Basın Özgürlüğü Günü'nü idrak ettik

Ülkede gazeteciliğin durumunu konuşmak için sayılara gerek var mı? Bence yok, hatta bu işi sayılarla anlatmak, her canı bir istatistiğe dönüştürüyor, kanıksatıyor. Tıpkı her bayram 80-90 kişinin trafik kazalarında ölmesine alışmak gibi. Tıpkı tren kazalarında ölümlere alışmak gibi. Çünkü onlar sadece sayı.

Google Haberlere Abone ol

Sayılar ortalıkta uçuşuyordu dün gün boyunca, herkes Türkiye’de basın özgürlüğünü rakamlarla anlatmaya çalışıyordu. Biri 157 diyordu, diğeri 163.

157, Türkiye’nin basın özgürlüğü konusunda sıralamasını gösteriyordu. Neyse ki endişelenecek fazla bir şey yok. İki yıldır sıralama değişmemiş, adaletsizlik stabil hale gelmiş. Zaten en kötü üç sıra daha geriye gidilebiliyor, endişelenmeye gerek yok.

163 ise halen hapiste olan basın ve yayın emekçilerinin sayısı. Aslında bu sayıyı net olarak bilen yok. Takdir edersiniz ki bunu takip etmek hiç kolay değil.

Peki ülkede gazeteciliğin durumunu konuşmak için sayılara gerek var mı? Bence yok, hatta bu işi sayılarla anlatmak, her canı bir istatistiğe dönüştürüyor, kanıksatıyor. Tıpkı her bayram 80-90 kişinin trafik kazalarında ölmesine alışmak gibi. Tıpkı tren kazalarında ölümlere alışmak gibi. Çünkü onlar sadece sayı.

Oysa hiç unutmuyorum, tutuklanan bir gazetecinin çocuğunu rahatlatmaya çalışıyordu, bu duyguyu daha önce yaşamış başka bir gazetecinin çocuğu. Akranları dizileri, alışveriş merkezlerini ya da ne bileyim tatilde yapmak istediklerini konuşurken onlar cezaevinde ilk karşılaşmanın nasıl olması gerektiğini konuşuyordu. Mektuplarda nelerden bahsedilmeli, telefonda nasıl konuşulmalı gibi konularda deneyim aktarıyordu.

Bir diğeri ise uzun süredir babasını görmediği için üzülse de, onun yurt dışında ‘babalık kursunda’ olduğunu düşünerek duruma katlanıyordu. Ama okumayı öğrenip neler olduğunu anladığında geç saatte çalan her kapı onda ‘yine mi ayrılık vakti geldi’ endişesine yol açıyor, camın önüne gidip aşağıda polis arabası var mı diye bakıyordu.

Bir diğeri babasını daha çok görebilmek için sonunda avukat olmaya karar verdi. Belli ki memleketin ahvalini o yaşta algılamak zorunda kalmıştı.

Gazete Duvar’da dün yayınlanan Zehra Doğan'ın yazısını okurken ise o 163 sayısından birinin daha iç acıtan halini öğrendim. Açlık grevi vücudunu bitirmeye başlamış, kas ağrıları yaşıyor ve kan tükürüyormuş Kibriye Evren.

Bir dostum ise Bakırköy’de geçiriyor günlerini, diğer mahpusların yanında kendinden bahsetmeyi zul sayıyor hep. Tek suçu gazeteci olmak, baskılara karşı Özgür Gündem gazetesinde sembolik olarak genel yayın yönetmenliği yapmak. Dostları ona 1 Mayıs günü Bakırköy’de DİSK Basın-İş kortejinden “ayşe çıkacak küçük harfle yazacak” sloganı ile sesini duyurmaya çalışıyordu. Aralarında birkaç kilometre vardı belki. Onlar Bakırköy pazar yerindeydi, Ayşe Düzkan ise Bakırköy Kadın Hapishanesi’nde.

Bir arkadaşım ise çocuğunun “Sana bir şey olmasını istemiyorum, kahraman olmana gerek yok” dediğini anlatmıştı. Oysa kimsenin aslında kahraman olmaya çalıştığı yok. Sadece bu ülkede gerçekten gazetecilik yapmanın bedelini ödüyorlar. Belki çocuklarının yüzünü daha az görebiliyorlar ama onların yüzüne rahatlıkla bakabiliyorlar. Kaçak yanıtlar vermeden, gözünü kaçırmadan konuşabiliyorlar.

İşte o sayıların ardında böyle bir tablo var, hatta daha fazlası.Bir ‘Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nü daha idrak etmişken bu duruma da dikkat çekeyim istedim