‘Haberlerini yaptım, sonunda ben de mülteci oldum’

Mültecilerin hikayeleri sınır çizgisini geçmekle bitmiyor. Gazeteci Mehmet Zeki Çiçek, haber yapmak için insan kaçakçılarıyla ölüm rotalarını gezdikten 5 ay sonra, hakkında açılan soruşturmalar nedeniyle aynı rotalar üzerinden Türkiye'yi terk edip mülteci olmak zorunda kaldı. İki yıldır Yunanistan’da bir kampta kalan Ahmet Bey, Yunanistan'a kaçak yollarla geçtikten sonra 2 ay tutuklu kalmış; "Avrupa göç etmek zorunda kalan insanları insan olarak görmüyor" diyor. Aksaray'ı mesken tutan kaçakçıların yardımıyla Selanik'e geçmeyi başaran Yüksel Bey, "8 aydır dışarı çıkmıyorum. Fiziksel değil ama psikolojik baskı var" diye anlatıyor..

Google Haberlere Abone ol

İSTANBUL - Türkiye’den politik nedenlerle ayrılmak zorunda kalan, Meriç Nehri üzerinden insan kaçakçıları aracılığıyla Yunanistan'a geçen kişilerle konuştum. Konuştuğum bir kişi meslektaşım ve arkadaşımdı. Diğer iki kişinin ismini güvenlikleri nedeniyle haberde değiştirerek kullandım.

Gazeteci arkadaşım Mehmet Zeki Çiçek, gazetecilik faaliyetleri sebep gösterilerek hakkında açılan soruşturmalar nedeniyle yakın zamanda Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı. Bundan 1,5 yıl kadar önce haber yapmak üzere insan kaçakçılarıyla görüştüğünü, bu haber için şehirden şehire dolaştığını hatırlıyorum. Haberi yaptıktan bir kaç ay sonra ise kendisinin göç hikayesi başladı ve Türkiye’den 'kaçak yollarla' ayrıldı: “İnsanların ölüm yolculuğunu haberleştirmek için göç güzergahlarında dolaştım. Geride kalan eşyalarla karşılaştım. Mezarlıkları dolaştım. Edirne’de Acısu Mezarlığı’na gittim. Boğulanlar, donanlar… Çoğunun kimliği tespit edilemediği için numaralandırılmıştı. Bunu anlatmanın imkanı yok. Diğer taraftan evet, ben de sonunda mülteci oldum.”

'AKSARAY’DA KOMPLE BU İŞLER DÖNÜYOR’

Mehmet Zeki Çiçek.

Zeki, habere Aksaray’dan başlamıştı. “Aksaray ne alaka?” dediğimi de hatırlıyorum. “Çoğu benden önce giden arkadaşımın Aksaray üzerinden organizatörlerle konuştuğunu bildiğim için Aksaray’a yönelmiştim. Orada bir ‘pazar’ olduğundan haberdardım. Kaçakçılarla ilişki kurmakta zorlanmadım. İki kahvehane ve çay ocağına gitmem yeterli oldu. Oturur oturmaz zaten anlıyorsun. Sürekli bir telefon trafiği… 30’a yakın kaçakçıyla konuştum. Şebekelerin her biri birbiriyle bağlantılı. Diyelim A şebekesinin yolu kapalı, B şebekesinin yolu açıksa A şebekesi elindeki mültecileri B şebekesine gönderiyor.”

Zeki, Aksaray’da lokasyon vererek anlatıyor. “Komple zaten bu işler dönüyor” diyor: “Aksaray’da polis karakolunun etrafı, olduğu gibi bu işlerin döndüğü yer.”

‘GÜNDE 1000 KİŞİYİ ÇIKARTTIĞINI SÖYLEYEN KAÇAKCIYLA KONUŞMUŞTUM’

“Günlerce onlarla birlikte dolaştım. Onlarla uyudum. Sabah işe gider gibi kahvehaneye gelip onların tabiriyle organizasyonlarını yapan insanlar. Her birinin üzerinde üç dört telefon olur. Oturdukları yerden süreci yürütürler. Öyle yer altında yapılan bir iş değil. Rahatlar. Konuştuğum bir kaçakçı İstanbul’dan günde 1000 kişiyi çıkarttığını söylemişti” diyerek anlatıyor Zeki.

Yöntemi nasıldı? “Doğrudan gazeteci olduğumu söyledim. Kimliklerini açıklamamam koşuluyla birçok kişi bana konuştu. Yıllardır bu işi yaptıklarını anlatanlar, ‘Şu kadar yıl cezasını yattım’ diyenler, ‘Bu iş öyle de olacak böyle de olacak. Biz olmazsak başkası yapacak’ diyenler, ‘Devletimiz buna dönem dönem izin veriyor’ diyenler… Daha sonra beni İzmir’e yönlendirdiler. Oradan Ayvalık, Ayvacık…”

‘GECENİN KARANLIĞINDA BİLİNMEZLİĞE BIRAKILIYORLAR’

Zeki, Türkiye’deki geçişlerde sadece mültecilerin olmadığına dikkat çekiyor: “Göç yollarında yaşamını yitirenlerin çoğu Afgan mülteciler. Bir de Türkiye’de tutuklanma endişesiyle hava yolunu, kara yolunu kullanamayan insanlar, cemaatle iktisatlandırılan, PKK’yle ilişkilendirilen insanlar o ölümcül yollara başvurmak zorunda kalıyor. Üzerlerinde yakalanma olasılığına karşı kimlik de olmuyor.”

Zeki, geçişlerin kaptansız, rehbersiz yapıldığını anlatıyor: “Geçişlerde en ilkel yöntemler kullanılıyor. 15 kişilik botlara 40 kişi yerleştiriliyor. Kaptan, rehber yok. İnsanlar, ‘Bir problem var, kaptan hazır değil, siz hemen geçin’ denilerek bota bindiriliyor. Bir mülteciyi dümene oturtup, şu ışığı takip et diyerek karşıya gönderiyorlar. Gecenin karanlığında, bir bilinmeze doğru denize bırakılıyorlar.”

“Bu işin Ankara ayağı da var” diyor Zeki. Burası ayrıca haber konusu. Kısaca dediği şu: “Spor, folklor gibi sosyal, kültürel çalışma adı altında sahte belgelerle yürütülen bir faaliyet de var. Hava yollarını kullanıyorlar. Görüştüğüm kaçakçılar işin içinde güvenlik personellerinin, konsolosluk çalışanlarının da olduğunu söylüyordu. Bu dediğim yola ekonomik durumu elverişli olanlar başvuruyordu. Hava yolu ve kara yoluyla çıkarılanlarda maliyet yükseliyor. İzlenimime göre en gözde mülteci Iraklı mültecilerdi.”

‘BU YOLLA GELEN ORTA SINIFA MENSUP İNSANLAR VAR’

Zeki, şimdilerde bu yolla çıkan birçok insanla karşılaşıyor. Gazeteci olarak haberlerini yazmasa da ortak bir hikayede buluşuyorlar:  “Türkiye’den sürgün edilen insanların çoğu bu yola başvuruyor. Evet, önemli bir kısmı cemaat mensubu. Ancak akademisyen, yazar, çizer, politik görüşlerini yaşadığı için mahkum edilmiş, hakkında soruşturma açılmış yüzlerce insan da bu yolla Türkiye’den ayrıldı. Suriyelilere, mültecilere yönelik bir şey söylemeden önce biraz da burayı düşünmek gerekiyor. Türkiye’den kiminle tanıştıysam ya akademisyendi ya gazeteciydi ya eğitimciydi. Bir şekilde Türkiye’de sosyal statüsü olan insanlardı. O kadar gayriinsani yollardan geçmişler ki… Meriç’ten geçerken yaşadıklarını anlattıklarında oturup hüngür hüngür ağlıyor insanlar. Tır kasalarında günlerce ihtiyaçlarını karşılayamadan gelenler var ve bu insanlar Türkiye’de orta sınıfa mensup insanlardı.”

‘KAÇAKÇILARIN İSTANBUL’DAKİ YERLERİ AKSARAY’

Konuştuğum diğer kişi Selanik’te yaşıyor. 2018’in Mayıs ayında Meriç Nehri’nden iki kişi geçmişler. “Ben ve KHK’den atılan bir arkadaş” diyor. Konuştuğum kişinin ismine güvenliği sebebiyle Yüksel diyelim.

Yüksel Bey'e kaçakçılarla nasıl irtibat kurduğunu soruyorum. “İstanbul Aksaray’da bir kaçakçıyla anlaştım. Zaten çoğu Aksaray’ı mesken tutmuş. Konuştuğum kişiler İran’lıydı ama patronları Türkiyeliler. Mekanlarında emanetçileri var. Geçtikten sonra parayı bu emanetçilere veriyorsunuz” diye anlatıyor.

Yüksel Bey, “Bizi öyle bir yere getirdiler ki indiğimiz yerde köprünün başında Yunan askerleri duruyordu. Teslim olduk. 3 gün gözaltında tutuldum” diyor. Bir diğer konuştuğum kişinin 2 ay tutulduğunu söylüyorum. Yüksel Bey, “Mültecilerin geldiği ülkeye, tarafların inisiyatifine göre değişiyor” diye yanıt veriyor. Üç günlük gözaltıdan sonra kendisine üç sayfalık kimlik yerine geçen evrak verilmiş. Bu kağıtlarda “6 ay içinde irtica başvurusu yapın ya da ülkeyi terk edin yazıyordu” yazıyormuş.

‘HER MÜLTECİ VİRÜS TAŞIYORMUŞ GİBİ ALGI VAR’

Yüksel Bey, mültecilerin ekonomisini ise şöyle anlatıyor: “İş olanağı burada hiç yok. İnsanlar Kızıl Haç ve belirli yardım kuruluşlarının verdiği paralarla geçiniyor. Yetişkinlere 150 euro, çocuklara 50 euro veriliyor.”

