Tanıl Bora: Entelektüellerin siyaseti küçümsemesi ezeli bir problem

Çalışma alanları, Türkiye’de siyasal düşünceler, özellikle sağ ideoloji ve milliyetçilik olan Tanıl Bora “Sol-sağ ayrımı, her zaman her şeyi ölçmeye yarayan bir cetveldir” diyor. Trump’tan yola çıkarak dünyayı yönetenlerin aklıyla ilgili noksanlıklar elde varken, entelektüeller, sol fikir buralara niçin gelemiyor sorusunu Bora şöyle yanıtlıyor: “Entelektüellerin siyaseti küçümsemesi ezeli bir problem. Entelektüel müktesebatı olanlar siyasal mevkilere hiç aday olmuyor değil. Žižek gerçi otuz sene oldu ama cumhurbaşkanı adayıydı biliyorsunuz Slovenya’da! Mekanca ve zamanca çok daha yakın örnek, HDP eş genel başkanı, Mithat Sancar…”

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Teknoloji ve medyanın geldiği yer itibariyle 'gösteri çağı' içinde çoğu kavram başka anlamları da kendine dahil etti. Bu kavramlar arasında 'sol' da yer alıyor.

Ahir zaman sol fikriyatının muhteviyatı eskiye nazaran daha sade, ısrarlı olduğu kimi tasavvurlardan çoktandır vazgeçmek zorunda kalmış olabilir mi?

Türkiye siyasal tarihinde, sözün özenle seçildiği zamanlar hiç yaşandı mı? Entelektüel donanım, sol düşünce, hayatı, insanı, yeryüzünü sabırlı, serinkanlı gözlemlerle el alan, gerçek haliyle kavramaya çalışan sosyologlar, dil bilimciler (vs.), devrimciler bugüne değin dünyayı yönetmekte neden aday olamadılar?

Sosyal medya, kamusal alanın bir uzantısı haline mi geldi? Nizamını hiç bozmayacak titizlikte muhakemesini bildiğiniz bir yazarın, 'ortamlarda en lazım olacak dizeler' diye ezberlediğiniz bir şairin, bir romanda aklınızda kalan kimi diyalogların yaratıcısının, zihnine bayıldığınız bir edebiyatçının başka hallerini görmek -abartılı bir sözcük olsa da- büyüyü bozan şeyler değil mi? Yazarların, şairlerin auralarını korumaları gerekiyor mu? Sosyal medyanın bu yönde olumsuz bir sonucu oluşmuş olabilir mi?

Ağırlıklı çalışma alanı Türkiye’de siyasal düşünceler, özellikle sağ ideoloji ve milliyetçilik olan Tanıl Bora’yla konuştuk.

Siyasetteki sözün özenle seçildiği, belirli dağarcığa sahip olduğunun bilindiği bir dönem oldu mu Türkiye tarihinde?

Sadece Türkiye’de değil dünyada da, siyasetin kitleselleşmesi, ister istemez aynı zamanda vulgerleşmesi anlamına geliyor. Vulgerleşme malum, adileşme, bayağılaşma demek ama 'basitleşme' diye de düşünebilirsiniz, demokratikleşmeye dönük bir yanı da var, olabilir yani. Bunu şunun için söylüyorum; 'bir zamanlar siyaset ne kadar nezihti' gibi nostaljizme ve o nostaljizm içinden elitizme doğru da kapılıp gitmemek lazım. Türkiye’de siyaset bir zamanlar çok geniş bir kelime dağarcığıyla mı yapılıyordu, söz özenle mi söyleniyordu? Orada da dereceli konuşmak lazım, Evet, 'güzel' konuşanlar, belagatin hakkını verenler vardı, kesinlikle daha çok vardı, nitekim şimdi de yok değil  ama eskiden bugüne birtakım süreklilikler de var.

