Kürt hak hareketinin ikinci yeniden doğuşu: Orhan Doğan

Orhan Doğan’ın Türkiye’nin toplumsal tarihinin içine yerleşmiş bulunan bütün o karakter özelliklerinin ve hasletlerinin, cesaret ve umudunun ve dervişan mizacının neden onun ölümünden bu yana eksikliği artarak hissedilen nitelikler olarak kaldığını anlamak zor olmayacaktır. O samimiyeti ve sahiciliği ile her sorunun, her derdin altından kalkılabileceğine dair bir umudu sadece Kürtlere değil Türklere de verebilmişti.

Google Haberlere Abone ol

Orhan Gazi Ertekin-Neşet Girasun

Kürt hak hareketinin ikinci kuşak taşıyıcılarından Avukat Orhan Doğan’ı, 11 yıl önce 29 Haziran 2007’de kaybettik. Orhan Doğan, Kürt avukatlığı içinde özgün bir yeri olan “Cizre Ekolü”nün müstesna bir temsilcisi olduğu kadar Türkiye hukuk ve yargısının tarihine kendine has müdahaleleri ile unutulmaz çentikler atmış bir avukat-politikacıydı. Şerafettin Kaya, Şerafettin Elçi, Canip Yıldırım, Nurettin Yılmaz vb. gibi ilk kuşak Kürt avukat-politikacıların hak taleplerini 1980-90’ların insan hakları gündemiyle tutarlı ve bütünlüklü bir mücadele alanına dönüştürenlerin en başında gelmekteyken ağırbaşlılık, sükunet, iyi huyluluk vb. gibi mizaç özellikleriyle Kürt avukatlık geleneğinde de özgünleşmiş bir yer de edinmiştir. Onun bir avukat olarak düşünceleri,yaklaşımları, müdahaleleri, ifşaatları ve dahası kişilik ve mizacıyla belirginleşen özgün tarzı Kürt hak hareketinin olgunlaşma girişimlerine bir “derviş tabiatı” kazandırmıştır.

Bu anlamda Türkiye’deki Kürt hak hareketinin tarihsel seyrinin, onun parmak izleri ile teşhis edilebileceğine dair iddiamız abartılı bir entelektüel girişim sayılmayacaktır. Çünkü Orhan Doğan’ın, çok farklı seçenekleri olmasına rağmen 12 Eylül darbe sonrası gibi en zorlu bir dönemde “Cizre’de Avukatlığı” tercih etmesi, İnsan Hakları Derneği'nin Cizre temsilciliğindeki yeri ve rolü ile 1980 sonrasının sol mücadelesine yeni ve etkin bir insan hakları gündemi taşıması, Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirilmesi hadisesi olarak geçen olayları tüm Türkiye’ye duyurarak Türkiye’deki “hukuk” ile “şiddet” arasındaki politik mesafe ve ilişkiyi ifşa etmesi ve tabii ki onun kişiliğinde Kürtlerin, Türkler karşısındaki, tarihsel barış talebinin özgün, yapıcı ve ısrarlı bir söylem ve bir “merci” kazanması gibi somut başlıkları yan yana dizdiğimizde ne söylemek istediğimizi anlamak daha kolay olacaktır. Daha da önemli bir iddia da bulunalım: Orhan Doğan’ın kısa ömrü, ama uzun serüveni Kürtlerin Türk hukuk düzeni içindeki tarihsel kaderini olduğu kadar Türkiye’nin hukukunu, Türkiye’deki hukuk ile şiddet arasındaki ilişkiyi, hukuk politika arasındaki münasebeti teorik ve pratik bağlamları içinde anlamak açısından başlı başına bir zemini teşkil etmektedir. Şimdi onun çocukluk ve ilk gençliğinden avukatlığına uzanan serüvenini Türkiye’nin toplumsal, kültürel bağlamları ile yeniden yorumlamaya çalışalım.

