'Faşizm sadece antikomünizm midir?' polemiği

Fatih Yaşlı’nın yeni kitabı 'Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş' hakkında eleştiri yazısı kaleme alan Orhan Koçak, 'Faşizm Sadece Antikomünizm midir?' diye sordu. Fatih Yaşlı ise Koçak'ın eleştirilerine, "Ülkücülüğü Balkan Savaşları’nda, Teşkilat-Mahsusa’da, soykırımda arıyor. Oysa bu hadiselerin bile ana belirleyeni Türk milliyetçiliği değil, din, Müslümanlık" yanıtını verdi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Fatih Yaşlı'nın 'Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş' başlıklı kitabı polemik konusu oldu. Orhan Koçak, Birikim Dergisi'nde kaleme aldığı 'Faşizm Sadece Antikomünizm midir?' başlıklı yazısını, "Bu çalışmanın net sonucu, yazar hiçbir şekilde böyle bir şey istememiş da olsa, Türk milliyetçiliğini ve kontrgerillayı konu dışı bırakmak oluyor, aklamak değilse eğer. Yazık" eleştirisiyle noktaladı.

Kitabın yazarı Fatih Yaşlı, Koçak'a, Ek Dergi'den yanıt verdi. Koçak, "İttihatçılığı ve Kemalizm’i ülkücülüğün ön-tarihi olarak gördüğü için bunların kitapta yer almamasını eleştiri konusu yapıyor ve yaptığım dönemselleştirmenin 'keyfi' olduğunu iddia ediyor diyen Yaşlı, "Koçak’ın yazısında 'ülkücülük eşittir Türk milliyetçiliği o da eşittir yerli faşizm' gibi üstü örtük (ya da açık) bir iddia var ve tam da bu nedenle ülkücülüğü Balkan Savaşları’nda, Teşkilat-Mahsusa’da, soykırımda arıyor. Oysa bu hadiselerin bile ana belirleyeni Türk milliyetçiliği değil, din, Müslümanlık. Milliyetçilik ise ancak İslam’la ilişkilendirildiği sürece bir anlam taşıyor İttihatçıların ekseriyeti için. Dolayısıyla Koçak’ın 'ülkücülüğün ön-tarihi'ni aradığı dönem, aslında geç ortaya çıkmış bir milliyetçilik olarak Türk milliyetçiliğinin ön-tarihini teşkil ediyor ve 'ülkücülük eşittir Türk milliyetçiliği o da eşittir yerli faşizm' olmadığı için, ülkücülük milliyetçiliğin bu ön-tarihinden kısmen beslenmişse de, bu dönemi 'ülkücülüğün ön-tarihi' olarak değerlendirmek mümkün değil" dedi.

Her iki yazarın, polemik konusu olan yazıları şöyle:

ORHAN KOÇAK: FAŞİZM SADECE ANTİKOMÜNİZM MİDİR?

Bu ülkede 1945’ten önce bir faşist akım yok muydu? Fatih Yaşlı’nın Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş başlıklı yeni kitabını (Yordam, 2019) okuyanlar böyle bir izlenime kapılabilirler: faşist akım (yerli adıyla “ülkücülük”) Türkiye “yönetici sınıfının” 1945’ten itibaren yaptığı bir “sınıfsal tercihle” Soğuk Savaş’ta ABD/Batı-blokunun safında yer alarak antikomünizmi iç ve dış politikasının merkezine yerleştirmesinin ürünüdür. Denebilir ki kitabın amacı böyle bir izlenim bırakmak değildir, asıl konu alt başlıkta gösterilmiştir: “Türkiye ve Soğuk Savaş”. Bu itiraza hak verebilirdim, yazar çalışmasının kapsamını mesela şöyle sınırlayıp özgülleştirmiş olsaydı eğer: Soğuk Savaş Döneminde Ülkücü Hareket (ya da “Ülkücülük ve Antikomünizm”). Böylece ülkücülüğün Soğuk Savaştan önce başlayıp o savaş bittikten sonra da süren bir tarihi olduğu en azından hissettirilmiş olurdu. Aynı şekilde, antikomünizm ile ülkücülüğün kısmen iç içe geçmiş de olsa tümüyle özdeş, tümüyle örtüşen “kümeler” olmadığını, ikisinin de birbirinden artan tarafları olduğunu sezerdik. Ama yazar hem yaptığı dönemleştirmeyle hem de dışarda bıraktığı soru ve tartışmalarla bu kapıları peşinen kapatıyor ve böylece yerli faşizmin tek bağlamı Soğuk Savaş ve tek anlamı da antikomünizm olarak beliriyor.