Öncelikle hamaset, her zaman çok baskındı Türkiye’de siyasal dilde. Bunda bir devamlılık var. İçerik değişebilir, ama mehterli trombonlu, marş söyler gibi konuşmayı kastediyorum. Nefret söylemi, elbette eksik değildi, ama yeni zamanlarda, özellikle iktidarın dilinde, neredeyse 'onsuz olunmaz' hale geldi. Belki en bariz değişim, nezaketin geçersizleşmesi. Nezaket, gereksiz sayılmakla kalmıyor, adeta zaaf addediliyor. Zayıflık göstermek gibi algılanıyor, kararsızlık, güvensizlik işareti gibi… Kudretli olana yakışmayacak bir hal gibi. Oysa nezaket, meşrepten bahsetmiyorum, kibar laflar etmekten de bahsetmiyorum, siyasi dilde nezaket, bizzat usul olarak da önemlidir, karşısındakine asgari saygının ifadesi, bütün vatandaşları, bütün insanları 'saymanın', tanımanın ifadesi, müzakereye açık olmanın ifadesi… Zaten üsluptaki nezaketsizleşme, tam da bu usul şartlarından uzaklaşan bir siyasal tavrın ifadesi… Bununla da alakalı bence, zaten fazla güçlü olmayan mizah da zayıfladı. Kaba şakaya, “ona bakarsan” havasında ergen mübalağalarına mizah demiyorum, onlar bol bol var. Zekâ ve yine nezaket içeren istihzayı kastediyorum.

Ama dediğim gibi, buradan nostaljiye yuvarlanmayalım. Bu problemler ya da eksikler diyecekseniz eksikler, siyasetin içeriğiyle ilgili, tarz-ı siyasetle ilgili. Bunları mesele etmek, ancak siyasal bir değişiklik talebi ve önerisiyle birleşirse anlamlı olur.

‘ENTELEKTÜELLERİN SİYASETİ KÜÇÜMSEMESİ EZELİ BİR PROBLEM’

Şimdinin sözü nasıl?

Sözü bitiren bir söz, derdim öncelikle. Müzakere açmayan, konuşmayı baştan men eden bir söz. Bizimle konuşmuyor, buyuruyor. İktidar dilinden bahsediyorum tabii esasen. İktidarın nobran dili, malum… Aslında iktidarla sınırlı olmaksızın da, 'dinlemeyen' bir dil, hüküm sürüyor. Muhataplarının söyleyeceklerini dinlemeye açık değil, sadece kendi konuşuyor.

Dünyayı yönetenlerin aklıyla ilgili noksanlıklar imâ ediliyor. Trump’tan yola çıkarsak aksini söyleme imkânına sahip olduğumuz da söylenemez. Entelektüel donanım, sol düşünce, hayatı, insanı, yeryüzünü sabırlı, serinkanlı gözlemlerle el alan, gerçek haliyle kavramaya çalışan sosyologlar, antropologlar, dil bilimciler (…) ve tabi devrimciler bugüne değin dünyayı yönetmekte neden aday olamadılar? Zaman aptallık çağı mı?

Aptal bir çağ, diyelim. Birçokları söylüyor ya, kapitalist sistem kendi rasyonalitesinin hudutlarını geçti, kendini ancak bir irrasyonellik içinde sürdürebilir hale geldi. İşte meşhur 'post-truth'; başı sonu olan, tutarlı akıl fikir değil siyaseten işe yarar laf, sözde 'data', güzel bir yalan falan kullanışlı oluyor. Mecbur, çok şey aptalca olacak. Ama işte, 'vahim ama ciddi değil' lâfının tersi: 'ciddi değil ama vahim.'

Entelektüel müktesebatı olanlar siyasal mevkilere hiç aday olmuyor değil. Žižek gerçi otuz sene oldu ama cumhurbaşkanı adayıydı biliyorsunuz Slovenya’da! Mekanca ve zamanca çok daha yakın örnek, HDP Eş Genel Başkanı, Mithat Sancar…

Entelektüellerin siyaseti küçümsemesi, 'kirli' bulması, ezeli bir problemdir. İşin öbür ucunda da, siyasi güçten büyülenmeleri var, aklı fikri sözü 'tatbikata' aktarma heyecanıyla naif hevâ ve heveslere kapılmaları riski var. Gündelik veya 'reel' politika ile daha geniş ufuklu politik düşünce arasında, iki yakanın da hakkını veren bir alış veriş kurulabilse, en iyisidir bence. Yani aradaki gerilimi de koruyarak, bitmeyen bir tartışma gibi. Bunun zeminleri pek yok.

