Türkiye 40 günlük ihmalin faturasını ödüyor

Şubat ayını boşa harcadığımız için korona virüsü salgınında Güney Kore olma şansımızı kaybettik. Virüsün nispeten ülkeye geç gelmesinin avantajını kaçırdık, ekonomimizin daha fazla zarar görmesine neden olduk. Söylemesi zor ama belki daha fazla can kaybını da bu yüzden yaşayacağız.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Haftalık Gazete'den Hakan Çelenk, korona virüsü salgınının başlamasınn ardından Türkiye'nin yaptığı ihmalleri yazdı. Türkiye'nin ilk önlem paketini 40 günlük bir gecikmeyle açıkladığını belirten Hakan Çelenk'in yazısından bir bölüm şöyle:

"Türkiye’nin salgınla mücadelesi 10 Mart’ta ilk vakanın çıkması, hemen ardından Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi ilanının gelmesiyle görünür hale geldi. Bu iki olayın ardından okulların da tatil edildiği önlemler paketi açıklandı.

Bugün açıkça görüyoruz ki o gün verilen alarmın 40 gün önce şubat başında çoktan verilmiş olması gerekiyordu. Tarih Türkiye’nin salgın geçmişinde izlediği yolu değerlendirirken o 40 güne odaklanacak.

Şubat ayını boşa harcadığımız için de korona virüs salgınında Güney Kore olma şansımızı kaybettik. Virüsün nispeten ülkeye geç gelmesinin avantajını kaçırdık, ekonomimizin daha fazla zarar görmesine neden olduk. Söylemesi zor ama belki daha fazla can kaybını da bu yüzden yaşayacağız.

Uyanmak için, bilimin yüzyıllara dayanan salgınla mücadele tarihini bile okumaya gerek yoktu. Ocak ayı ortasında Çin’den hastane koridorlarından taşan hasta kuyruklarını görmek bile yeterdi. Böyle durumlarda sağlık sisteminin üzerine düşen yükü azaltmak çok önemliydi.

İtalya, İspanya ve ABD’de de çok sayıda insanın ölmesinin başlıca nedeninin sağlık sistemlerinin yükü kaldıramaması olduğu açıktı. O yüzden hasta sayısını azaltmak adına yayılmayı önlemek gerekiyordu.

.

‘Evde kal’ denen kampanyadan belki de sokağa çıkma yasağı dahil önlemlerin daha mart gelmeden devreye girmesi gerekiyordu. En etkili iki yöntemden biri sokaktan uzak durmaktı olmadı, belki siyasi tercih diyebiliriz. Ancak tercihe bırakılmayacak bir yöntem vardı ki o da bulaşmayı engellemek için vaka tespit testi sistemi geliştirmek.

Covid-19 için ilk testi Berlin’deki Charite hastanesi geliştirdi. Onu Güney Kore’deki Kogenebiotech adlı şirketin geliştirdiği test izledi. Tarih 28 Ocak’tı. Onları şubata gelmeden Çin’deki BGI Group takip etti. Bu ilk ticari testler, kendi ülkelerinden hızla “acil durum kullanma izni” adı verilen lisansları aldı.

Türkiye’de de o sırada kendi testini geliştirmekle meşgul şirketler vardı ama bakanlık kulanım izni vermekte geç kaldı. Test konusunda Sağlık Bakanlığı’nın şubatta yaptığı tek görünür çalışma, yerli tanı kitini 17 Şubat’ta Ulusal Viroloji Laboratuvarı’nda bir basın sunumuyla halkla ilişkiler gösterisine dönüştürmekten ibaretti.

Testler konusunda Türkiye’nin önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Nesrin Özören, o günlerde elde olan test kitlerinde hata olduğunu çünkü alım yapılırken kaliteye değil fiyata bakıldığını anlatıyor.

Türkiye merkezli Anatolia adlı şirket bu izinleri bizden değil başka ülkelerde alabildi. Güney Kore şubat sonunda test kapasitesini günde 20 bine getirmişken, Türkiye’de sadece Ankara’da basın şovuna mekan olan tek bir laboratuvarda örneklere bakılabiliyordu. Yapılan testlerin sonuçları 5-6 günde ancak geri geliyordu Ankara’dan.

Türkiye’nin mart ortasına kadar yaptığı toplam test sayısı Güney Kore’nin günlük kapasitesinin 10’da biriydi. Sonuç almak bazen 4-5 gün sürüyordu. Oysa daha ocak ayı bitmeden Türkiye’nin test kapasitesini düşünmeye başlaması ve hızla bu kapasiteyi yurt geneline yayması gerekiyordu. Bakan Fahrettin Koca hal böyleyken 11 Mart’ta “Kit sorunumuz yok, rahat olabilirsiniz” diyebiliyordu.

Aynı dönemde hastanelere başvuranlar hala doktora yurtdışı bağlantılı bulaşma hikayesi ve kuvvetli belirtiler anlatmazsa test kitini uzaktan bile göremiyordu. Hatta hikayesi bile olsa her yerde test kiti bulunmuyordu.

Bizim hastanelerde hikaye anlatırken, Güney Kore’de hasta adayları ‘drive-in’ tabir edilen alanlara gidip şipşak teste giriyordu.

Başkalarına bulaştırma riskiniz olmasın diye arabanızla gidiyor, aşağı inmeden kimliğinizi veriyor, uzmanlar boğazınızdan tükürük örneği alıyor ve siz evinize geri dönüyordunuz. Arabayla gelmeyenler için de sokakta kabinler kuruluyordu. Sonuç kısa sürede evinize, telefonunuza geliyor. Pozitifseniz hemen takip altına alınıyor, negatifseniz işe gidebiliyordunuz. ‘Drive-in’ler hala işliyor ve Güney Kore’de hayat da üretim de bizdeki ölçüde durmadı.

Bizde de hayat durmamıştı ve o sıra sınıra yerleştirilen termal kameralarla hükümetin bizi yüksek koruma kalkanına aldığı hissiyle rahattık. THY’nin Çin’e, İtalya’ya diğer başka ülkelere seferlerini durdurması ise güvenlik kalkanının cilası gibiydi.

Sınırlarımızda termal kameralarla 2 ayda tek vaka bile yakalayamamıştık. İran’da salgın yaygınlaşırken Türkiye-İran kara sınırı geç de olsa kapatıldı ama tek bir ateşli hasta bile yakalayamadık. Oysa Van ve çevresine, özellikle de Başkale’ye virüsün İran’dan geldiğini artık biliyoruz.

Sadece kara sınırı da değil. Gözbebeğimiz İstanbul Havaalanı’nda da el termometresiyle insan kontrol ediyorduk. Ama Nijerya ve Singapur’a İstanbul üzerinden giden koronalı kişileri biz burada saptayamamıştık, onlar orada yakalamıştı.

Terminatör filminin etkisi mi nedir bilinmez, termal kameraları süper güçleri olan robotlar gibi görmüş olmalıyız.

YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN