafta çok daha kozmopolit büyük şehirlerin belediye başkanları. Devletler ikiye bölünmeye başladı. Buradan da yeni bir dünya doğacak. Şehir devletler olmayacak belki ama ulus devletin merkezi gücü zaten miadını doldurmakta. Çünkü emperyalizme, çok uluslu şirketlere karşı, iklim krizine karşı son derece zayıf haldeler. Ulus devlet dünya sorunlarıyla baş etmek için çok küçük, yerel sorunlarla ilgilenmek için çok büyük. Çözülmeye mahkum. Burada şehirlere giderek yeni roller düşüyor. Bu da yeni bir dünyanın habercisi.

Dünyada o kadar çok para var ki… Korkunç istatistikler var. Amerika’da nüfusun yüzde 1’i gelirin yüzde 60’ını kontrol ediyor. Türkiye’de de böyle. Bizi şartlandırmışlar. Para kazanmak için çalışacaksın halbuki geriye doğru gidiyoruz. 1950 Türkiye’sinde tek erkeğin çalıştığı bir aile borçsuz geçinebiliyor ve ay sonunu getirebiliyordu. Evinden atılmadan, kirasını ödeyerek, çocuklarını okula yollayabiliyordu. Şimdi çift maaş, kadın da çalışıyor, erkek de çalışıyor ama çocuklarıya beraber olacak zamanları yok. Ay sonunu getiremiyorlar. Kredi borcu batağındalar. Yani bir adaletsizlik gelişti ve geliştikçe gelişiyor ama biz Nescafe içince, viski görünce ülkenin ve kendimizin zenginleştiğini zannediyoruz. Uykudan uyanınca dünya da değişecek.

‘MİLLİYETÇİLER, DİNCİLER SON DEMLERİNİ YAŞIYORLAR’

Dünya nüfusu inanılmaz bir yerde. Mücadele biçimleri bu kadar kalabalığı kurtaracak, kollayacak güçte olamaz gibi de geliyor. Teknoloji bir taraftan, medya ayağı var bir taraftan… Dünyanın bir ucundan diğer ucuna birkaç saatte gidilebiliyor. Baş edilemeyecek bir durum var. Her yerden pırtlayan canavar gibi uygarlık nimetleri…

Anlıyorum dediğinizi. Lakin artık egemenler de değişmezlerse düzenle birlikte çökeceklerinin farkında. Dünyanın sayılı işletme fakültelerinden biri Harvard’da.. Bütün bu büyük şirketlerin başlarındaki adamlar ya da kadınlar çoğu ordan geliyor. Aldıkları dersler ne kadar çok para kazanabiliriz, kazandırabiliriz üzerine kurulu. Son 10 yıldır bu değişmeye başladı. Öğrenciler derslerden memnun değil. Zannedersinizki 68 kuşağı. Toplumsal sorumluluk içeren, iklim krizini de hesaba katan dersler verilmesini istiyorlar. Zenginlerin çocuklarından gelen bir talep bu. Mantık değişmeye başladı. Kendilerinin de hayatlarını sürdürebilmek için yeni yatırımlar yapmaya ve olası isyanları engellemeye mecburlar. Bir kısmı belki çekip gidecek, uzayda yaşayabileceğini hesaplıyor. Lakin benden sonra tufan anlayışı yeni kuşaklarla çöküyor.

Mültecilerin yeryüzünde yaşadığı eziyetler bir yana… Kışın bir süre İsviçre’deydim. Orada garipti Suriyeli görmek. Büyük insan göçleri ileri vadede dünyayı nasıl etkileyecek?

Dünya kültürü zenginleşecek. Bir defa oldu. Avrupa’da bir örneği var. Asya’dan gelen kabileler bir uygarlığı, Roma İmparatorluğu’nu çökertti. Bugünkü Almanlar, Fransızlar onların torunları. Avrupa’ya Asya’dan yeni kan geldi, sonunda Rönesans Avrupası çıktı. Keza şimdi Avrupa şehirleri göçlerle ilk defa dünya kültür merkezleri olmaya başladı. Eskiden saftı bu şehirler, dünyayı tanımazdı.

Değişik kültürler arasında evlilikler, birliktelikler çoğalıyor. Çocukları olduğunda gene o milliyetçilik ve din aitliği bitiyor.