Yunanistan’daki hayatını “8 aydır dışarı çıkmıyorum. Daha önceleri dışarı çıkıyorduk. Şimdi gittiğimiz yerler Yunan anarşistlerinin, solcularının takıldığı yerler sadece. Hükümetin değişmesi koşulları ağırlaştırdı. Her an kötü bir şey olabilir tedirginliği var. Kendini ifade edemediğinde hakaretlere maruz kalıyorsun. Psikolojik baskı uygulanıyor ama fiziksel bir şiddet yaşamadım” sözleriyle anlatıyor.

Yüksel Bey, korona virüsüyle ırkçılığın çeşitlendiğini dile getiriyor: “Virüs tehdidi nedeniyle her mülteci virüs taşıyormuş gibi algı oluşmaya başladı. ‘Bu yeni sınırı geçti. Virüs taşıyor olabilir’ diye düşünülüyor.”

‘EN İYİ KAÇAKÇIYA BİLE ALÇAK GÖZÜYLE BAKIYORUZ’

Adına Ahmet diyeceğim kişi, iki yıldır Yunanistan’da bir kampta kalıyor. Kampın adını güvenlik gerekçesiyle vermiyor. Hakkında açılan soruşturmalar nedeniyle göç etmek zorunda kalmış. Türkiyeli. Güvenliği nedeniyle memleketini de sizle paylaşamıyorum. Geç saatlerde telefonla konuşuyoruz. Arkadan Ağustos böceklerinin sesi duyuluyor.

Ahmet Bey, Meriç Nehri’ni botla geçmiş. 10 kişi binmişler bota. İnerken biri düşmüş, "Zor kurtardık" diyor. Kaçakçıyı soruyorum Ahmet Bey'e, "Nasıl davranıyordu size?" diye. “İnsan kaçakçılığı yapıyor. Bundan kaynaklı en iyi kaçakçıya bile alçak gözüyle bakıyoruz. İnsan gibi davranmıyorlar” diye yanıt veriyor.

‘BABAMIN TABUTUNU TUTMAYI İSTERDİM'

Kampta Suriyeliler, Araplar, Kürtler, Afganlar, Pakistanlıların kaldığını söylüyor. “Orta Doğu'nun insanları bu kamplarda” diyor.

Kamp hayatına alışıp alışamadığını konuşuyoruz. “Meriç’ten geçtikten sonra bütün duygularını Meriç’in arkasına bırakmış gibi hissediyorsun. Halbuki öyle değil” diyor Ahmet Bey. İlkin ne demek istediğini anlamıyorum. “Psikolojik olarak kamp zorluyor ama yaşamak zorundasın. Güzel, düzenli yaşamak isterdim. Ülkemi seviyordum. Bilseydim bunları yaşayacağımı hayatta gelmezdim. Türkiye’deki cezaevinde kalırdım” diye devam ediyor. Ahmet Bey, iki gün önce babasını kaybetmiş. “İsterdim tabutunu tutmayı, son nefesini duymayı ama olmadı” diyor. Başınız sağ olsun diyorum, “Dostlar sağ olsun” diyor.

‘DEVLET HER YERDE DEVLETTİR’

Ahmet Bey, Meriç’ten geçtikten sonra Yunan polisine yakalanmış. 2 ay kadar tutuklu kalmış. “15- 20 metrekarelik bir odada, 25- 30 kişi kalıyorduk. Yeri geliyor 35- 40 kişi oluyordu. Havalandırma yoktu. İki öğün yemek veriliyordu. İnsanın yaşayabileceği bir yer değildi. Avrupa, göç etmek zorunda kalan insanları insan olarak görmüyor. Avrupa’nın medeni olduğunu söylüyoruz ama Orta Doğu Avrupa’ya göre çok daha medeni.”

2 ay tutukluluk süresinden sonra kendisine kimlik yerine geçen bir kağıt verilmiş: “Çıktıktan sonra tamamen yalnızsın. Mücadele etmen gerekiyor” diyor. Kimlik verildikten sonraki süreci soruyorum. “Sana devlet bir sınır belirliyor. Bazı bölgelere gidemiyoruz. 'Orası turistlerin olduğu yerdir, giremezsin' diyor. Devlet her yerde devlettir. Bunları çok da ayrıştırmak iyi değil. Aynı görmek gerekiyor.”

Ahmet Bey, kamptaki koşulları ise şöyle anlatıyor: “Kamplar bir kere temiz değil. En çok kadınlar ve çocuklar zorlanıyor. Terk edilmiş bir yerde insanların yaşadığını düşünün. Harabe, kullanılamaz halde. Üç öğün ama tek çeşit yemek veriliyor. Doyuracak kadar vermiyorlar. Yetiştiğimiz siyaset gereği alternatifler üretmeye çalışıyoruz. Her şeye rağmen yaşamak zorundayız.”