CİZRE'DE AVUKAT OLMAK

Orhan Doğan’ın çocukluk ve gençliğini Türkiye’nin bir çok bölgesinde geçirmesine, Ankara’da hukuk fakültesi okuyup memuriyet hayatına girmesine, böylece önünde çok geniş bir yaşam tercihleri alanı doğmuş olmasına rağmen 1980 darbesi sonrasında Cizre’de avukatlığı tercih etmesi onun insan hakları mücadelesindeki sesi ve sözünün gücü ve inandırıcılığını olduğu kadar belki de kısa ömrünün Kürt hak hareketinin uzun tarihinde eşsiz bir yer almasına da yol açmış olmalıdır. 1980 darbesi sonrasında Cizre’de avukatlığı tercih etmenin ne kadar cesaret gerektiren bir karar olduğunu anlamak hiç zor değildir. Bir defa şurası açıktır ki Türk milliyetçiliğinin hakim ideolojik zemin olduğu bir hukuk ve yargı düzeninde Kürt avukatlığı yapmak oldukça ciddi bir sabrı, ısrarı ve sağduyuyu şart koşmaktadır. Nitekim Türk milliyetçiliği, Amerikan milliyetçiliği gibi “hak ve özgürlük” merkezli bir politik müzakere ve kamu alanına sahip olmadığı gibi daha fazlası “yetkisi”ni güç potansiyeline dayandıran bir söylemsel alanda kurmuştu. Böyle bir milliyetçi ideolojinin egemen olduğu bir zeminde hukuk ve yargı aktörlerini yasalara çağırmak ve hukuku bir diyalog zemini haline getirmek çabası kaçınılmaz biçimde devletin sert ve katı kabuğuna şiddetli biçimde çarpmak ile sonuçlanacak ve bir avukatın hukuka inanç geliştirmekte her geçen gün daha da zorlanmasına yol açacaktır.

Kürt hak hareketindeki “sabır” işte tam buradan gelir. Sabretmek, sadece bir dervişin vasfı değildir. Darbe sürecinde hak talep eden avukatın da esaslı vasfı olmalıdır. Orhan Doğan işte bu “sabra” sahip nadir avukatlardan birisi olmuştur. Şu halde daha iyi görmüş oluyoruz ki Orhan Doğan, Cizre’de avukatlık yapmak tercihiyle, avukatlığını, sadece gerçek ve bedeli ağır olan bir “dava”nın içine yerleştirmiyor, aynı zamanda Cizre’deki her bir “dosya”nın bir yandan 1980 darbesinin açık şiddet politikalarına karşı koyuyor, diğer yandan da Kürtlere yönelik eşitsizlik uygulamalarına karşı kamu makamlarını hukuka çağırmak ve kamu idaresi-halk karşılaşmasını hukuksal eşitliğe taşımak görevini de üstlenmiş oluyordu. Cizre’de avukat olmak ile “ölmek” ve “öldürülmek” arasında onu hayatının sonuna kadar hep bir gölge gibi takip eden meşum kader işte tam bu “yüzleşme” halinden doğmaktaydı. O meşum kader, kuşkusuz, “hak talep etmenin” aynı zamanda “feda” ile eşdeğer olduğu bir hukuk düzeninde yaşamak ile alakalıydı. Nitekim, 1980’li yılların sonu ve 1990’larda Cizre ve Silopi JİTEM'in merkez ve ilk faaliyet alanıydı. Ve JİTEM'in kurucularından Ahmet Cem Ersever’in faaliyetlerini orada yürüttüğünü de hatırlatırsak nasıl bir süreç üzerine konuştuğumuz daha iyi anlaşılacaktır.

KÜRT AVUKATLIĞININ DERVİŞ'İ ORHAN DOĞAN

Orhan Doğan’ın Türkiye’de “hukukçuluk” ile “insan hakları mücadelesi” arasındaki bağı belirginleştirme girişimleri de hukuk ve yargı açısından tarihsel bir anlam taşımaktadır. Türkiye’de avukatlık ve hak hareketleri üzerine çalışan herkesin bu noktaya özel bir dikkat göstermesi ve gelişim süreçlerini anlamaya çalışması şarttır. Bu cümleden olmak üzere Orhan Doğan, Cizre’deki baskı koşullarına karşı tüm Türkiye’ye yayılan bir insan hakları gündemi ile cevap verme yolunu seçtiği gibi insan hakları hukukunun barışçıl yeniden yaratılmasında ve meşru bir politik tutuma dönüştürülmesinde önemli bir rol üstlendi ve İnsan Hakları Derneği'nin de kurucularından birisi oldu. Avukatlık ile insan hakları hukukçuluğunun en nihayet buluşması buradan takip edilebilir ve Türkiye’de kendine has bir toplumsal ve siyasal tarihe sahip olmuştur. Bu durumun hem Kürt avukatlığı hem de Türkiye’deki sol politik tutum açısından ciddi tarihsel etkiler yarattığından bahsetmek gerekir.

