Hasip Kaplan: Kürt halkının statüsü açık ve net konuşulmalıdır

Meclisin ve siyaset sahnesinin tecrübeli ismi Hasip Kaplan, bir süredir sürgünde. Almanya’da yaşayan Kaplan ile hem geçmişin üzerinden geçtik hem de gündeme dair fikirlerini konuştuk. Kaplan, “Kürtler birliğe ve öz güçlerine her şeyden çok önem vermek zorundalar. Diplomasi ve siyaset tarzlarını değiştirmek zorundalar. Yeniden, parlamenter demokraside Kürt halkının statüsü açık ve net konuşulmalıdır. Sorun Kürtlerde değil, Türklerin partilerindedir” dedi.

Google Haberlere Abone ol

Jînda Zekioğlu

DUVAR - Doğduğu kasabanın ilk üniversitelisi olmanın duygusunu iyi bilir onun kuşağı. Babasının emekli ikramiyesini zor günler için saklayıp hem çalışıp, hem üniversite okumanın zorluğunu da. 78 Kuşağı’nın ta kendisi. Tüm darbelerin tanığı, bazılarının sanığı. Kürt politikasında bayrağı devraldığı kuşağın ne zorluklardan geçtiğini bilerek, onları mahkemelerde avukatları olup savunarak, haklarını talep ederek yürüdü siyaset sahnesinde. Meclis'te kimi zaman sinirlendi, kimi zaman ısrar etti, belgeleriyle, iddialarıyla her zaman gündemin içindeydi.

Yolu, Harapşeref’ten İdil’e, Cizre’ye, Mardin’e, İstanbul’a, Ankara’ya ve şimdi de Almanya’ya düştü. Cezası nedeniyle Türkiye’ye giriş yapamıyor. Bu süreçte bir dönem eşinin pasaportuna dahi el konuldu.

.

Hasip Kaplan, sosyal medyada zaman zaman fikirleriyle çok tartışılıyor. Hak vereni de, vermeyeni çok. Ama doğru olan şu ki; Kaplan çocukluğundan bu yana içinde olduğu politikanın ve Kürt meselesinin en önemli emektarlarından biri. Biraz çocukluğu, Botan’a özlemi, sevgisi; biraz da güncel siyaseti konuştuk.

Şırnak’ın İdil'e bağlı bir köyünde dünyaya geldiniz. Çocukluğunuzun geçtiği 60'lı 70'li yılların İdil'i, Cizre'si, Şırnak'ı nasıldı?

İdil’de Süryanilerin yaşadığı aşağı mahalledeki toprak damlı siyah taş evimizde, nisan ayının sonlarında bir Paskalya Bayramı’nda doğduğumu söylerdi annem. “O kadar karaydın ki seni beyazlayasın diye defalarca kızwan sabunuyla yıkardım” derdi.

On yapraklı sarı saman kağıdı eski nüfus cüzdanımı hala saklarım. Sararmış sayfalarda ilkokul birinci sınıfa giderken çekilmiş eski fotoğrafıma bakınca, siyah beyaz belirsiz solmuş halime gülerim. Şehrin tek fotoğrafçısı Berber Süryani Behnan ile kardeşi Hanna’yı hatırlarım. Mavi gözleri, sarı kıvırcık saçları hep aklımda.

Hezex o dönemler, Mardin’nin Cizre ilçesine bağlı bir Süryani nahiyesiydi. Sonra adı 1937 yılında İdil olarak adı değiştirilip ilçe yapıldı. Hristiyanlar kilisede vaftiz yaptırdıkları sırada kayıt tuttukları için en doğru nüfus bilgilerine sahiptirler. Doğduğumuz topraklar Botan’da kadim uygarlıklar taht kurmuştu. Ateşin, taşın, toprak damlı evlerde anlatılan öyküsü büyülerdi bizi. Dağların, derin vadilerin, Dicle’nin, Mem û Zîn’in destanı aslında hayatımızdı. Pers Kralı Darius’u, Makedonyalı Büyük İskender’i, Ksenefon’un Onbinlerin Dönüşü’nü okuduğumuzda, Botan’ı, Karduk’ların cesaretini, dağlarını, nehirlerini anlamak mümkündü. Feqiye Teyran, dünyada kuşların tek şairi, bu topraklarda büyüdü.

