Sinan Erensü: Bunlar niye yapılmıyor noktasına gelmek işin örgütlü kısmı

Sabancı Üniversitesi’nde Mercator-İPM araştırmacısı Sinan Erensü: Hem ütopik hem somut taleplerle bugüne, hane halkının ihtiyaçlarına yönelik taleplerin iyi anlatılması lazım. Bunun siyasi aktörler tarafından dillendirilmesi gerekiyor. Yoksa her ekonomik kriz bir takım rahatsızlıkları beraberinde getirir. Sorunları bir arada düşünmek, herkes için ortak bir zeminde, ‘evet bunlar niye yapılmıyor’ denme noktasına gelinmesi, işin örgütlü kısmı aslında.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - “Gelir dağılımına göre vakanın en çok görüldüğü semtler ne anlatıyor?” sorusunun yanıtı tek bir şekilde veriliyor: Bu insanlar işe gitmek zorunda olan insanlar dolayısıyla virüse karşı evlere sığınamıyorlar. Ancak başka yanıtları da konuşmalı.

'Dışarıdan' kaçmak için sığınılan evlerin şartları da muhitlere göre değişiyor. Kaçtığınız ev nasıl bir ev? Zeytinburnu, Bağcılar, Kasımpaşa’da hayat devam ediyor. Kasımpaşa’dan az yukarı çıktığınızda Taksim’de, Nişantaşı’nda hayat yok. Olması gerektiği gibi. Sultangazi’de ve kimi mahallelerde gençler, çocuklar sokakta. Bu kalabalık, telâşe kimisi için 'sorumsuzluk.' Fakat sanki bu değil.

Demokratik, ulaşılabilir, ekolojik ve adil kentlerin kolektif olarak yaratılmasına yönelik çalışan Mekanda Adalet Derneği'nin kurucu üyelerinden, Sabancı Üniversitesi’nde Mercator-İPM araştırmacısı Sinan Erensü’yle konuştuk.

Sinan Erensü.

İstanbul virüs dağılımı haritasında Bağcılar, Sultanbeyli, Zeytinburnu gibi ilçeler ilk sıralarda yer alıyor. Gelir dağılımında en az pay alan semtler olarak değerlendirildikleri için buralarda işe, fabrikaya giden insanlar olması sebep gösteriliyor. Tek sebep bu mu sizce?

Buradaki vakaların çokluğunun çeşitli sebepleri olabilir. İlk akla gelen söylediğiniz gibi daha geliri düşük semtlerdeki insanların işe gittiğini ve hastalığı ya yolda ya işte kaptığını kabul etmek. Bunun doğruluk payı var. Bunun yanında başka etmenler de söz konusu. Bu bölgelerde yaşayan insanların hepsi fabrikaya gidip evlerine dönen insanlar değil. Bazıları sokaktalar. Örneğin bu dönemde işportacılık yapan insanların da imkânları daraldı.

Diğer etken mesela hanedeki nüfusların yoğunluğu. Muhtemelen bu semtler Kadıköy, Beşiktaş’a göre daha yoğun. Bir hanede iki kişinin yaşamasıyla altı kişinin yaşaması riski yükseltmek bakımından önemli bir fark.

Bağcılar’da Zeytinburnu’nda yapı stoğu da birbirine çok yakın. Evler sırt sırta, yapış yapış tarzda inşa edilmiş. Bahçeye çıkma gibi nefes alma imkânını kısıtlayan bir yapı stoğu var. Burada yaşayan insanlar hava almak için dışarıya çıktığında yine teması artırıcı bir risk söz konusu.

Bir diğer sebep kültürel faktörler. Bu saydığınız yerler eski gecekondu muhitleri. Zamanında gecekondularını aile apartmanına dönüştürme imkânları olmuştu. Hepsi böyle değil tabi. Yoksulluk sağlık sorunlarında daha zayıf kalmak da demek. Gelir düzeyi daha düşük olunca beslenme alışkanlıkları dolayısıyla bağışıklığı güçlendirme kapasitesi de düşüyor.

‘ANA ARTERDE DEĞİŞİKLİK YOKSA MAHALLELERDE, ARA SOKAKLAR DA OLMAZ’

Kasımpaşa, Üsküdar… Buralara çıktığımızda salgın öncesi gibi bir kalabalık, telaş olduğu görülüyor. Misal kimi mahallelerde çocuklar, gençler dışarda. Fakat Kasımpaşa’dan yukarı çıktığınızda Taksim’de, Nişantaşı’nda hayat durmuş. Kimi semtlerin hayata devam etmesi salt 'sorumsuzluk, kadercilikten'ten dolayı mı?

