12 Eylül karanlığındaki Çernobil

Bakanından başbakanına, başbakanından cumhurbaşkanına kadar tüm yöneticiler kendini radyasyonun zararsız olduğunu ispata adamıştı. Sütteki radyasyondan etkilenmemek için peynir yapılarak tüketilmesi salık veriliyor, demlendiğinde kuru çaydaki radyasyonun 'deme geçmediği' iddia ediliyordu...

Google Haberlere Abone ol

Filiz Yavuz

Dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren ve başbakanı Turgut Özal yemek masasındalar. Belli ki; yemek bitmiş, çay faslına geçilmiş. Özal’ın bakışları yukarıda. Kuvvetle muhtemel ayaktaki gazetecinin kendisine sorduğu soruları yanıtlıyor. 7 Aralık 1986 tarihli Hürriyet gazetesinin “Zirveden radyasyon şakası” başlıklı haberinden öğrendiğimize göre, “Azıcık radyasyonlu çay, sağlığa faydalı” diyor Özal. Evet, bir başbakan bunu diyen. Yetmiyor. “Korkmadan çay içilebilir” buyuruyor, kendisininkini yudumlarken. Bakın ben de içiyorum, demeye getiriyor belli ki. Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı ve Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi (TRGK) Başkanı Cahit Aral değil sadece, radyasyonsuz olduğunu kanıtlamak için kameraların karşısında çayını yuvarlayan yani. Bunlardan çok var bizim siyasi tarihimizde. Durmuyor Özal, ekliyor: “Radyasyonlu çay daha lezzetli oluyor.” Cumhurbaşkanı Evren ondan aşağı kalacak değil ya, “Vücudumuz her şeye alışmış... Radyasyondan madyasyondan bize bir şey olmaz” diye üste çıkıyor.

Hürriyet “şaka” demiş lakin Türkiye’yi o dönemde yöneten kerli ferli adamların bu akıllara zarar cümleleri kurarken hiç de şaka yapar gibi bir halleri yok. Aksine 26 Nisan 1986’da SSCB’de meydana gelen ve o zamana dek dünyanın gördüğü en yıkıcı nükleer felaket olan Çernobil’in Türkiye’ye etkilerindeki yönetim zafiyetini gizleme çabasındalar. Fotoğraftaki suratlar bundan sebep o halde...

'TÜRKİYE'DE RADYASYON VAR DİYEN DİNSİZDİR'

Peki, nasıl oldu da Çernobil’den etkilenen ülkeler arasında taa 17. sıradaki Türkiye’de işler bu kadar sarpa sardı?

Çernobil nükleer kazasının ardından 3 Mayıs 1986’da radyasyon yüklü bulutlar Trakya üzerinden Türkiye’ye girince önce tüm tedbirlerin alındığı havası yaratıldı. 'Endişeye mahal yok'tu, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) iş başındaydı. Ve 6 Mayıs’ta TAEK Başkanı Ahmet Yüksel Özemre handiyse davul ve zurnayla 'radyasyonlu bulutların etkisini yitirdiğini' duyursa da asıl mesele 10 Mayıs’ta başladı: Bir radyasyon bulutu daha Doğu Karadeniz üzerinden Türkiye’ye ulaştı. Ancak koca bir hükümet, “halk arasında panik yaratmamak” gerekçesiyle bu buluta karşı üç maymunu oynadı. Hiçbir güvenlik önlemi alınmadığı gibi halka herhangi bir açıklama da yapılmadı. Çay hasadı sırasında radyasyonlu bulutlardan yağan yağmur mahsulü kirletiyordu; yağan rahmet değildi! Lakin halk bilmiyordu.

.

Türkiyeliler bir yere kadar oyalanıyordu da 'eller' kül yutmuyordu işte. Türkiye’nin Avrupa’ya ihraç ettiği ürünler sınırda radyasyon testlerine takılınca Türkiye’ye geri gönderilmeye başlandı. Haziran’dı. “Radyasyon lobisi” henüz keşfedilmemişti ama Türkiye’ye özgü siyasi deha iş başındaydı. Halktaki endişenin artması üzerine Bakan Aral yüreklere 'su serpen' açıklamasını yaptı: “Türkiye’de radyasyon var diyen dinsizdir”. Bu, bakanın toplum sağlığına sunduğu büyük bir katkıydı kuşkusuz.

ÜNİVERSİTELERE BİLİMSEL ARAŞTIRMA YASAĞI

Bakan Aral bununla yetinmedi. Hafazanallah bir kaç bilim insanı çıkar da şu radyasyon meselesini araştırır, diyerek 14 Ağustos 1986’da TRGK’nin bilgisi dışında üniversiteler tarafından radyasyonla ilgili yayın yapılmasını yasakladı. Böylelikle radyasyonun Türkiye’deki etkilerinin halka açıklanması engellenmiş oldu. Lakin tarihten öğrenmeleri gerekenleri bir türlü öğrenmiyordu işte bu yöneticiler. Yasaklar işe yaramıyor, halkın homurtuları artıyordu. 1986 üretimi çayları piyasadan toplatmak durumunda kaldı yöneticiler. Fakat çözümleri insanı her zamanki gibi hayretler içinde bıraktı: O yıl toplatılan yaklaşık 145 bin ton radyasyonlu çay ile bir önceki yılın stoklarından kalan 55 bin ton çay harmanlanarak yeniden piyasaya sürüldü. İddia kirli çaydaki radyasyon oranının azaltıldığı yolundaydı ve fakat böylelikle temiz çaylar da kirletilmiş oldu!