Evimizin karşısında Meryem Ana Kilisesi vardı. Antakya’da ilk yapılan Saint Pierre Kilisesi’nden sonra M.S. 1. yüzyılda yapılmış. Siyah bazalt taşlardan harçsız yapılan Ateş Tapınağı Babzeccel ise milattan çok öncelere dayanıyordu. Hespist Newala Qoriyê’de ise kayalarda anıt mezarlar vardı. Kayalarda kabartmalar, mağaralarda resimler, şehirlerde kaleler, kutsal mekanlar, bir emenat gibi el değiştirmiş günümüze gelmişti. Tarih efsane ve destanlarıyla bize fısıldıyordu. Cudi Dağı’nda Hz. Nuh’un gemisinin olduğu yerde, ilk yerleştikleri Heştan köyünde Şırnak’ta da bize aynen gülümsüyorlardı.

İlkokula orada başladınız…

1961 yılında İdil ilçe merkezinde ki tek okul olan Anafaratlar Merkez İlkokulu’na kaydım yapılmıştı. Memur çocuklarından çata pata Türkçe öğrenmiştim. Arkadaşlarım, Süryanice, Arapça, Kürtçe dışında dil bilmiyordu. Öğretmen derse Türkçe öğretmekle başlayacaktı. O zaman çocukluk aklımla hayata ve okula bir sıfır mağlup başladığımızı düşünmüştüm.

Her sabah okul açılışında Andımız okunurdu, “Türküm doğruyum çalışkanım...”. oysa biz Kürttük. Bazı muzip arkadaşlarımız, andımızı Kürtçe “Daravkerim, tembelim, nizanım...” diyerek, tepkilerini dile getiriyorlardı. Okulda Türkçe’yi öğretmek için, farklı dilde konuşanlara para cezası konmuştu, amaç Türkçeyi öğrenmeye zorlamaktı. Okulda muhbir ağı kurulmuştu, Kürtçe konuşan öğrencileri gammazlayan işbirlikçiler vardı. Parası olmayan öğrencileri depo olarak kullanılan bir odada günlük hapis uygulanırdı. İlk cezamı ana dilimde konuştuğum için almıştım, arkadaşlarımla bir gün oda hapsinde kaldım.

Resmi dairelerde “Vatandaş Türkçe Konuş” yazıları asılıydı. Köylüler askerdeki çocuklarına mektup yazacak, okuma yazması olanları arıyordu. Bazen bir tavuk, balık, bir kilo acur veya delikli ikibuçuk kuruş karşılığında mektup yazdırıyorlardı.

İlkokulda bir piyes oynadık. Yargıç rolündeydim, öğretmenlerim babama “Bu çocuğu okut” diye tavsiyede bulundular. İdil’de ilk okuldan başka okul yoktu. En yakın Ortaokul Cizre’deydi. 1966 yılında Ortaokula kaydımı yaptırmış, iki oda bir salon bir evi kiralamıştık.

Ortaokulda ayrı eve çıktınız yani…

Tabii, arkadaşlarımla birlikte. Okula başlayınca çok kitap okurdum edebiyatın klasiklerini Tolstoy’un, Yaşar Kemal, Tahir Kemal’in, kaçırmazdık. Mem û Zîn destanını, Ehmedê Xanî, Melayê Cizîrî, Feqiyê Teyran’ı okuduk.

Mardin Lisesi’ne kaydımı yaptırdı babam. Büyükşehirde okuyacağım için çok heyecanlıydım.

Babam köyümüzden akrabamız olan Hacı Mustafa Baran’ın yanına götürdü beni. Elini öpüm. “Çocuğun bir ihtiyacı olursa ilgilenirsin” dedi. Oradan çıktık, Kırklar Kilisesi’ne gittik. Peder Yusuf Sağ, İdil’liydi. “Yeğenin burada lise okuyacak,velisi olmanı istedim” dedi. Babam Diyanet’te resmi imamdı. İki farklı dinden, din adamının bu güveni beni etkiledi. Arkadaşlarla şakalaşırken, “İmam babam lisede bana pederi veli olarak tayin etti” diyordum. Daha sonra 1972 yılıydı, İstanbul’a birlikte gittik, Peder Kumkapı’da Süryani Kilisesi’nde görev yaptı. Hala değerli bir büyüğüm olarak dostluğumuz sürer.