Bize tersini söylüyorlar ama milliyetçilik kaçınılmaz olarak azalacak, azalıyor. Londra’nın belediye başkanı Müslüman. Milliyetçiler, dinciler son demlerini, uzatmalarını oynuyorlar. Tahsil, eğitim arttıkça dinler bitiyor. Avrupa’nın kuzeyinde dinler bitti zaten. Mega şehirlerde milliyetçilik bitiyor. Artık o bayrağın pek bir anlamı kalmıyor şehirlerde. O yüzden şehirler sağcı, milliyetçi, dinci partilere oy vermiyorlar. Demin bahsettiğim şehir devletinin gelişmesi bunla ilgiliydi.

‘MUHTEMELEN BUTİK İNANÇLAR ORTAYA ÇIKACAK’

Dinler bitiyor dediniz. Türkiye’de siyasal İslamı konuşuyoruz. Devletin içindeki tarikatları konuşuyoruz.

Gerek milliyetçilik gerek din, uzatmaları oynarken tarihin küllerinde kıvılcım arıyor. Tutuyor da bir çok yerde. Çünkü yabancı görmeye alışık değiliz. Suriyeli geliyor, milliyetçi oluyoruz. Uluslararası kriz çıkıyor. Tek başımıza dünyaya direniriz, o güçteyiz, büyüğüz falan diyorlar. Güvensizlik duygusu içinde tabii ki bayrak ve din sarılacağımız en yakın şeyler. Hele işsizlik olunca hele ekonomiler çökünce. Ancak korona başlayınca Hindular tapınaklarını kapattılar. Senin Tanrın seni kurtarmayacak, maskeni tak, ellerini yıka dediler. Bilime ilk defa beklenti doğdu, Tanrıya değil. Kimse tapınaklara koşmadı. Veba zamanı insan kalabalığından o tapınaklara giremezdiniz.

Yeni din bilim mi olacak?

Aydınlanma döneminde bilim din oldu, hele Fransız devrimiyle. Fakat atom bombasıyla bilimin ne kadar felaketlere yol açtığı görüldü. Genetik manipülasyonlarla bize zararlı gelecek besin maddelerini geliştirdiklerini görüyoruz şimdi… Bilime eski güven kalmadı. Bilim ve kamu birliği, bilim ve sermaye birliğine dönüştü. Üniversitelerin çoğu artık sermaye için araştırma yapıyor. Bilimin yeni bir din olma dönemi kapandı. Muhtemelen daha çok butik inançlar çıkacak. Yani 50 kişinin, 100 kişinin, 1 milyonun birleştiği, paylaştığı ona göre kıyafetleri, ayinleri, inançları olduğu farklı farklı, değişken topluluklar. Kimliklerimiz gibi… Cinsel kimlik değiştiriyoruz. Durmadan kimlik değiştiriyoruz. Dinsel kimlikler de böyle olabilir. Butik inançlar üzerinden para da kazanılacak muhtemelen…

‘CENNETE BİLET KESİLMESİNE ESKİSİ KADAR İHTİYAÇ YOK’

Bir taraftan dinsizlik, Allahsızlık insanlığa iyi gelmeyebilir. Acı çektiğinde bir morfine, yatıştırıcıya ihtiyacı var insanın. “Oğlum şehit oldu” diyen bir babanın bir nebze olsun rahatlaması gibi…

Benim dediğim butik dinler Allahsızlıktan çok yaratılış nedir, oradan giden ve yanıtlara göre değişen ya da birleşen gruplar. Tanrının acının şifacısı olması düzenin adaletsizliğinden. Çünkü neye inanıyoruz? Bu düzen felakettir, geçicidir, acı çekiyoruz ama öbür dünyada acıyı çekmeyeceğiz. O yüzden Tanrı’ya inanıyoruz. Savaşlar, yoksulluk, ahlaksız yamyamlığa giden açlık… Bütün bunları türümüz yaşadı ama o acıyı daha iyi eğitimle, daha iyi sağlık sistemiyle, daha iyi giyinerek, ısınarak telafi ettiğimizde o anlamda Tanrı’ya ihtiyaç kalmıyor. Cennete bilet kesilmesine eskisi kadar ihtiyaç yok dünyada. Tanrıyı arayacaksak daha çok felsefi soruların cevapları için arayacağız.

O soruların için de “ahlak” da var. Ahlakı düşünecek insan kaldı mı?