Önce Yaşlı’nın dönemleştirmesine bakalım: “Bu çalışma, bir Türkeş biyografisi değildir, Ülkücü Hareket’in tarihini Türkeş’i merkeze koyarak, Türkeş ve Ülkücü Hareket’i de Soğuk Savaş ve antikomünizm bağlamına yerleştirerek anlatmayı amaçlamaktadır.” Bu sınırlamanın anlamını (yazar açısından faydasını) izleyen cümlelerde buluyoruz: “Bu nedenle, Türkeş’in sadece 1944 Irkçilik-Turancılık davasının sanığı olarak yer aldığı 1940’lı yıllar ve askerlik yaptığı için siyasetten uzak durduğu, dolayısıyla adının hiç duyulmadığı 1950’li yıllar da Soğuk Savaş ve antikomünizm bağlamında ‘Ülkücü Hareket’in tarih öncesi’ olarak çalışmaya dahil edilmiştir.” Yerli faşizmin “tarih-öncesi” olarak sadece 40’lı ve 50’li yıllar alınınca, ondan öncesinin görülmesi, düşünülmesi de en baştan engellenmiş olur. Ülkücülüğün epeyce daha eskiye, Balkan Savaşlarına, Teşkilat-ı Mahsusa’ya, soykırıma kadar giden bir ön-tarihi, bir “mayalanma ve şekillenme dönemi” yok muydu? O dönemden 30’lu yıllara artakalan (ve Yaşlı’nın hiç değinmediği) Ali İhsan Sabis veya Hüsrev Gerede gibi Kurtuluş Savaşı kahramanları, 40’lı yıllarda Türk-Alman dostluğunun geliştirilmesi için faaliyet gösteriyor değiller miydi (bu kişilerden birincisi, 1944 davasında da yargılanmıştır).

Ya sonrası? Soğuk Savaş 1989-91 yıllarında bitti; ama ülkücülük de orada sona erdi mi? Ülkücü hareketin bir “aşırı uç” olmaktan Türk siyasetinin göz bebeğine “evrilmesi” ve kendisi değişmeksizin Türkçü sağın-solun normalini belirlemeye başlaması tam da o tarihten sonra olmamış mıdır? Ne yazık ki yazar yerli faşizmin Soğuk Savaş’tan artakalması ve gittikçe kitleselleşmesi konusunda herhangi bir şey söylemiyor.

Bu son derece keyfi dönemselleştirmenin net sonucu, Türk faşizminin işlev ve anlamının antikomünizme indirgenmesidir – aslında daha derin, daha hissedilmiş veya düşünülmüş bir antikomünizmden de çok, 1950’lerden itibaren ABD’nin SSCB’yi kuşatma politikasına indirgenmesi. Şimdi, bu minvalde bir “faşizm tahlili” sadece Türkiye’ye özgü değil: dünyada, başka bir deyişle Almanya’da da faşizmin yükselişi ve galibiyeti esas olarak bir antikomünist tepki olarak değerlendirilmiştir, 1950’li yıllardan itibaren. Bu tezin sağ ve sol versiyonları var. Ernst Nolte gibi bir faşist apolog, 1917 devrimiyle birlikte işçi hareketi Avrupa’da gerçek bir tehdit haline gelmeseydi eğer, biz de Mussolini ve Hitler’e muhtaç kalmazdık der, önemli sezişler de içeren Faşizmin Üç Yüzü kitabında. Faşizmin “ön-tarihinin” bir öğesi olarak milliyetçilik hakkında düşünmeyi devamlı ertelemiş bir uluslararası sosyalist-komünist hareket de daha dolambaçlı bir yoldan aynı yargıya varıyordu: bizi tepelemek üzere geldiler. Doğru, sizi tepelemek için geldiler, tepelediler, ama nasıl ortaya çıktılar? Bir anda mı belirdiler, 1917’den önce, hatta 1902-05 yıllarından itibaren Avrupa’yı saran proleter hareketlenmelerinden önce hiç mi sinyal vermediler? Tek tetikleyici işçilerin komünizme kayması mıydı?