İstanbul'a geldiniz. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni kazandınız. Henüz gençliğinin başında biri olarak nasıl bir dünyaydı içine girdiğiniz?

.

İdil’in ilk üniversiteyi kazanan öğrencisiydim. Su Ürünleri Mühendisi olmak vardı aklımda. Mezopotamyanın bereketli topraklarında su hayattı. Bazen de adaletsizliğe karşı çıkışımdan olsa gerek Hukuk Fakültesi’nde okumak ağır basardı. Babam emekli ikramiyesini alınca bana beş yüz lira vermişti. Kayıt ve beş altı aylık masrafımı karşılardı. Beyazıt Meydanı’nda İstanbul Üniversitesi’nin görkemli kapısından girip, Hukuk Fakültesini gezmiştim. Devam mecburiyeti yoktu, bir iş bulup çalışır okurum diye karar verdim. Bakırköy SSK Şube Müdürlüğü’nde sınavlara girmiştim, kazandığım haberini alınca, Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım.

Siyasi olayların da en yoğun olduğu dönemlerdi…

Üniversite gençliği olarak önce DDKO ve İYÖD gibi derneklere giderdik. 68 Kuşağı bize seminer verirdi. Halklara özgürlük, Kurdara Azadi, Kendi Kaderini Tayin Hakkı konuları ilgimizi çekiyordu. Çalıştığım için çok azına katılabiliyordum.

Florya ormanında Basın Sitesi’nde evi olan Yaşar Kemal ile tanıştım, uçurtma uçuruyorlardı. Sonra beraber Menekşe’ye geçtik, kayığı oradaydı birlikte baktık, vakit geçirdik, sohbet ettik.

Öğrenci olayları artmıştı,1977 yılında Hukuk Fakültesi faşist işgaline son vermek ve kalan iki dersimi verip mezun olmak için işten ayrıldım. Kolay olmadı, elli kişilik bir grup oluşturduk ve okula gittik. Mart başında üç kez okula gidince devrimci öğrencilerle birlik oluşturduk ve beraber okula gitmeye başladık.16 Mart 1978 yılında faşistlerin bombalarıyla yedi arkadaşımızı kaybettik. Yüzlerce yaralımız vardı. İstanbul Tabip Odası’nda tüm sol görüşten arkadaşlarla basın toplantısı düzenlemiştik. Arkadaşlar açıklamayı benim yapmamı istedi. Katilleri faşistleri isim ism açıklamıştık, derin devlet faşistleri koruyordu. Bu katliam sonrası işgal kırılmıştı, aynı yıl mezun oldum. İKD Şube Başkanı olan eşimle 79’da Edirne’de evlendik. Avukatlıkta ilk davam, 1. Ordu Selimiye Kışlası’ndaki Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde tutuklu iki öğretmendi. Uçurtma uçararak komünizm propagandası yapmaktan yargılanıyorlardı. Bir yıl sonra beraat kararlarını aldık.

'BİNBAŞI’YA BİR YUMRUK ATTIM, SONRASINI HATIRLAMIYORUM'

60 Darbesi’nde çok küçüktünüz belki ancak 71 ve 80 Darbeleri’nin tanığısınız. Özellikle 80 Darbesi'nde taze bir avukattınız. Türk tarafından çok dinlediğimiz büyükşehirdeki darbe günlerini, genç bir Kürt avukat gözüyle sizden de duymak isteriz?

