İstanbul'da yaşayan Suriyeli mülteci Fatma: Birbirimizi anlamalıyız...

Mavi Kalem Derneği aracılığıyla tanıştığımız Fatma, ailesiyle birlikte İstanbul’da yaşayan Suriyeli bir mülteci. Hayatın tüm zorluklarına rağmen eşine olan aşkı sayesinde zorlukların üstesinden geldiğini ve çevresine de hep moral vermeye çalıştığını anlatıyor: "Bana bir bardak çay ikram ediliyor ama ben onun devamını bekleyemem, bir şekilde çalışmam gerekiyor. Sen bana geldin, bir hediye getirdin, ben de sana bir şeyler vermek isterim. Şu an Suriyelilerin o gücü yok..."

Google Haberlere Abone ol

Buse Kaynarkaya 

DUVAR - İstanbul, Türkiye’de en çok göç alan şehirlerden biri. Üstelik sadece mültecilere değil, iş fırsatları ve eğitim gibi farklı sebeplerle gelen göçmenlere, iç göçmenlere de ev sahipliği yapıyor. Haliç bölgesindeki Cibali, Balat, Fener ve Ayvansaray hattı, yerleşimleri farklı tarihlerde görülse de yüzyıllarca Yahudi, Müslüman, Ermeni, Balkan göçmenleri, Romanlar ve Rumların bir arada yaşadığı bir bölge olarak biliniyor. Balat’ın sokak isimleri, kiliseleri, sinagogları bu izleri taşıyor aslında. Sırplardan kalma Vodina Caddesi, Köfteci Arnavut, Bulgar Kilisesi, Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ermenilerin Surp Praştegabat Kilisesi ve daha nicesi…

6-7 Eylül’de bir arada yaşamın ve temasın sağlamlığı Fener-Balat hattının çok fazla yara almamasına sebep olmuş hatta. 1974 Kıbrıs olaylarından sonra artan baskılar, bölgenin sessizleşmesiyle sonlanmış. İstiklal Caddesi’nin dönüşümüyle yeni sosyalleşme mekânı arayanların uğrak noktalarından olan Balat, çeşit çeşit alternatif kafelerden önce, böyle birçok kültürlülüğünün simgesiymiş özetle(1).

EŞİ VE ÜÇ ÇOCUĞUYLA ŞAM’DAN GELEN FATMA

Mavi Kalem Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, yıllardır Balat’taki dezavantajlı gruplara, kadınlara ve kız çocuklara hizmet veriyor. Mültecilerle ilgili faaliyetlerini yakından takip ettiğim dernek aracılığıyla ulaştığım Fatma, Balat’ı akın akın gezmeye gelen insanların uğramadığı, bir süredir mülteci nüfusunun yoğunluğuyla bilinen Fatih’te yaşıyor. Fatma’yla hikâyesini, hikâyesinin her anında izini takip edebileceğiniz sabrını, sevgisini ve direncini konuştuk.

2016’da eşi ve şimdi 14, 12 ve 4 yaşında olan kızlarıyla Şam’dan Türkiye’ye gelen Fatma, ilk geldiği zamanlar bir yıl kadar yaptığı ilkokul öğretmenliğine bu sıralar devam edemiyor çünkü ortanca kızının engeli var ve onunla ilgilenmek zorunda: “Şam’dayken de çalışıyordum ama kızımın bakıma ihtiyacı var. Kızım daha önemli, o yüzden çalışmayı bıraktım. İnşallah ileride fırsat olursa çalışmak istiyorum.”

Büyük ve ortanca kızı, geldiklerinde hemen okula başlamışlar, küçük olansa şimdi anaokuluna gidiyor. Çocuklar Türkçe’yi okullarında öğrenmiş, Fatma ise Fatih Belediyesi’ne bağlı Halk Eğitim Merkezi'nde kursa gitmiş. “Sana çocuklar da yardımcı olmuştur” diyorum, “Benden daha iyi konuşuyorlar tabii çünkü okulda Türkçe konuşan öğrenciler var, öğretmenler var; onlarla sohbet edebiliyorlar. Benim komşularım genelde Türkçe konuşmuyorlar, Arapça biliyorlar. Bu sebeple ben az biliyorum ama öğreniyorum, öğreneceğim. Youtube izliyorum, şarkılar dinliyorum.”