Nolte’nin yukarda andığım ve aslında çok sakat kitabının büyük meziyeti, faşizm tahlilinin başına Action Français’i almasıdır: 1890’lardan 1940’lı yıllarda Vichy yönetimine, 1950’lerin Poujadizmine ve bugün de Marine Le Pen’in partisine kadar bütün bir tarihsel Fransız sağını sulayıp beslemiş olan fikir akımı. Şüphesiz fikirde kalmıyor, cinayete ve linç edimlerine geçiyorlardı. Action, lideri Charles Maurras’tan ibaret değildi: Fransız aydınlarının epeyce bir kısmını cezbetmişti, büyük üslupçular Maurice Barrès ve Leon Daudet (Değirmenimden Mektuplar yazarı Alphonse’un oğlu) başyazar konumundaydı. Hugo’nun, Balzac’ın ve -belli bir ana kadar- Zola’nın yazdıklarından süzülerek gelen bir antisemitizm (İngiliz iğrentisi ve Alman korkusuyla da karışarak) o hareketin sabit motifini vermekteydi. Ama yalnız bunlar mı? Yarım-Yahudi Marcel Proust ve yarım-sosyalist Georges Sorel de Action ile sık sık iyi geçinmişti. Neydi bu ilk, bu kök faşist hareketin tetikleyicisi, işçi ayaklanması mı, Paris Komünü mü? Hayır, 1890’larda vatan hainliği (çünkü Alman casusluğu) ile suçlanan ve rütbeleri sökülüp Cayenne adasına sürgün edilen Yahudi kökenli Yüzbaşı Dreyfus’ün suçsuz olabileceğine ve olduğuna dair yargı kararıydı. Bir Yahudi’nin aklanması ve böylece askeriyenin “gocunması” başlattı Avrupa’da kök faşizmi.

Pırıltılı yazarlarıyla Action Français: işte bir karşılaştırmalı edebiyat problemi: Yahya Kemal’den öğrencileri Ahmet Hamdi ve Nurullah Ata’ya, Necip Fazıl’a, Peyami Safa’ya, Nihal Atsız’a ve daha sonra da Cemil Meriç’e kadar bütün bir “Fransız etkisinde Türk edebiyatı”, Maurras’tan, Barrès’ten ne devşirmiş ve onu kendi ortamlarına (demek “ekalliyetler” bahsine) nasıl uyarlamıştır? – Nolte’nin 70’li yıllarda çıkmış kitabı bugün eskimiş görünse de ister istemez şunu gösterir: evet, İtalyan faşizmi, 1917’nin kıvılcımıyla başlayan 1918-19 Torino işçi konseylerinin tehdidine karşı sahneye çıkmıştı; ama Mussolini’nin kendisi Fransa’nın, Action’un çok etkisi altındaydı: dolaysız proleter tehlikesinden önce başlamış bir zihinsel/duygusal “mayalanma” vardı. Ama konuya, ülkücülüğe dönelim.

***

Fatih Yaşlı’nın tarihsel sınırlaması ve seçtiği bağlam, ülkücülüğün daha eski bir milliyetçilikle bağını düşünülmez kılıyor. Baktım, bibliyografyada Tanıl Bora ile Kemal Can’ın ülkücülükle ve Türk sağıyla ilgili kitaplarına yer verilmiş. Bu iki yazar, hepsini aynı torbaya koymamaya çok dikkat ederek, Balkan savaşlarından Cumhuriyet sonrasına Türk sağının çeşitli fraksiyonları arasındaki sınırların bulanıklığını ve geçişliliğini de göstermişlerdir (özellikle Bora’nın Cereyanlar kitabı). Ama Yaşlı, bibliyografyasına aldığı bu metinlerle hiçbir “angajmana”, hiçbir çatışmaya girmiyor. Yalnız bunlar mı? Türk milliyetçiliği ve faşizmi üstüne yine çok düşünmüş ve yazmış bir Demir Küçükaydın’ın analizleri de galiba Yaşlı’nın büsbütün gözünden kaçmış. Yazar, seçtiği ve sınırladığı bir tarihsel bağlam içinde, demek kendi tezi açısından tehlikesiz, çatışmasız, korunaklı görünen bir çerçeve içinde, kendi bildiğini bir kez daha söylüyor, başka türlüsünü bilmemek üzere. Öte yandan kitap tam dört yüz küsur sayfa: bundan biraz daha sağlamını beklemek hakkımız değil mi?