60 Darbesi’nde çocuktum ama hatırlıyorum askerlerin kovaladığını. 71 Darbesi’nde lise son sınıftaydım. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı nedeniyle okul bahçesinde toplanarak, eylem yapmıştık. 80 Darbesi’nde avukattım. 1982 yılında gözaltına alındım. İlçe Jandarma’da bir Binbaşı, görevlilerin, muhtarların önünde beni tokatlamaya kalkınca çenesine bir yumruk attım. Sonrasını hatırlamıyorum! Başımda ondört dikiş, her yanım mosmor, Mardin Tugayı’nda buldum kendimi. 58 gün gözaltında kaldım. 1984 yılında ikinci kez gözaltına alındım, 60 gün gözaltı ve işkencede kaldım. Sonrası 90’lı yıllarda, köyler yakılıp yıkılırken, binlerce faili meçhul cinayet işlenirken, günümüzde şehirlerin yasaklarda yakılıp yıkılmasına tanık olduk. Ezilen halkların hakları uğruna her mücadelenin ateşle bastırılmasının ardından küllenen topraklarda, yeşeren umudun gelişmesine tanık olduk. Operasyonlar, tutuklamalar, cezaevleri hız kesmedi.

En güzel şarkılarımızı gizli gizli dinliyorduk, zulada sakladığımız bir Kürtçe kaset uğruna yakalanıp beş yıl hapis cezası alanlarımız oldu. Ape Musa en kıdemlimizdi, ıslık çalarak Kürtçe propaganda yapmaktan yargılandı.

“12 Eylül PKK'yi yarattı" demiştiniz bir söyleşinizde. 12 Eylül Askeri Darbesi olmasaydı da Kürt hareketi benzer tarihi yaşar mıydı?

12 Eylül askeri darbesi sonrası İstanbul’da ceza dosyalarına bakıyordum. Dönemin tüm siyasi dosyalarında çalıştım. DİSK, Barış Derneği TÖB-DER gibi önemli davalarda görev aldım. Ankara Mamak’ta MHP davasında müdahil avukattım, DİSK Başkanı Kemal Türkler ile Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un ailelerinin avukatıydım. Diyarbakır’da, 5 No’lu Cezaevi’nin vahşetine tanık oldum. Savunma avukatı olarak savunmamızda işkenceleri yazdığımız için ortak savunma yapan biz beş avukata bir yıl hapis cezası verildi, sonra Yargıtay’da bozuldu. O dönemi tanıklıklarımı “İstanbul’dan Botan’a OHAL Notları” kitabımda yazdım. Cezaevinden çıkanlar artık dağa çıkıyordu. 1984 yılında Mardin İdil ilçesinde tek avukat olarak göreve başladım. Herkesin susup sindiği bir dönemde Eruh Şemdinli baskınları oldu. Sonrası günümüze kadar gelen gelişmeler yaşandı.

Hayat çatışmalarla, ateşkeslerle, görüşmeler ve çözüm süreçleriyle ilerlerken, barışın en yakın olduğu bir zamanda 2014’te kesilmişti. Çözüm sürecini rafa kaldıran AKP 2015 seçim yenilgisinden sonra yeniden çatışmalara başladı. Büyük acılar yaşanmaya devam etti. Birlikte yaşamayı, eşit yurttaşlığı, hukuku, bağımsız yargıyı, özgürlükleri tanımayan tek adam başkanlık rejimine yani monokrasiye geçildi. Toplumsal kutuplaşma ve gerginlik her geçen gün arttı. Güzel günlere, insan haklarına inananlar umudu güçlendirmek için bedel ödedi. Hayatımız bir dizi film gibi, olağanüstü yargılamalarda, işkence odağı olan cezaevlerinde geçerken bugünlere geldik. Nasıl geldik, içeride otuz beş yıl süren savaş nasıl yordu, nasıl insani değerleri aşındırdı, toplum nasıl nefes alamaz duruma geldi, bu kaos nasıl aşılır, umudu güçlendirmek için neler yapılabilirdi? Barışçıl bir çözüm için çalıştık. Bağımsız ve tarafsız olmayan siyasallamış yargıya atadıkları savcı ve hakimlere dava açtırıp, siyasal kararla siyaset dışına çıkarılmamız korkularını gösteriyordu. Hayat bize her koşulda her yerde mücadele edebileceğimizi gösterdi.

'AVRUPA KÜRTLERİN STATÜ KAZANMASINI İSTEMİYOR'

Ahmet Türk, Orhan Doğan, Leyla Zana, Mahmut Alınak ve sonrasında siz, Sırrı Sakık, Hatip Dicle, ismini anmadığımız birçok Kürt siyasetçi dönem dönem Türkiye Cumhuriyeti hükümetleriyle ateşkes, barış ya da demokratik süreçler ile; Kürtlerin statüsünü, yaşam hakkını, kendini ifade edebilme ve asimilasyon politikalarına karşı varlık gösterebilme çabasını görüştünüz, mecliste temsil ettiniz. Keşke şurada şöyle bir politika yürütmeseydik, şu yanlıştı dediğiniz şeyler oldu mu?