'Devrimci' diyorsunuz, orada adanmışlık ve azamicilik vardır, siyasette ise pragmatizm ve uzlaşma, orta yol icap eder, bazen asgaricilik icap eder. Devrimcilik, bu gerilimi bilerek ve onun hakkını vererek gerçekten devrimci olabilir, gibime geliyor. Yine aynı şeyi söyleyeceğim; iki düzlem arasında bitmeyen bir tartışma. Pragmatik çözümlere tamamen kapalı, kaskatı bir devrimcilik iddiası, çok örneği var, eninde sonunda kendine oportünist sapaklar buluyor. Doğru düzgün, haysiyetiyle pragmatist olmak, ahlaken de siyaseten de devrimcilik bakımından da daha iyi değil mi?

‘SOL- SAĞ AYRIMI HER ZAMAN HER ŞEYİ ÖLÇMEYE YARAYAN BİR CETVEL’

Şimdimiz için seçenek olarak önümüzde iki kavram var. Sağ popülizm ve sol. İdeolojilerin sonu gelmiş olabilir mi?

Tanım gereği olmayacak bir şey. İdeoloji dediğiniz, insanların kendilerini, başkalarını, dünyayı görme biçimleri… Bunlarla ilişkilerini nasıl tasavvur ederler, nasıl anlamlandırırlar. Bunun sonu gelir mi? Bu bakışların ayrışmasının, ihtilafa düşmesinin, mücadelesinin sonu gelir mi?

Tabii bununla kastedilen daha ziyade ideolojik doktrinlerin sonunun gelmesi, 'büyük' evrensel fikirlerin sonunun gelmesi. Böyle göründüğü doğru. Gerçi bildiğimiz temel siyasi fikirleri yürürlükteki siyasetlerin içinde açıkça pekâlâ görebiliyoruz. İdeolojilerin bittiğini düşündürten şey, fikirlerin veya temel siyasal tercihlerin siyasal ideolojilere dönüşme veya onlara tercüme biçimlerinin değişmekte olması. Siyasetin, aşağı yukarı 80’lerden beri giderek, kitleleri bütünlüklü, derli toplu ideolojik söylemlerle seferber etmekten uzaklaşmış olması. Bu çok ciddi bir sorun, siyasal etkinliği cansızlaştıran ve demokratik potansiyelleri tahrip eden bir sorun.

Popülizm, aslında bir bakıma tam bu apolitikleşmeye karşı bir alternatif iddiası getirmesinden de can buluyor. Bir siyasi enerjisi var, bir 'laf söyleme' iddiasında. Hakim sağ popülizmler, milliyetçi, muhafazakar, ırkçı ideolojileri, yeni sürümler ve kolajlarla canlandırıyorlar. Sorun, popülizminin lafının, bütün lafları bitiren bir laf olması. Biz halkın, aslında daha doğrusu genellikle 'milletin' çıkarını biliyoruz, zaten onun ta kendisiyiz, ne diyorsak o! Bu arada solun, gerçekten sol sıfatını hak eden birtakım dikkat ve müdahalelerle, sol sıfatına uyacak popülist yordamlara başvurmasının günah olmadığını düşünüyorum, onu da geçerken kısaca belirteyim. Birikim’in online yayınında bununla ilgili birkaç yazı da yazdım.

Sol-sağ ayrımı, her zaman her şeyi ölçmeye yarayan bir cetveldir bence. Eşitlikçilik endişesi, mazlumla dayanışma, insanın ve toplumun -varsın yavaş olsun- değişebileceği inancı, özerk davranışa ve değer koymaya el veren özgürlük, soldur. İnsanın ve toplumun değişmezlerini mühürleyen bir nizama, geleneğe bağlılık, üstünlük ilişkisine meşruiyet sağlayan 'doğal-değiştirilmez' farklara iman, sağdır. Check-list gibi düşünmeyin; toplamda solcu bir yönelimin içinde de sağcı unsurlar bulunabilir mesela. Ama onu da böylece ölçebilir, ayrımlar yapabilirsiniz.

‘PARTİ, ÖRGÜT, PLATFORM VS. FORMLARI YETMİYOR GÖRÜNÜYOR’

Bahsi geçen solun bildiğimiz sol olmadığını, iddialarından sehven de olsa vazgeçtiğini düşünenlerdenim. Yeni solun muhteviyatı eskiye nazaran daha sade, ısrarlı olduğu kimi tasavvurlardan çoktandır vazgeçmek zorunda kalmış olabilir mi?