Oysa o bağlam içinde bile kolayca uyutulamayacak birtakım sorular bastırır. Türk Tarih Tezi ki 50’lerden bugüne milliyetçiliğin hemen her çizgisini beslemişti – Türkiye’nin arasının SSCB ile henüz iyi olduğu 30’lu yılların başında Atatürk’ün gözetiminde geliştirilmedi mi? 70’li yıllara gelirsek, Aleviler emperyalizm için büyük bir tehdit mi oluşturuyorlardı ki Çorum ve Maraş oldu? Sonra o tarihsel bağlamın ötesine, bugüne sarkan, hem de daha güçlenerek, belki ilk kez kitleselleşerek sarkan bir ülkücülük: SSCB çöktüğünde ve bu ülke de dahil dünyada komünizm tekrar bir tasarıya, huzursuz edici de olsa sadece bir “hayalete” indirgendiğinde, bizim yerli faşizmimizin de daha da azmak yerine düşmansız kalıp giderek sönümlenmesi gerekmez miydi?

Bu dört yüz sayfalık kitabın, 60’lı ve 70’li yıllara dair güçlü bir gazetecilik çabası da içeren bu çalışmanın net sonucu, yazar hiçbir şekilde böyle bir şey istememiş da olsa, Türk milliyetçiliğini ve kontrgerillayı konu dışı bırakmak oluyor, aklamak değilse eğer. Yazık.

FATİH YAŞLI: FAŞİZM SADECE ANTİKOMÜNİZM MİDİR? / ORHAN KOÇAK’A YANIT

Orhan Koçak, son kitabım “Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş Türkiye ve Soğuk Savaş”la ilgili bir eleştiri/polemik yazısı yazmış. Ben de bu yazıda, Koçak’ın kitaba yönelik eleştirilerine yanıtlar verecek ve polemik konusu yaptığı hususlar üzerindeki düşüncelerimi dile getireceğim.

***

Koçak, yazısının ana fikrini yazının adı yapmış ve “Faşizm sadece antikomünizm midir?” diye sormuş. Yazının ilk cümlesinde de “Bu ülkede 1945’ten önce bir faşist akım yok muydu?” şeklinde bir soru yöneltip benim kitabıma bakanların böyle bir izlenime kapılabileceğini iddia etmiş. Oysa sorusunun yanıtı kitabın “1940’lar: İkinci Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş’a” adlı birinci bölümünde ve onun “Türkçü faşizm” başlıklı kısmında mevcut. Bu kısımda, “1944 ırkçılık-Turancılık davası” olarak adlandırılan davada yargılananları “ırkçı-Turancı” olarak adlandırmanın yeterli olmayacağı ve söz konusu akımın esas olarak “Türkçü faşizm” diye adlandırılması gerektiği şu cümlelerle anlatılıyor: “…faşist ideolojinin evrensel şemasını Türkçülükle/ Türk milliyetçiliğiyle sentezlemeye yönelik bu akımı ‘Türkçü faşizm’ ya da ‘Türkçü faşist ideoloji’ olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.”

Ancak, Koçak’ın muhtemelen bilmediği bir şey var, kitabın o bölümünde kısaca üzerinde durduğum “Türkçü faşist ideoloji”, benim doktora tezimin kitaplaşmış versiyonu olan “Kinimiz Dinimizdir Türkçü Faşizm Üzerine Bir İnceleme”de uzun uzun anlatılıyor ve konunun “Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş”te kısaca geçilmesinin asıl nedeni bu. “Türkçü faşizm” hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okur ise yapılan atıfla “Kinimiz Dinimizdir”e yönlendiriliyor.