Cemaat ile AKP arasındaki çatışma sonrası, AKP ırkçı ulusalcı güçlere taviz vermeye başladı. Çözüm sürecinde İmralı görüşmecilerini korumak için “Çerçeve Kanun” çıkarılmıştı. 28 Şubat 2014 yılında Dolmabahçe görüşmelerinden sonra, AKP süreci dondurdu. Bu ilk işaretlerden biriydi! 7 Haziran seçimlerinde ise HDP barajı aşıp 80 milletvekili çıkarınca, hezimeti hazmedemeyen AKP seçimleri yeniledi. Diğer çatışmaları hızlandırdı. Bugüne gelinmesinde iktidarın Kürtlere düşmanca yaklaşımına MHP ile CHP de destek verince, dokunulmazlıklar kaldırıldı. Milletvekilleri tutuklandı, belediye başkanları görevden alındı, tutuklandı yerlerine kayyımlar atandı. Kürt halkının demokratik siyasette bir dolu kazanımı olmuştu. Hepsi yok sayıldı.

.

8 yıl mecliste söylenmedik sözümüz kalmadı, kavgalarımız oldu. Gün geldi ortak Araştırma Komisyonlarında çözüm aradık. Silahların susması, barış çabası içinde sancılı süreçlerden geçtik. Yüzlerce fezleke ile ceza tehditi altında görev yaparken sahte iktidar oyunları çarkında hedef olduk. Biz demokratik siyasette olanlar da ağır bedeller ödedik. Doğrusu bu süreçte öteleme oyalama taktiği uygulayan AKP’ye ben hiçbir zaman güvenmemiştim. Kürt sorunun çözümü iki taraftan çok taraflı bölgesel ve küresel bir soruna dönüşmüştü. Ne yazık ki BM dahil, tüm Avrupa, Kürt halkının statü kazanmasını istemiyor.

Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal şüpheli bir ölüm ile veda ederken, aynı günlerde bir barış süreci adımı atmak istemiş ve dönemin siyasetçileri olarak sizlerle görüşmeler gerçekleştirerek adımlar atmaya gayret etmişti. Erdoğan da Barış Süreci’nde Özal göndermesi yaparak "Biz bu yola beyaz kefenimizi giyip çıktık" dedi. Ancak bu büyük iddianın arkası gelmedi. Sizce hükümet çabuk mu teslim oldu? Kürt siyasal hareketinin yanlışları da var mıydı? Her iki taraf dışında müdahaleler oldu mu? Neden bozuldu bu karşılıklı iyi niyet, bu akil siyaset? 

Özal’ın ölüm sebebi Kürt sorununu görüşerek çözmek istemesinden kaynaklanıyordu. Zaten sonrası 90’lı yıllar dediğimiz cehennem yıllarıydı. Dört bini aşkın köyün yakılması, 18 bine yakın faili meçhul cinayet, o yıllarında ki adaletsizlik unutulamaz. Ben o zamanlarda DEP’in hukuk müşaviriydim. Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması tutuklanmaları karşısında ulusal yargıda, AİHM’de çabalıyorduk. Siyaset ve muhalefet tamamen susturulmuştu. En fazla gazeteci ve siyasetçi öldürülmesi bu döneme denk düşüyor. İnsanlığa karşı işlenen suçlarda hiç kimse sesini çıkarmıyordu. Devlet bile isteye barış sürecini heba etti. Botan’da dağlara kalekollar yaptı. Çözüm için çabalamadı. Üstelik Ecevit koalisyonu zamanında AB üyelik görüşmeleri başlamış, reform paketleri çıkarılıyor, 2001 yılında anayasada önemli değişiklikler yapılıyordu. Bizler AB müzakere süreci içinde demokratik yollardan çözüm bulacağımızı düşünüyorduk.