Demin konuştuklarımızla da bağlantılı bir konu… Yeni sol nedir? Yirmi yıl kadar önce 'yeni sol' yaşlanamadan eskidi gitti. Günümüzde yeni sol nedir? Bence hâlâ teşekkül halinde. Ezilmiş kimliklerin tanınma talebi etrafında gelişen mücadele birikimi var, canlı bir birikim. Feminist ve LBGTİ hareketinin canlı bir birikimi var. Ekoloji hareketi var, iklim krizi vesilesiyle yeni soluklar kazanıyor. 'Yeni proletarya' denen, prekarizasyona yani güvencesiz, süreksiz, aşırı esnek, bilgi ve donanımlarını niteliksizleştiren emek süreçlerine tabi beyaz yakalı çalışan kitlesinin, -ki önemli bölümü gençlerdir- homurtusu var. Eski solun kimisi muhafazakarlaşmış ama kimisi enerjik bir arayış içinde olan sebatkâr bakiyeleri var. Başkaları da var. Fakat bunları ezbere toplama ve çarpma-bölme işlemleriyle birbirine tutturmak mümkün olmuyor. Teorik olarak şık duran simya formülleriyle olmuyor. Zaten mesele basitçe toplamak, yan yana getirmek değil. Bir hedef, bir program, bir “söz,” ve müşterek siyasi deneyim... Bildiğimiz parti, örgüt, platform vs. formları yetmiyor görünüyor. Yeni yollar yordamlar çıkacak belki. Her şeyi bilir havalarda olmamak gerek, yeniye açık olarak denemek gerek, merakta kalmak gerek.

‘DÜŞÜNCE TARİHİ AÇISINDAN PARLAK BİR VAZİYETTE DEĞİLİZ’

'Cereyanlar-Türkiye’de siyasi ideolojiler' kitabınızın ilham kaynağının Hilmi Ziya Ülken’in 'Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi' adlı kitabı olduğunu söylüyorsunuz. Kitabınızın girişinde şöyle yazmışsınız: “Ülken bir düşünce tarihi yazmıştı, ben ona özenerek bir ideoloji tarihi yaz- maya çalıştım. Belki de o kadar büyük bulunmayabilecek olan fark, şuradadır: Düşünce tarihi, ‘yüksek fikirleri’ dikkate alır; ideoloji tarihi ise, onlarla beraber popüler ideolojik söylemlere, sıradanlaşmış düşüncelere, tasavvurlara da bakar.” Çağdaş düşünce tarihi yazıldı. İdeolojiler tarihini siz yazdınız. Yakın gelecekte Türkiye için yeniden 'düşünce tarihi' yazılacak kadar malzeme çıkacak mı dersiniz?

Doğrusu, ideolojilerin tarihsel seceresi işini de layıkıyla yapabilmiş değilim. Neticede 'Cereyanlar' evet, ideoloji kavramıyla iş görse de malzemesi ağırlıkla düşüncelerdir. Düşünceden, üzerine düşünülmüş düşünceyi anlıyorum. Sahici anlamıyla eleştirilmiş, yani elekten geçirilmiş, süzülmüş, ölçülmüş tartılmış akıl-fikir. Bu bakımdan parlak bir vaziyette değiliz tabii. Özgürlük ortamının eksikliğinden… Eleştirinin kıtlığından, düşüncelerin pek birbiriyle konuşmamasından, birikmemesinden… Ebedi ve daimi âciliyet baskısından… İdeolojinin ise malzemesi boldur, her yerdedir. Düşüncesizlik de ideolojik bir olgu neticede, enine boyuna inceleyebilirsiniz. Yalanın ideolojik işlevini, bayağılığın ideolojik tesirlerini, riyakârlığın meşrulaştırma mekanizmalarını inceleyebilirsiniz. Malzememiz çoktur.

‘BİREYSELLİK İYİCE ÖNE FIRLADI, ÇOK FAZLA PERFORMANS VAR’

Geçmiş zaman içinde belirli dönemler için entelektüellerin, yazarların, şairlerin buluştuğu kimi mekânlardan bahsedilir. Beyoğlu’nda Nisuaz Pastanesi misal. Şimdi yerinde banka var. Lefter’in meyhanesi, Baylan Pastanesi… Günümüzde ise bu özelliğiyle bilinen buluşma yerleri daha az. Yeni buluşma yeri sosyal medya. Sizce sosyal medya kamusal alanın bir uzantısı haline geldi mi?