***

Yine de Koçak’ın esas olarak sorduğu soru ve beklediği yanıt bu değil. Çünkü o, “Bu ülkede 1945’ten önce bir faşist akım yok muydu” sorusunu sorarken, Türk milliyetçiliğiyle faşizm ilişkisini ve hem İttihat-Terakki’nin hem de Kemalizm’in “yerli faşizm” olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği sorusunu gündeme getiriyor ve “olumlu” bir yanıt duymak istiyor.

Koçak şöyle diyor:  “Ülkücülüğün epeyce daha eskiye, Balkan Savaşlarına, Teşkilat-ı Mahsusa’ya, soykırıma kadar giden bir ön-tarihi, bir “mayalanma ve şekillenme dönemi” yok muydu? O dönemden 30’lu yıllara artakalan (ve Yaşlı’nın hiç değinmediği) Ali İhsan Sabis veya Hüsrev Gerede gibi Kurtuluş Savaşı kahramanları, 40’lı yıllarda Türk-Alman dostluğunun geliştirilmesi için faaliyet gösteriyor değiller miydi (bu kişilerden birincisi, 1944 davasında da yargılanmıştır).”

Koçak’ın yazısında “ülkücülük eşittir Türk milliyetçiliği o da eşittir yerli faşizm” gibi üstü örtük (ya da açık) bir iddia var ve tam da bu nedenle ülkücülüğü Balkan Savaşları’nda, Teşkilat-Mahsusa’da, soykırımda arıyor. Oysa bu hadiselerin bile ana belirleyeni Türk milliyetçiliği değil, din, Müslümanlık. Milliyetçilik ise ancak İslam’la ilişkilendirildiği sürece bir anlam taşıyor İttihatçıların ekseriyeti için. Dolayısıyla Koçak’ın “ülkücülüğün ön-tarihi”ni aradığı dönem, aslında geç ortaya çıkmış bir milliyetçilik olarak Türk milliyetçiliğinin ön-tarihini teşkil ediyor ve “ülkücülük eşittir Türk milliyetçiliği o da eşittir yerli faşizm” olmadığı için, ülkücülük milliyetçiliğin bu ön-tarihinden kısmen beslenmişse de, bu dönemi “ülkücülüğün ön-tarihi” olarak değerlendirmek mümkün değil.

Koçak, İttihatçılığı ve Kemalizm’i ülkücülüğün ön-tarihi olarak gördüğü için bunların kitapta yer almamasını eleştiri konusu yapıyor ve yaptığım dönemselleştirmenin “keyfi” olduğunu iddia ediyor. Oysa kitabın okuyan herkesin kolaylıkla anlayabileceği bir problematiği var. Kitabın ne Türk milliyetçiliğinin ne de faşizmin/faşist ideolojinin Türkiye’deki tarihini yazmak gibi bir amacı bulunuyor. Kitabın derdi, Türkeş’i merkeze koyarak, faşist bir hareket olarak Ülkücü Hareket’in Soğuk Savaş bağlamında nasıl ortaya çıktığını, bunun da antikomünizmin bir parçası olduğunu göstermek. Bunu yaparken de, Türkiye tarihini Koçak’ın da içerisinde yer aldığı “entelektüel network”ün ayılıp bayıldığı merkez-çevre, devlet-toplum ikilikleri üzerinden değil, sınıflar mücadelesi ve emperyalizmle ilişkiler üzerinden anlamaya/anlatmaya çalışmak.