Bulamadınız…

Sonuçta kabul etmeliyiz biz yanıldık. AB ve BM; Kürt sorununu bir iç sorun olarak gördü, statü konusuna yanaşmadı. Türkiye ile ekonomik ilişkileri çıkarları öne geçti.

IŞİD’in Rojava’da Kobane, Başur’da Şengal katliamlarına girişmesi karşısında Kürt halkı ülkesini korumak için silaha sarıldı. Kadın özgürlük savaşçılarının destansı direnişi, tarihi zafere dönüştü. Dünya en meşru özgürlük mücadelesi karşısında suskun kalamazdı. Bugün özyönetimini kurarak statü mücadelesini veriyor.

'KORONA GÜNDEMİNDE DAHİ KAYYIM ATAYAN BİR DEVLET'

Peki siz yeniden karşılıklı görüşmelerin gözle görülür biçimde gerçekleşebileceğine inanıyor musunuz? Yoksa Kuzey Kürtleri için o tren kaçtı mı? Kurulan yeni partiler ile iktidarın gücü sendeleyecektir. Ancak Erdoğan önlemlerini alacak da bir lider. Bu kavga gürültüden Kürtler demokratik taleplerini alabilecekler mi sizce?

Kürt sorunu konusunda yeniden bir çözüm süreci artık gerçekçi değil. Başur’da referanduma karşı çıkan AKP+MHP, Suriye’de Rojava Kürtlerinin statü sahibi olmasını bir beka sorunu olarak görüyor. Afrin’i işgal eden, İdlip bataklığına saplanan bu iktidar, dünyada çok zor bir durumda kalmasa “Kürt Kardeşlerim” demiyor. Bu zihniyetin Korono Virüs günlerinde dahi kayyım atamaları durmuyorsa, af ve infaz yasasında “Kürtler Terörist” diye dışlanıyor ayrımcılık yapılıyorsa, Bakur’da mevcut başkanlık rejiminde ve ittifakında çözüm düşünülmüyordur, yoktur. Kürt sorununu artık sadece biz konuşmuyoruz. ABD, Rusya, bütün dünyanın sorunu, bütün dünya konuşuyor, sınırlarımızda devriye geziyorlar. AB arada bir cılız eleştiriler yapıyor. AİHM, Cizre bodrumlarındaki katliama ve Roboski katliamına göz yumdu, başvuruları kabul edilemez buldu.

Bu dönemde Ortadoğu’da Kürtler birliğe ve öz güçlerine her şeyden fazla önem vermek zorundalar. Diploması ve siyaset tarzlarını değiştirmek zorundalar. Klasik tarz siyasetle artık yol almak çok zor. Türkiye’de başkanlık rejimine karşı açık, net, ilkeli ittifaklarla girilmesi gerekiyor. Yeniden, parlamenter demokraside Kürt halkının statüsü açık ve net konuşulmalıdır. Birlikte barış içinde, demokratik bir cumhuriyette yaşamak mümkündür. Sorun Kürtlerde değil, Türklerin partilerindedir.

Kürt siyaseti, HDP ile legal siyasette yürüttüğü politikaya başka bir bakış getirdi. Tüm kesimlerin temsillerinden oluşan, yüzü batıya dönük, etnik talepler minimalize edilmiş, Türkiyelileşme isimli bir kavramı gündeme almış, statü değil ana muhalefet belki de geleceğin iktidarı olmayı hedeflemiş bir akılla yol almaya başladı. HDP sizce hedeflerini tutturuyor mu? Buna yakın mı? Başarılı buluyor musunuz? 

BDP’de Grup Başkanvekiliydim, bir çok gelişmeden sonradan haberimiz oluyordu. Bu da bizim etkili olmamızı engelliyordu. HDP kongre ve partileşme süreçlerindeki bazı toplantılara katılsak da, ben bu süreci erken görenlerdendim. BDP Kürtlerin partisi olarak güven kazanmıştı. Yine bizde soldan bazı milletvekilleri vardı. 1994 yılında DEP içinde Kürt partileri bileşendi. HDP sürecinde Türk sol hareketleri bileşen olarak kısmen yer aldı. Üye hukuku yerine bileşen hukuku konuşuldu. Kürt partilerin dışarda kalması bir eksiklikti. Bu nedenle Kürtlerin birliğinin önemli olduğunu her yerde savundum.