Gelmek için biraz beklediklerini fark ettiğimi söylüyorum, beni doğruluyor: “Şam’ı çok seviyoruz ama artık iş yoktu, etrafımızda savaş vardı, huzur kalmadı, bomba ve çatışma sesleri vardı. Durum düzelir diye bekledik, sabrettik, umut ettik ama tam tersi oldu. Paramız bitti, borçlanmaya başladık, kızlarımın istikbalini düşününce de ayrılmaya karar verdik.”

Fatma’nın ailesi hâlâ Suriye’de. Üç ay önce annesini kaybetmiş ancak pasaportu, ikametgâhı ve kimliği olmadığı için gidememiş. Erkek kardeşleri ve babasıyla internet üzerinden görüşüyor.

‘YAŞAYACAĞIM YERİN ŞAM’A BENZEMESİNİ İSTEDİM’

Mülteciler, hatta genel çerçevede göçmenler, yeni bir yere yerleşirken göçmen dayanışma ağlarına başvurabiliyorlar. Bu ağlar dört duvarlı bir ofis, havada uçuşan projeler, fonlar ve yardımlarla dönen bir örgütlenme biçimi değil bu noktada.

Suna Gülfer Ihlamur Öner’in aktardığından yola çıkarak, göçmen dayanışma ağlarını ilişkisellik üzerinden düşünebiliyoruz: “Göçmen dayanışma ağları, göçmenler ve sosyokültürel çevreleri arasındaki ilişkiyi şekillendiren görünmez bir toplumsal sözleşmeye ya da göçmenin göç sürecinde karşılaştığı güçlüklerde onu ayakta tutan bir güvenlik ağına benzetilebilir… Yeni göç ettikleri ülkenin dili, kültürü, gelenekleri, emek piyasası ve vatandaşlık rejimi hakkında sınırlı bilgiye sahip olan göçmenlerin yeni bağlamda var olma ve bir konum ve sosyal statü edinme çabalarında mensubu oldukları göçmen dayanışma ağları kilit rol oynar (2).”

Mültecilerin, yerleşecekleri şehirleri seçme olanakları varsa, kendilerinden önce gelen tanıdıklarıyla kurdukları iletişim önemli bir role sahip. Fatma’ya İstanbul’u neden tercih ettiğini sorduğumda benzer bir yanıtla karşılaşıyorum: “Benim Suriye’den arkadaşlarım buraya yerleşmişlerdi, biz de o yüzden tercih ettik. Şam büyük bir şehir. Yaşayacağım yerin öyle bir yer olmasını istedim, Şam’dan geri kalmış bir yer olmasını istemedim. Çok da vakit yok aslında gidip İstanbul’u, Türkiye’nin başka yerlerini göreyim. Seyahata gelmedik. Açıkçası durumumuz da yok. Her gün iş iş iş… Gezmeye, tozmaya, güzel vakit geçirmeye vakit kalmıyor, artırdığımız parayı kiraya ve faturalara vermek zorundayız. Bazen Fatih Camii’ne çıkıyoruz, güzel bir bahçesi var oranın. Falafel veya şavurma yemeye gidiyoruz. Bazen de Haliç sahiline iniyoruz, o kadar. Bir kere de Mavi Kalem’le Emirgan Korusu’na gitmiştik, çok güzeldi.”

.

‘HAYAT ÇOK ZOR AMA EŞİME AŞIĞIM. AŞK YOKSA HAYAT YOK!’