Uzantısı değil de… Kamusal alanın ikamesi mi demeli acaba? Yoksa da 'başka araçlarla sürdürülmesi' mi demeli? Dönüşümü mü demeli? Tahribi mi demeli? Kamusal alan deyince, insanların müşterek meseleler etrafında müzakere etmesine mahal veren mahal geliyor, buna uygun platformlar, buna uygun ilişki zemini. Bir açıdan bakarsanız, sosyal medyanın bu zemini tahrip ettiğini düşünebilirsiniz. Çünkü ideal kamusal alanda öne çıkmaması gereken bireysellik iyice öne fırlıyor, buna da bağlı olarak çok fazla performans var. Gerçi kamusal alanda da bir tür performans gerekir; orada da rol oynanır, kamusal bir rol içinden konuşursunuz, hatta “samimi” olmanız değil o kamusal role girmeniz gerekir. Oysa sosyal medyada samimiyet performansları yarışıyor. Kamusal alandaki anonimlik, bir kamusal rolün anonimliğidir; sosyal medyadaki çok defa linççilerin anonimliği olabiliyor. Ama bir yandan şu soruyu da sormak lazım: kamusal alan, o ideal, teorik tanımıyla nerede, ne kadar varolabildi? Ne kadar demokratik olabildi? Kamusal alan, sosyal medyaya atfettiğimiz tahribatın bazı unsurlarını zaten sinesinde taşımıyor muydu? Kamusal alan 'nizamı' içinde kendini oraya koyamayan öznelerin, grupların sosyal medya sayesinde ses çıkarabildiğini unutmayalım. Kamusal alan da, sosyal medya da, mücadele alanları. Hem nasıl anlamlandırılacağı bakımından, hem içeriği, işleyişi bakımından.

Verdiğiniz örnekler, işte pastane cemaatleri falan, yarı-kamusal denebilecek mecralar. Yarı-kamusallık, önemli bence. Özellikle demokratik kamusal alanın kurumlaşmadığı veya zayıf olduğu toplumlarda, özellikle baskı ortamlarında. Hem herkese 'açık' olmayan, özel alandan da beslenen ilişkileri olan gruba mahsus, hem de müştereğe açılan, kamusal meselelerle meşgul, kamusalla temaslar kuran ilişki ağları. Bunlar bence önemli mecralar.

‘ZAMANIMIZIN İLETİŞİM TEKNOLOJİSİ AURA’LARI KOLLAMAYI ZORLAŞTIRIYOR’

Şu yazar şuraya gelirdi, şunları yapardı, şu insanlarla şakalaşırdı, kavga ederdi yerine sosyal medyada yazılanlar, kime mention attığı, kime 'laf giydirdiği'… Nizamını hiç bozmayacak titizlikte muhakemesini bildiğiniz bir yazarın, 'ortamlarda en lazım olacak dizeler' diye ezberlediğiniz bir şairin, bir romanda aklınızda kalan kimi diyalogların yaratıcısının, zihnine bayıldığınız bir edebiyatçının başka hallerini görmek -abartılı bir sözcük olsa da- büyüyü bozan şeyler değil mi? Yazarların, şairlerin auralarını korumaları gerekiyor mu sizce?

Gerçi şu da var: Büyünün bozulması o kadar fena olmayabilir. Herkesin yere inmesi, kimsenin semaya yükseltilmemesi, iyidir. Demek istediğim, 'bizde' yüceltme töresi de içimize baygınlık verebiliyor, o yanını da ihmal etmeyelim! Ama tabii, söylediğinizi anlıyorum. Yine bir 'gerçi' diyeceğim, biliyorsunuz eskilerde de hayran olunan şairlerin, ediplerin skandalları olurdu, çirkin vaziyetleri görülürdü. Kimisi skandallarla oynar da zaten. Kimisinin aura’sı, biraz da bunlarla şekillenir. Hem biraz da meşrep meselesi, basitçe. Elbette, zamanımızın iletişim teknolojisi, sür’ati, teşhirciliği, performatif kudurukluğu, aura’ları kollamayı zorlaştırıyor. Özellikle de performans meselesi. Sanat zaten performanstır, fakat şimdi performansın performansını, performansın performansının performansını da yapmak gerekiyor. Büyü bozmaktan da önce, yorucu. İhtiyar bir laf söyleyeyim; herkes kendini bilmeli, kendine yakıştırdığını yapmalı, diyeyim.