Bravo. Çok temel konuyu parmak bastınız. Dinlerin temel varlık nedenlerinden bir tanesi bize ahlaklı olmaya çağırmaktır. Şimdiye kadar geldiğimiz düzenlerin hepsi egemenler adına insanı ezen ahlaksız düzenlerdi.

Ahlak vurgusu sebebiyle dinlerin ortaya çıkışı iyi niyetliydi diyebilir miyiz?

Çıkışı evet ama kullanılışı egemenler tarafından. Kapitalizmin yozlaştırdığı bu düzende ahlak önemli. “Başkasının önüne geç, sınıf birincisi ol” dünyasında dinin hala bir ahlak öğretisi var. Her ne kadar bu düzene karşı çıkmıyorlarsa da, ağızlarını açmıyorlarsa da… Hatta imamlar, hocalar, hahamlar bu düzenle işbirliği halindelerse…

Dinden bağımsız ritüellere, kimi insana has törenlere de ihtiyaç yok mu? İlk insan türünde dahi ölünün üzerinde çiçek fosilleri bulunmuştu.

Çok güzel bir soru daha… Dinin olmadığı toplumlarda da gene bu ritüeller var. 1 Mayıs Mezopotomya’da gelmedir örneğin. Ritüeller ne olursa olsun devam eder. Bazen isim değiştirerek, ulusal kimlik alarak, komünist kimlik alarak yine devam eder.

‘ARTIK BU LİTERATÜRÜN BİTMESİNİN ZAMANI GELDİ’

Nilay Örnek’in sizle yapmış olduğu podcastte “Erkekler en şanssız dönemlerini yaşıyorlar?” diyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?

Her ülkede önyargısız, sabır gerektiren araştırmaları sorgulayıcı bir tutumla kadınlar yapıyor. Biz erkeklerin şartlanması avcılık: Vur, al, getir. Fazla düşünmeden… Bunun devri bitti. Pabucumuz dama atıldı. Bu bir.

İkincisi yeni teknolojilerle erkeğin pek de işe yaramadığını gördük. Çocuk yapmak için artık erkeğe ihtiyaç yok. Neslin devam etmesi erkeksiz mümkün. Yapay sperm dahil yapıldı bildiğim kadarıyla. Erkeksiz yaşamak isteyen kadınların sayısı da hızla artıyor.

Kadınların aşağılanması üç tek tanrılı erkek peygamberli dinlerle başlamıştı. Bu düzeni sahiplenen ister kadın olsun ister erkek olsun pek bir şey değişmeyecek. Kadın bir anlamda öcünü almış olacak, kendisini ispat etmiş olacak. Diğer taraftan artık bu literatürün bitmesinin zamanı geldi. Erkek egemenliği, erkek hiyerarşisi, kadın- erkek eşitsizliği, kadın daha az maaş alıyor vs… Bunlar bitiyor. Erkek egemen düzenin artıkları yakın gündemde. Kadının bu zavallı durumda olan erkeğe elini uzatması lazım. Onu kadın hakları konusunda eğitmesi değil artık bu biliniyor. Hikaye erkeklerin iktidarda olduğu kurumları devralmak, erkeklerin yaptığı işleri ister general olsun ister şirket yöneticisi olsun daha iyi yapmak değil. Mesela Amerika’da kadın hareketi asker olmak istedi ve oldu da. Bu değil. Amaç yeni bir dünya kurmak. Orada da hakikaten kadınların elini erkeğe uzatması, ‘artık iktidar değilsin, zayıf bir durumdasın ama biz seni seviyoruz, sana düşman diye bakmıyoruz. Şimdi gel, birlikte dünyayı yeniden kuralım’ demesi lazım.

‘HER DARBE SİVİL TOPLUMA DOĞRU GİDEN ÜLKENİN YOLUNU KESTİ’

Avukatların ölüm orucunu konuşuyoruz. Tarikat liderlerinin çocuk istismarını… Buralara nasıl gelindi? Türkiye’deki muhalafete baktığınızda en aksak ilerleyen şey olarak neyi görüyorsunuz? (Gündüz beye son zamanlarda okuduğum kimi kitaplardan bahsediyorum. 60’lı yıllardaki ‘sol’ isimleri konuşuyoruz.)