Anadolu yakasında işçi sınıfı semtlerine yakın bir yerde oturuyorum. Tuzla ve Pendik’in kuzey mahallelerini daha iyi biliyorum. Şöyle bir semt düşünün… İnsanlar sabahları iş için dışarı çıkıyor ve akşamları evlerine geliyorlar. Evin babası, annesi, ablası, abisi… Hayat bazı mahallelerde devam ediyorsa gençlerin, çocukların sokağa çıkması işte günde iki üç kere bakkala gidip gelmesi, sokakta sohbetlerinin devam etmesi kaçınılmaz hale geliyor. Siz bazı grupları hayatlarına devam ettirecek şekilde kodlarsanız onlar da mahallelerinde hayatlarına devam ederler. Ne yapılıyor? Nüfusun belli kısmına daha çok değer veriliyor. Başka bir kısmı harcanabiliyor. Harcanabilir kısmını kendilerine 'yakıştırılan' şekilde yaşattırmaya işe, fabrikaya gitmeleri bekleniyorsa onlar da o şekil yaşayabilirim diye düşünüyorlar. Bu yakada Tuzla, Kurtköy, Orhanlı bölgesinde hafta içi her gün saat 16:00- 17:00 gibi baya trafik oluyor. Ana arterde hiçbir değişiklik yok. Ana arterde trafik değişmediği zaman ara sokaklarda, mahallelerde radikal bir şekilde değişim olamaz.

Benim oturduğum bölgede de çocukların, gençlerin dışarıda olduğunu görüyorum. Diğer taraftan baba dışarı gitmek durumunda kalıyorsa, hafta içi her gün çocukların evde bakımı söz konusu. Evin içinde çocuklara bakmak, sürekli gözetmek mümkün olmadığı durumlarda çocuklar mahalle ortamında zaman geçirme durumunda kalabilirler. Bu da normal bir sonuç.

‘ŞİMDİ KİM NE YAPSIN DÜNYANIN EN BÜYÜK BİLMEM KAÇINCI HAVALİMANINI’

Kente dair neler söylüyor bugünler bize? Neler çıktı ortaya?

Sınıfsal çizgilerle birbirinden ayrılmış şehirlerde yaşadığımız ortaya çıktı. Özelikle sokağa çıkanlar ve çıkamayanlar. Covid-19 bulaşmış, bulaşmamış haritalara baktığımızda bunu da hane halkı gelirine vurduğumuzda yüzde 90 örtüşme görüyorsak bu hastalığın sınıfsal olduğunu ve şehirlerin de ne kadar da sosyal çizgilerle ayrıldığını görebiliriz.

Diğer taraftan kentsel dönüşümle yan yana yapılan evlerin çok da yaşanabilir evler olmadığını gördük. Kullanım değerinden çok değişim değerini ön plana çıkartan evler olduğunu gördük. İyice küçülen, balkonsuz, işte montunu çıkartma imkânının dahi olmadığı, girişlerinde bir holü olmayan evler, balkondan bahçeden yoksun evler ortaya çıktığını görüyoruz. Varsılların yaşadığı evlere baktığımızda ise hem depremden korunduklarını hem de kendilerine ait kurtarılmış bölgeler gibi şehrin geri kalanından bağımsız yaşayabildiklerini gördük.

Kentlere dair hangi alt yapıları önemsediğimiz bu alt yapıların hangisinin kıymetli olup hangisinin olmadığı da ortaya çıktı. Devasa havaalanları, Kanal İstanbul gibi inanılmaz paraların akıtıldığı kentsel altyapı projelerinin aslında kentin gerçek kullanım ihtiyaçlarına hitap etmeyen projeler olduğu ortaya çıktı. Şimdi kim ne yapsın böyle bir afet anında dünyanın en büyük bilmem kaçıncı havalimanını? Kim ne yapsın Kanal İstanbul gibi yıllarca ne kadar milyon dolar akıtılacak lüzumsuz bir projeyi?

Hangi temel alt yapı ihtiyaçlarının özellikle bu gibi zamanlarda kilit önemde olduğu ortaya çıktı?