Kitap Ülkücü Hareket’i/MHP’yi bir Soğuk Savaş yapılanması olarak görüyor ve bu ikisinin hem emperyalizm hem devlet eliyle 1960’ların ikinci yarısından itibaren sola karşı bir sokak gücü, paramiliter bir güç olarak şekillendirildiğini iddia ediyor. Tam da bu nedenle, Ülkücü Hareket’le antikomünizm arasında varoluşsal bir ilişki kuruyor ve eğer Türkiye yönetici sınıfı 1945 sonrası Soğuk Savaş’a böyle ateşli bir şekilde dâhil olup antikomünizmi siyasetin merkezine yerleştirmeseydi ve 1960’lardan itibaren Türkiye’de sol bir yükseliş olmasaydı, bildiğimiz anlamda bir ülkücülüğün/MHP’nin siyaset sahnesine çıkamayacağını söylüyor. Dolayısıyla Koçak’ın dönemselleştirmeyi “keyfi” bir şekilde yaptığıma dair iddiası gerçeği dile getirmiyor, yaptığım dönemselleştirme kitabın problematiğinden kaynaklanıyor ve o problematiğe uygun düşüyor.

Koçak’ın neden Ülkücü Hareket’in Soğuk Savaş sonrası tarihini anlatmadığıma dair sorusunun yanıtı da bununla ilgili: Türkiye’deki Soğuk Savaş’ı ve antikomünizmi Ülkücü Hareket, Ülkücü Hareket’i de Türkeş üzerinden anlatan kitap, buna uygun olarak bir dönemselleştirme yapıyor ve kendini doğal olarak Soğuk Savaş’ın bitişiyle –ki Türkeş de aynı yıllarda ölmüştür- sınırlandırıyor, kitap bu nedenle o noktada bitiyor. Bu kadar basit.

Tüm bu söylediklerim Koçak açısından hiçbir şey ifade etmiyorsa, başka ve çok basit bir şey söyleyeyim ve burayı geçelim: Koçak’ın isimlerini gayet haklı bir şekilde övgüyle andığı Tanıl Bora ve Kemal Can’ın Ülkücü Hareket’le ilgili kitapları da, Türk milliyetçiliğinin ya da faşizmin tarihini anlatan kitaplar olmadıkları için, Koçak’ın sözünü ettiği “ön-tarih”i İttihatçılıkta ya da Kemalizm’de aramazlar, “Devlet, Ocak, Dergah”ta da “Devlet ve Kuzgun”da da doğal olarak böyle bölümler yoktur.

Koçak, benim kitabımda gördüğü “maraz”ın aslında Batı dünyasındaki faşizm teorilerinde de bulunduğunu ve bu bakış açısının faşizmi antikomünizme indirgediğini, oysa faşizmin kökenlerinin 19. Yüzyılda mevcut olduğunu, bunun için de Action Françies’a, antisemitizme, ırkçılığa, Dreyfus davasına vs.ye bakmamız gerektiğini, “işçilerin komünizme kayması”nın faşizmin tek nedeni olmadığını söylüyor. Burada uzunca bir faşizm teorisi tartışması yapmamız mümkün görünmüyor ama kısaca söylemek gerekirse, 19. Yüzyıl Avrupa’sında kökenlerinin bulunması, faşizmin 1920’lerden itibaren yükselişe geçtiği ve iktidara geldiği gerçeğini değiştirmiyor. Yükseldi ve geldi, çünkü artık kapitalizm emperyalizme dönüşmüş ve tekeller ortaya çıkmıştı, burjuvazi aristokrasinin yerini almış ve egemen sınıf olmuştu, imparatorluklar dağılmaya ve milliyetçilikler/ulus-devletler yükselmeye başlamıştı, komünist partiler ve sendikalar kurulmuştu, sınıf mücadeleleri keskinleşmişti ve elbette ki Ekim devrimi olmuş ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği tarih sahnesindeki yerini almıştı.

Dolayısıyla faşizm bütünüyle antikomünizm değildir ama faşizmin bir politik özneye, bir güce dönüşmesi sınıf mücadelesiyle, işçi sınıfının bir özne haline gelişiyle ve kapitalizmin hem çıkarlarıyla hem de yaşadığı dönüşümle doğrudan bağlantılıdır. Evet, şu çok açık bir şekilde iddia edilebilir: Komünizm tehlikesi diye bir şey olmasaydı belki Avrupa’da yine faşist hareketler ortaya çıkacaktı ama güçlenmeleri ve iktidara gelmeleri söz konusu olmayacaktı, süreci belirleyen şey doğrudan ve doğrudan sınıf mücadelesi oldu.