Şam’daki hayatını merak ediyorum, sonrasında burada ne yaptığını soruyorum. Şam’da kendi evleri olduğu için kira ödemek durumunda olmadıklarından daha rahat olduklarını ama hemen hemen benzer bir hayat sürdüğünü ifade ediyor. Sebebi ise sevgi: “Ben sakin biriyim. Kimseyle kişisel bir problemim de yoktu. O yüzden güzel bir hayatım vardı Şam’da. Okudum, çalıştım, sonra 25 yaşında evlendim. Eşim akrabamdı. Ben eşimi çok seviyorum, aramız çok iyi. Hayat çok zor ama aşk var, kızlarıma da çok bağlıyım. Bence aşk çok güzel bir şey; aşk yoksa hayat yok! Bir insan ya sevdiğiyle evlensin ya da evlenmesin. Şimdi tatil, çocuklar evde ama genelde her sabah küçük kızı anaokuluna götürüyorum. Yemek yapıyorum. Gün çok kısa, hep meşgulüm, zaman yetmiyor. Kızlar farklı saatlerde okula gidip geliyor, onlarla ve dersleriyle ilgileniyorum. Benim kafamda her zaman ne yemek yapacağım, ödevler gibi şeyleri düşünüyorum. Çocuklara babaları baktı, Türkçe kursuna akşamları gittim, öyle daha iyi oldu.”

Sevgiyle bahsettiği eşinin neler yaptığını sorduğumda şunları anlatıyor: “Eşim yabancı olduğu için fazla iş imkânı bulamıyor. O nedenle bazen çalışıyor, bazen çalışmıyor. Aslında Şam’da hukuk okuyordu ama diplomasını alamadı, 4 sınavı kalmıştı bitirmesine. Sanatla ilgileniyor, bilgisayarı çok iyi biliyor, ressam. Bir okulda şu an müzik ve resim öğretmenliği yapıyor. İngilizceyi çok iyi bildiği için bir dönem tercümanlık da yaptı. Ben de İngilizce’yi çok iyi biliyordum, şimdi unuttuğumu hissediyorum. Türkçe’yi yeni çözmeye başladığım için İngilizce’den uzaklaştım.”

İŞ BULMANIN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL: SURİYELİ OLMAK

Yaşadıkları zorluklar da yok değil elbette. Eşinin iş bulamamasında da söylediği gibi “Suriyeli olmak” var en başta. Kendi olumsuz deneyimlerinden bahsederken “Suriyeliler…” dediği cümleler kurmaya başlıyor: “Ailede ve evde zorluklar olur, o anda hep ben destek olmaya çalışırım. Savaştan çıkmışız; evimizi, halkımızı, ailemizi terk etmişiz. İlk geldiğimizde sıfırdan da değil sıfırın altından başladık, hayatımızı oradan kurmaya çalışıyoruz. Paramız yok, bir şekilde para bulmamız lazım. Ben gerekirse birilerinin evine gidip temizlik de yaparım, yemek de yaparım. Mesela, bana bir bardak çay ikram ediliyor ama ben onun devamını bekleyemem, bir şekilde çalışmam gerekiyor. Sen bana geldin, bir hediye getirdin, ben de sana bir şeyler vermek isterim. Şu an Suriyelilerin o gücü yok. Ancak geçimimizi sağlayacak kadar çalışabiliyoruz. Düşünüyorum, bardağa ben bu tarafından bakıyorum, sen öbür tarafından bakarsın. Bir şey yoksa başka şeyler var. Etrafımdaki insanlar zayıfsa onları güçlendirmeye çalışıyorum. Bunun için Suriyelilerin sürekli bir şeylere katılması gerekiyor (sosyal hayata dahil olmalarını kast ediyor). Şu an bu yaptığımız çok faydalı bir sohbet mesela çünkü birbirimizi anlamalıyız ki istikrar sağlansın. Biz Suriyeliler aslında alışmaya başladık, dili de öğreniyoruz, savaştan çıkıp geldik düşüncesine takılı kalmamak lazım. Bazı problemler vardır güçlükle halledersin, bazıları kolayca çözülür. Her durumda sabırlı olmak lazım.”