Örneğin böyle afet anlarında, insanların evlerine kapandığı süreçte internete erişim, su, elektrik gibi şeyler temel bir ihtiyaç olarak düşünülüp belediyeler tarafından ya da başka kurumlar tarafından karşılanmalı. Böyle bir talep olması lazım. Çok yüksek meblağlarla internete bağlanıyoruz. Etrafımızda ne kadar Covid'li varmış diye öğrenmemiz söz konusu değil. Metroyla ya da toplu taşımayla tıkış tıkış, üst üste olmayan bir toplu ulaşım sistemiyle A noktasından B noktasına erişim gibi temel alt yapı ihtiyaçlarının devasa mega projeler yanında ne kadar kıymetli olduğu ortaya çıktı.

‘TALEPLERİN SİYASİ AKTÖRLER TARAFINDAN DİLLENDİRİLMESİ GEREKİYOR’

Kısa sürede bu yeni düzene alışılabilir mi? Bir panel için bir araya gelmeye gerek yok örneğin. Arkadaşınla buluşmak, sinemaya gitmek gibi olmasa da kültürel faaliyetlerin çoğunun internet üzerinden yapılabildiği keşfedildi. Misal 1 Mayıs mitingi online yapıldı. 'Online toplumsal muhalefet...' Söylemesi bile garip… Totaliter rejimlerin işine gelecek koşulların oluştuğu zaten söyleniyor ama hak arayışında halk, kamu ya da tek tek bireyler tarafında neler mümkün bundan sonrası için?

Salgın bir süre daha devam edecek, en azından aşı bulunana kadar. Önümüzdeki 6 aylık, 1 yıllık süreçte sokağa çıkamadan, dip dibe omuz omuza gelmeden bir araya gelmenin yollarını bulmak ve bundan sonrasında da dönüşümün nasıl olacağını hesaplamak gerekecek.

Evet, otoriter eğilimli hükümetler için büyük bir fırsat gibi gözüküyor. İnsanlar bir araya gelemiyor ve evlere kapanılmak zorunda ama bu salgınla birlikte devasa bir ekonomik krizin de geldiğini görmek lazım. Şimdiden 2 aydır evine tek kuruş sokamayan insanlar var. Fabrikalarda çalışanlar çok kötü koşullarda çalışmaya devam ediyorlar. Evlerinde çalışanlar işlerini bir süreliğine evlerine aldılar ama bu kategorilere uymayan milyonlarca insan var. Bunların hepsi işlerini kaybettiler. Bir iş yerinden maaş almadan çalışanlar gibi… Bu insanlara hükümet tarafından herhangi bir yardım sunulmadı. İşsizlik sigortasından falan da faydalanamıyorlar. Daha önce dar gelirli olarak sınıflandırılmadıkları için ve sabit bir gelirleri olmadığı için hükümetin fakirlere verdiğini iddia ettiği yardımlardan da faydalanmıyorlar. Diğer yandan hemen bütün iş yerlerinde yüzde 10, yüzde 15 maaşlar kesintilerinden bahsediliyor şimdiden. İşten atılan on binlerce insan var. Böyle bir kriz ortamında muhalefeti örmenin, bir araya gelmenin bir çeşidi, krizle boğuşan insanlarla birlikte yeni ufukların oluşturulduğu talepleri dillendirmek. Dünyanın çeşitli yerlerinde olan yardım paketlerinin, yardım çeklerinin Türkiye’de niye olmadığını sorgulamak, ne bileyim bir ‘yurttaşlık geliri’ gibi bir formülü zorlamak, bunu gündeme getirmek gibi siyasi talepler etrafında talepler zinciri örülebilir.

Sessizce sirayet eden bir örgütlenme gibi anlattınız. İnsanlar zorunlu olarak sokaktan çekilmişlerse bunu ileriye götürecek olanlar kimler?

Evet, evet öyle ama bu kendi kendine bir yere kadar olabilir. Hem ütopik hem somut taleplerle bugüne, hane halkının ihtiyaçlarına yönelik taleplerin iyi anlatılması lazım. Bunun siyasi aktörler tarafından dillendirilmesi gerekiyor. Yoksa her ekonomik kriz bir takım rahatsızlıkları beraberinde getirir. Sorunları bir arada düşünmek, herkes için ortak bir zeminde, ‘evet bunlar niye yapılmıyor’ denme noktasına gelinmesi işin örgütlü kısmı aslında. Hâlâ bunların dillendirilmesi için imkânlar söz konusu. O imkânların yeterince sistematik bir şekilde kullanıldığını düşünmüyorum ben. Eve kapanmamız birçok şeyi imkansız kılıyor ama bu tip taleplerin yaygınlaşması, dolaşıma sokulması aslında imkânsız değil. Bunu sistematik olarak talep eden muhalif bir çizgi açıkcası henüz görebilmiş değilim ama olmaması için de bir neden yok.