Diyalog grubu içinde, “Demokrasi İçin Birlik” çalışmalarımıza kısmen katılmasına rağmen CHP ve Haziran Hareketi resmen katılmadılar. Son yerel seçimlerde oylarımızı sevdiler ama, bizi hiçbir zaman içten sevmediler, mesafeli durdular.

HDP, Kürt halkının ve Özgürlük Hareketinin desteği ile başarılı adımlar atmıştır. Türkiyelileşme gibi bir hedefe daima kuşkuyla baktım, canımı sıkıyordu. Çünkü, HDP Türkiyeliydi hatta diğer partilerden daha çok. Kürdistani duruşunu anadil, kimlik, kültür sanat gibi konularda öne çıkarıyordu. Ne yazık ki mecliste TRT Kurdi yasası çıkmasına rağmen, Kürtçe hala Mecliste “Bilinmeyen Dil” olarak geçiyor. Zamanımızda çok sert kavgalar yaptık. En son gelinen nokta mecliste Kürdistan diyen milletvekillerine ceza verilmesi oldu. Bu kabul edilemez bir durum. Halkımızı yok sayan onur kırıcı bir durum. Kanımca yeterli tepki ortaya koyamadık.

'HDP BİLEŞEN HUKUKUNDAN ÜYE HUKUKUNA GEÇMELİDİR'

Kürt legal siyaseti kendi içinde fazla bölünmüş değil mi? Sağ-sol-liberal-dindar olarak ortak talepleri hiç mi yok? Kürtlerin dil, statü, liderlerinin özgürlüğü ya da toplumsal cinsiyet alanlarında siyaset yapması neden etnik siyaset / sağcılık olarak nitelendiriliyor? 

HDP bileşen partisidir denilince, zaten farklı kesimlerden oluşan bir koalisyon güç birliği ortaya çıkıyor. Bunun yükünü %90 Kürt halkı çekiyor. Sol bileşenler ve islami liberal görüşte olanlar, “Neden biz daha geniş kitleleri etkiliyemiyoruz?” diye düşünmelidir. Bu kesimler bulundukları yerlerde seçimlere girebilir kazanabilirler. Ama batıdan adayları doğuya getirip aday göstermek, hazır olan Kürt potansiyeli üzerinden seçilmek partiye fazla kazandırmıyor. HDP bileşen hukukundan üye hukukuna geçmelidir. “Özgür birey, örgütlü toplum” demelidir. Ayrıca adaylarını bileşen pazarlıkları üzerinden değil, üyelerin ön seçiminden geçirmelidir. Elbette belli sayıda bir kontenjan olacak. Seçimlerde ve kongrelerde halkın istediği adayları göstermenin zamanı gelmiştir.

Zaman zaman sosyal medyadaki tweetleriniz oldukça ilgi çekiyor. Hem bunca yıllık bir siyasetçi olarak rutininiz değişti, hem de sıklıkla gittiğiniz memleketinizden uzak olmak, özlem, hepsi bir araya geldi. Sürgün sizi nasıl biri yaptı? Hem geçmişe hem bugüne ve dolayısıyla gelecek taleplerine bakış açınız değişti mi? 

7 Haziran 2015 seçimlerinde iki dönem kuralı gereği aday değildik. Partinin seçim başarısı için İstanbul, Marmara, Şırnak ve Avrupa’da çalıştım. 1 Kasım 2015 seçimlerinde Ankara’dan 2. Bölge’den aday olmam teklif edildi. “Ben Şırnaklıyım” dedim. “Ya Şırnak’tan ya da yararlı olmam için İstanbul’dan katkı sunabilirim” dedim kabul edemezdim, çünkü yüzün üzerinde fezlekem vardı. Şırnak ve İstanbul’da çoğunlukla davalara gittim, iki sene davalarla uğraştım. Cezaevlerine avukat olarak gidiyor, Eş Başkanların duruşmalarına avukat olarak katılıyordum. Milletvekilliği sonrası eski bakan ve Milletvekillerinden oluşan “Diyalog Grubunu” kurduk, yazıhanemde görüşüyorduk, hala görüşüyor ve çalışıyoruz. Demokrasi İçin Birlik Çalışmaları içinde yer aldım. En son 19 Ocak 2018 günü Edirne F-Tipi Cezaevinde Demirtaş ile görüştüm. Aslında o gün aynı zamanda vedalaştık. Ceza verileceğini biliyorduk. İki gün sonra cezam kesinleşince yurt dışına çıktım. 90’lı yıllarda kardeşlerimin çoğu Avrupa'daydı, onlara yakın bir yerdeyim. Özlem sürgünün doğasında var, aileye, ülkene, her şeye. Bir gün dönerim umudu elbette var. Biz zaten son sürgünlerdeniz, burada milletvekilleri ile görüşüyoruz. Sadece Şırnak’tan beş sürgün milletvekili buradayız. Belediye başkanlarımız da var. Şırnak’ta Botan’da ülkede, özgürlük mücadelesini artık hiçbir güç durduramaz.