‘İŞLERİM YOLUNDA GİTTİĞİNDE ARKADAŞLARIMA SÖYLEMİYORUM ÜZÜLMESİNLER DİYE’

Kadınları güçlendirmek için ne yaptığını soruyorum: “Problemleri varsa ve çözemiyorsa yardımcı oluyorum, fikir veriyorum. Bir arkadaşım resim yapmayı seviyor mesela ama eşi ayıp diye dışarı çıkıp kursa gitmesine izin vermiyor. Youtube’dan bakıp bir şekilde kendini geliştirebileceğini söyledim ona. En azından kafasındaki problemlerden uzaklaşır. Sabah uyandığı zaman işlerini halledip kendisine vakit ayırabilir. Kadın güçlü olursa etrafındakiler de güçlü olur. Kendisi eğer zayıfsa, kendi fikirleri yoksa ailede çok faydalı olamıyor.”

Daha önceki bir görüşmemde rastladığım utanma, çekinme haliyle karşılaşıyorum yine. İşleri yolunda gittiği, birazcık daha şanslı olduğu için bunu bazen arkadaşlarından saklıyor Fatma: “Ben mahallemin muhtarından fakirlik kâğıdı alabildim kolaylıkla ama bir arkadaşım kendi mahallesinin muhtarından alamadı. Görevli kişilerin tutumuna da bağlı yani. Normalden daha fazla çalışıp paralarını alamayanlar var. Suriyeli olduğu için parasını da verse bazı belgeleri alamayanlar var. Benim işlerim hep yolunda gitti ama çok zorlanan kişiler var, biliyorum. Ben şanslıyım, kötü şeyler yaşamadım ama arkadaşlarıma söylemiyorum bunları üzülmesinler diye. Şu an buraya gelip yaptığım görüşmeyi anlatmam mesela çünkü ‘Neden bizimle iletişim kurmadılar?’ diyebilirler.”

‘MAVİ KALEM DERNEĞİ BİZE YARDIM EDİYOR’

Mavi Kalem Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’ni bir arkadaşı aracılığıyla öğrenmiş Fatma. Burada pek çok atölyeye katılıp güzel vakit geçirdiğini, aynı zamanda nasıl yapılacağını bilmediği konularda danışmanlık ve yardım aldığını söylüyor: “İlk geldiğimizde kayıt için nereye gitmemiz gerektiğini öğrendik, Türkçe kursları için Halk Eğitim Merkezi’ne yönlendirdiler, hastane randevularında dil bilmediğimiz için yardımcı oldular, gerektiğinde refakat ettiler. Burada sadece kadınlarla etkinlikler de oluyor, aynı deneyimlere sahip kadınlarla bir arada olmayı seviyorum.”

Falafelli yemek etkinlikleri yapıp yapmadıklarını soruyorum, gülerek şöyle yanıtlıyor: “Türkler çok seviyor falafeli, Türkçe kursundaki öğretmen de öyle, ama ben anlamıyorum neden.” “Humus vardı, ful (favaya benzeyen bir meze), mutabbal (yoğurtlu tahinli patlıcan), babagannuş falan vardı ama falafel yeni geldi Türkiye’ye, yeni öğrendik, ondan” diyorum. Fatih’te falafel yapan dükkânlar olduğunu söylüyor, görüşmeden sonra arayıp bulmaya karar veriyorum. Nitekim Fatih Camii’nin hemen yakınında küçük bir restoran bulup nohuta ve tahine minnet dolu anlar yaşıyorum.

(1) Balat’la ilgili detaylı okuma için Arkitera’daki şu söyleşiye bakabilirsiniz: http://www.arkitera.com/soylesi/696/balattan-gidenlerin-yerine-sessizlik-geldi

(2) Ulus-Ötesi Göç Sürecinde Dini Ağlar ve Örgütler – Suna Gülfer Ihlamur Öner – Küreselleşme Çağında Göç: Kavramlar, Tartışmalar sf. 312-313 

(Tercüman: Zekiye Köşker)