Bir can alıcı soru daha. Bunu kendime de, arkadaşlarıma da soruyorum. Türkler ya da Kürtler ama daha çok Türklerden bahsediyoruz. Niçin tepkisiz? Bir avukatın ölüm orucunda ölmesi tek başına 70 milyonu ayaklandıracak bir olaydı. Grup Yorum üyeleri konser veremiyoruz diye, kültür merkezimiz açılsın diye gözümüzün önünde öldüler. Onlar öldükten sonra tepkimiz belki ancak youtube’da müziklerini dinlemek oldu.

Niçin tepkisiz insanlarız, niçin tepkiliydik zamanında? Özellikle sizin de bahsettiğiniz zaman dilimi 60- 70 arası tepki var. İktidarın şiddet kullandığı toplumlarda insanlar tepkisiz olur, korkar ama sebep tek başına bu değil. Çünkü Gezi diye bir şey de oldu.

Şöyle bir örnekle anlatayım. 12 Eylül’de, İhsan Doğramacı’yla YÖK (Yüksek Öğrenim Kurulu) denilen şey geldiğinde hocalar ve öğrenciler buna karşı olduklarını söylediler ama bir şey yapamadılar. Benim gibi istifa edenler oldu ama sistem devam etti.

Aslında müthiş bir enerji var. Akademisyenler eşcinseller için bildiriler imzaladılar, Hrant Dink’le ilgili toplantılar yaptılar. Yunan- Türk kardeşliğiyle ilgili dernekler kurdular. Antiemperyalist Irak mahkemeleri kurdular. Fakat kendi evlerini, yani üniversiteyi, seslerini çıkarabilecekken ve hiçbir ceza almayacakken işlerini kaybetmeyecekken parmaklarını kaldırmadılar. Neden? Benim tek aklıma gelen oportünizm. Diyelim ki bir üniversitede 100 hoca var. Onların 30’u YÖK’e karşı. Bir şey yapmak istiyor. Ne yapabilir? Bildiri imzalayabilir. Derslere girmeyebilir. Fakat ben 30 kişiyken öteki taraf 70 kişiyse o zaman arkadaşlarımla ters düşmekten korkuyorum. Onların bana darılmasından korkuyorum. Çünkü okulun yemekhanesinde yan yana oturuyorum. Sinemaya da belki birlikte gidiyoruz. Ters düşmekten korkuyorum çünkü belki bir gün ona ihtiyacım olur. Niçin böyle düşünüyoruz? Türkiye’de mutlaka avukat arkadaşın olsun, doktor arkadaşın olsun derler. Niçin? Güvensiz bir toplumda yaşıyoruz. Torpile ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz ki öyle… Öyle olunca sesimizi çıkarmaktan, yakın çevremize ters düşmekten korkuyoruz.Üniversite hocasının devleti eleştirmesi kendi kurumunu eleştirmesinden kolay. Onun için muhalafet yok. Devletin şiddet kullanmadığı dönemlerde bile böyle oldu.

Ama en önemlisi son 50 küsur yılda askeri, sivil, darbeler yaşandı. Her darbe sivil topluma doğru giden bir ülkenin yolunu kesti. Tam yeniden filizlenir gibi oluyor bir tokat daha devletten.

Daron Acemoğlu diye bir iktisatçı var. Ali Babacan’ın yeni kurduğu partinin ekibinde olduğunu da duymuştum. Yakında Nobel’i alacak diyorlar. Bir kitabında, ‘güçlü ekonomi ve güçlü demokrasi kuran ülkeler niçin bu kadar az’ diye soruyor. Türkiye’ye de bir bölüm ayırmış. Çünkü Türkiye’de tabandan gelen bir talep yok demiş. Hep tepeden verilmiş haklar… İşte Cumhuriyet için de, kadın hakları için de… Tezi bu. Palavra! İnanamıyorum… Türkiye’de ne zaman toplumsal hareket olduysa öğrencilerle, öğretmenlerle, sendikalarla, işçilerle hep bir darbe geldi ve darbeler de Amerika’nın yeşil ışık yakmasıyla geldi ya da Sovyet’le Amerika’nın değişik nedenlerle, değişik dönemlerde Türkiye’yi istikrarsız kılma kavgalarıyla. O zaman bu ülke nasıl gelişebilir? Askeri müdahalelere taraf tutanlar başta askerdi, iş insanlarıydı. TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği), Vehbi Koç, Sakıp Sabancı… Bunları da unutmamak lazım.