KURU ÇAYDAKİ RADYASYON DEME GEÇMEZ!

Halkın endişesi artıyordu. Ve daha fazla gizleyemediler. İkinci radyasyon bulutunun Türkiye’ye girmesinden 7 -yazıyla yedi, Roma rakamıyla VII- ay sonra; 23 Aralık 1986’da TAEK başkanı Özemre, katıldığı bir televizyon programında bu bulut hakkında itirafta bulundu. Üstelik çaydaki radyasyonun varlığını da kabul etti, elbette “sağlığa zararlı olmayacak miktarda” diyerek.

Artık bakanından başbakanına, başbakanından cumhurbaşkanına kadar tüm yöneticiler kendini radyasyonun zararsız olduğunu ispata adamıştı. Sütteki radyasyondan etkilenmemek için peynir yapılarak tüketilmesi salık veriliyor, demlendiğinde kuru çaydaki radyasyonun 'deme geçmediği' iddia ediliyordu.

OYUNUN SONUNU ODTÜ RAPORU GETİRDİ

Bu ahval ve şerait içinde ODTÜ hocaları Olcay Birgül, İnci Gökmen, Ali Gökmen ve Aykut Kence piyasadaki çaylarla ilgili bir araştırma yaparak radyasyonun deme geçme oranının yüzde 63-68 oranında olduğuna dair bir rapor hazırladı. Bir dizi önerinin de yer aldığı rapor YÖK yasağına rağmen 27 Ocak 87 tarihli Hürriyet gazetesinde manşetten yayımlandı.

Bakan Aral’ın isteği üzerine bu dört öğretim üyesi ile TAEK yetkilileri 13 Şubat 1987’de 22 saatlik bir toplantı yaptı ve ODTÜ’lü öğretim üyelerinin kuru çaydan deme geçen radyasyon oranını doğru hesapladığı anlaşıldı. Mızrak çuvala sığmıyordu artık. Aral “Çay konusunda beni yanılttılar” dese de TAEK Başkanı Özemre ile birlikte görevden alındı. Elbette hem Başbakan Özal hem de Cumhurbaşkanı Evren, sorumluluğu bakan düzeyinde tutarak işin içinden sıyrılıvermişlerdi. İşte bunlar hep Türkiye siyasetinin incelikleriydi! Lakin her başarısız bakanın ardında bir hükümetin olduğunu cümle alem biliyordu.

12 EYLÜL YAŞANMASAYDI?

Bütün bu sürecin; halk sağlığını göz göre göre riske atmanın, ciddiyetsiz açıklamaların ve bu açıklamalarla perdelenmeye çalışılan şeffaf olmayan yönetim anlayışının iki nedeni vardı. İlki Türkiye’nin bitmek tükenmek bilmeyen nükleer enerji hevesiydi. Çernobil kazasının yarattığı olumsuz algının Türkiye’nin nükleer enerjiye geçiş çabasını olumsuz etkilemesinden korkuluyordu.

İkincisi ise 12 Eylül’ün toplum üzerinde halen süren etkileriydi. Eğer radyoaktif bulutlar 24 Ocak kararlarının devamında 12 Eylül darbesini yaşamayan bir Türkiye'ye gelmiş olsaydı, devletin tüm kurumlarındaki yöneticiler böylesine şeffaflıkla bağdaşmayan bir tutum takınabilir miydi? 12 Eylül’ü yaşamamış bir Türkiye’de toplumsal muhalefet sürecin böyle yürütülmesine izin verir miydi? Elbette hayır. 12 Eylül darbesi, yarattığı ekonomik, politik ve toplumsal dönüşümle Çernobil nükleer kazasının Türkiye’de bir yönetim krizine dönüşmesinin nedeniydi. Her ne kadar 1983’te göstermelik bir 'demokrasi'ye geçilmiş olsa da Çernobil sürecinde gönlünce davranmak konusunda hükümetin 12 Eylül’den güç aldığı aşikardı. Zira toplumsal muhalefet sindirilmişti. Küçük çaplı bir imza kampanyası yapıldıysa da Çernobil’in Türkiye’ye etkilerinde karşı büyük bir hareket örgütlenemedi. Aslında 86’da kıpırdanmalar ve 87’deki grevler toplumsal harekette moral etkisi yaratmıştı lakin daha çok darbe ile budanmış işçi haklarına odaklanan toplumsal muhalefet, Çernobil üzerinden bir itiraz ortaya koyabilecek güçte değildi.

Hal böyleyken... Çernobil nükleer kazasından 33 yıl sonra sorumuz şu: Nükleer enerji sevdası bakiyken ve dahi yöneticilerin 12 Eylül’ü aratmadıkları ortadayken... Türkiye’nin, Akkuyu ve Sinop’ta kurmak istediği nükleer santraller üzerinden yeniden böylesi kriz dolu, şeffaflıktan uzak ve toplum sağlığını hiçe sayan süreçler yaşanmayacağının garantisini kim verebilir?