'KALEM SİLAHTAN GÜÇLÜDÜR'

Evvelden de sık sık Avrupa'ya gidiyordunuz muhakkak. Yaşamak daha mı farklıymış? Nasıl geçiyor günleriniz? Avrupa'da politik rutininiz devam ediyor mu? 

İnsanlığa karşı savaş suçları üzerinde çalışyorum. Bir gün faillerin yargılanacağına inanıyorum. Demokratik alanda sorumluluklarımız sürüyor. Ülkede ve dışarda “Sivil Bağımsız Özgür Bir Vicdan Merkezi” olmasını, böyle bir platformun yararlı olacağına inanıyorum. Sürgünlük kısmette varmış, yaşadığımız yerde mücadeleye devam diyoruz. Toplantılara etkinliklere katılıyoruz. Avrupa’da Kürt dinamizmi iyi bir şekilde aktif hale getirilirse çok etkili olur. Sosyal medya üzerinden de söyleyecek sözümüz varsa söylüyoruz.

Orta düzeyde Fransızca ve Arapça konuşabiliyorsunuz. Kürtçe zaten anadiliniz. Türkçe'niz de yıllarını Ankara'da geçirmiş bir politikacı ve avukat olarak birçok Türk'ten çok daha iyi. Almanca da öğreniyorsunuz şimdi. Bu zamana kadar beş kitabınız yayınlandı. Her biri oldukça önemli çalışmalardı. Şimdilerde neler yazıyorsunuz?

Şimdi, 1994 DEP Milletvekillerinin Dokunulmazlık süreçlerini yazdım. İkinci olarak Çocukluğumdan günümüze siyasi ve toplumsal değişimleri yazıyorum. Üçüncü olarak iklim, çevre, doğa üzerinden ara sıra yazıyorum. Gençlere kendilerini iyi eğitmelerini öneriyorum. Avrupa’da, akademik alanda çok iyi yetişmiş gençler görüyorum. Siyaset ve sanatla ilgelenenlerde çok.

Siyasete yeni başlayan Kürt gençlerine ne tavsiye edersiniz? Nasıl daha donanımlı olabilirler? Nelere önem vermeliler? Nelerden kaçınmalılar? 

Çağımızın siyaset ve diplomasisinde yeni genç değerlere ihtiyaç var. Bu alanda destek ve teşvik edilmeleri gerekiyor. Gençlere diyeceğim şudur; bazen bir kitap, bir resim, bir şarkı, bir söz, bir sanat eseri, bir sinema filmi, edebiyat, sanat, kültür, bilim, diplomasi; halkımızın haklı özgürlük mücadelesinde çok önemli olabiliyor. Kalem silahtan güçlüdür. Birlik ve dayanışma kazandırır. Kürt halkının ortak değerlerine saygı ve sevgiyle sahip çıkınız.

Botan’a, topraklarınıza yakın zamanda yeniden döneceğinize inanmak istiyorum ve bunu umut ediyorum. Sizin hayaliniz, arzunuz nedir gelecek yıllarınıza dair? 

Bir gün mutlaka ülkemize döneceğiz. Kimsenin şüphesi olmasın. Halkımızın onuruna gururuna yönelen sömürgeci, işgalci, retçi zihniyeti yeneceğiz. Ülkemiz özgür olacak ve biz özgürce birlikte yaşayacağız. Buna inancım sonsuzdur.