***

Koçak yazısının sonlarına doğru, Kemalizm’in ülkücülüğün ön-tarihi içerisindeki yerini ve bunun antikomünizmle ilgisinin olmadığını göstermek adına Türk Tarih Tezi’nden bahsediyor ve bunun hem SSCB’yle ilişkilerin iyi olduğu 30’larda formüle edilmiş olduğunu hem de 50’lerden bugüne milliyetçiliğin hemen her çizgisini belirlediğini söylüyor.

“Madem faşizm antikomünizmden ibaret, faşizmin Türkiye’deki pratiklerinden biri olan Türk Tarih Tezi nasıl oldu da SSCB’yle gayet iyi geçinildiği dönemde gündeme gelebildi” sorusunun ve kurulan bağlantının maalesef ciddiye alınabilir ve yanıt verilebilir bir tarafı yok.

Belirleme meselesine gelince, üzgünüm ama böyle bir şey söz konusu değil. Türk Tarih Tezi, Atatürk daha ölmeden gözden düşmüş, İnönü döneminde bütünüyle unutulmuştu bile. Dahası, Türkçü faşizmin en önemli ideoloğu Nihal Atsız ve hocası Zeki Velidi Togan bu teze itiraz ettikleri için akademiden uzaklaştırılmışlardı. Soğuk Savaş döneminde ise hiçbir sağcı/milliyetçi yapılanma bu tezi anmadı, kendini tezle ilişkilendirmedi. Dolayısıyla Türk Tarih Tezi, Koçak’ın iddiasının aksine, Türk milliyetçiliğinin hiçbir çizgisinin üzerinde hiçbir şekilde belirleyici olmadı.

Koçak’ın bunun hemen ardından sorduğu soru ise sahiden “enteresan”. “70’li yıllarda Aleviler emperyalizm için büyük bir tehdit mi oluşturuyorlardı ki Çorum ve Maraş oldu?” diye soruyor. Emperyalizm sözcüğünü duyduğunda aklına sadece ulusalcılığın ve komplo teorilerinin geldiğini bildiğimiz Koçak’ın bu sorusunun yanıtı açık bir şekilde “evet”. Aleviler Alevi oldukları için değil ama, birincisi solun toplumsal tabanını oluşturdukları için, ve ikincisi, taşralı-Sünni-muhafazakar kitleleri antikomünist mücadeleye katabilmek, seferber edebilmek için seçilmiş hedeflerdi ve her ikisi de Soğuk Savaş’ın sola karşı kontrgerilla tarzı mücadelesi açısından kaçınılmazdı. Üstelik Koçak’ın sözünü ettiği katliamların hepsinde sadece Türkiye derin devletinin değil, CIA’nın ve Gladio’nun, yani emperyalizmin dahli bulunuyordu, tüm bu katliamlarda emperyalizm ciddi bir rol oynadı.

Kitapta 1945 sonrası milliyetçilik ve antikomünizm adına yapılan bütün provokasyonların ama özellikle bir iç savaş dönemi olarak okunabilecek 1977-80 arasında işlenen cinayetlerin ve tertiplenen katliamların üzerinde uzun uzadıya durmamın nedeni de bu: Hem sola karşı izlenen kontrgerilla siyasetini hem de Ülkücü Hareket’in paramiliter bir güç olarak izlediği iktidar stratejisini ortaya koymak. Tam da bu nedenle Koçak’ın “bu çalışmanın net sonucu, yazar hiçbir şekilde böyle bir şey istememiş da olsa, Türk milliyetçiliğini ve kontrgerillayı konu dışı bırakmak oluyor” şeklindeki sözleri eğer kötü niyetli değilse, maalesef okuduğunu hiçbir şekilde anlamamak anlamına geliyor. Bu cümlenin “aklamak değilse eğer. Yazık” diye bitmesiyse aslında niyetin ne olduğunu gösteriyor. Koçak söylediği şeyin ne anlama geldiğini bilmiyor ve ona rağmen bu cümleyi kurabiliyorsa yazık, yok eğer bildiği halde kuruyorsa, yine yazık.