Bir defa şunu hatırlatmak gerekir ki özellikle 1980’lerin başında ABD Başkanı Jimy Carter’ın “insan hakları politikası” özellikle de solda evrensel çapta bir şüphe yaratmış, insan haklarına dair bir söylemden uzak durulması tembihleri güçlenmişti. Bu söylemin emperyalist amaçlarla kullanılacağına dair geleneksel sol şüphe insan hakları gündemini sıkıntılı ve gerilimli bir psikolojik bagaja yerleştiriyordu. Nitekim bu gerilimin gerçekte sol içindeki Türk milliyetçiliğinin ideolojik hegemonyası ile alakalı olduğu zaman içinde anlaşıldı ve 1970 ve 1980 darbesi sonrası sol hareketinde ortak birlikler içinde yer alan bazı sol Kemalistler ile Kürt avukatlığı arasındaki mesafe giderek açılmaya başladı. 1970’lerin Sol Kemalist ve Kürtleri de içine alan “Barış Derneği” ortaklığı 1980’lerin politik koşullarında bozulmaya başlamıştı ki bu gerilim sonraki insan hakları mücadelesini anlamak bakımından önemlidir. Bu noktada Uğur Mumcu, Kürt hak savunuculuğuna karşı, Türk milliyetçi ideoloji içinden muhalefet geliştirmeye çalışanların ilki olmuştu. Bununla beraber, solun Türk milliyetçiliği içinden geliştirdiği bu dirençler ve tüm bu gerilimler insan hakları mücadelesinin sol bir cephenin meşru gündemleri arasında yerini almasını engelleyemedi. Orhan Doğan, özellikle de bir somut mücadele sahası olarak Cizre’deki çabaları ile Türkiye’deki sol insan hakları mücadelesini güçlendirenlerin başında gelmişti. Çünkü 1980 ve 1990’ların somut baskı süreçleri Türkiye solu içindeki “milli şerhler” ile örtülemeyecek kadar bedahet arz ediyordu. Böylece 1980 sonu ve 1990’lar Türkiyesi, insan hakları söylemi üzerindeki şüpheleri terk edip meşru yeniden doğuşu ve terfisine de sahne oldu. Bu sürecin en önemli amillerinden birisi Orhan Doğan’ın “Yeşilyurt hadisesi”ni dünya çapında bir insan hakları gündemine dönüştürmesi olayıdır. Nitekim Türkiye’nin İHAM’ın zorunlu yargı yetkisini 1990 yılında kabul ettiğini düşünürsek bu çapta bir olayı kamuoyu gündemine taşımanın sosyal-politik zorluğunun aşılması kadar başvurunun hukuki teknik boyutlarının altından kalkılabilmesi de önemli bir başarı olarak kaydedilebilir. Bu anlamda Orhan Doğan, 1950’lerdeki ilk Kürt hak hareketinin iddia ve söylemlerini geniş bir insan hakları söylemine kavuşturanların başında gelmiştir.

YEŞİLYURT KÖYLÜLERİNE DIŞKI YEDİRME

Orhan Doğan’ın olağanüstü mücadelesi ile açığa çıkan Yeşilyurt’taki Kürt köylülerine dışkı yedirme hadisesi Türkiye siyasetinin olduğu kadar hukuk ve yargısının da tarihsel olaylarının başında gelmektedir. Yeşilyurt hadisesi, Türkiye’deki hukuk ile şiddet arasındaki mesafenin ne kadar kolay aşılabilir olduğunu gösteren tarihi bir olay niteliği taşımaktadır. Bu olay öncelikle Türkiye’de bir Kürt avukat olmanın ontolojik kaderini ortaya sermektedir. Bu sadece Kürt köylülerine uygulanan bir “şiddet estetiği” değildir kuşkusuz. Özellikle hukuk ve hak alanları ile ilgili genel tarihsel bir ifşaatı da ortaya koymaktadır. Bir zamanlar şimdi adını unuttuğumuz bir yazar İmparator Nero’nun Roma yanarken lir çalması ile Yeşilyurt köylülerine “bok yedirilmesi” olayları arasındaki estetik farka işaret eden bir değerlendirme yapmıştı. Evet. Doğrudur. Türkiye’deki şiddetin “estetik düzeyi” bu seviyelerdedir. Fakat şiddet estetiği ve “medeniyet”e dair bu fark aynı zamanda Türkiye’de hukukun gerçek hayat ile ilişkisine dair büyük ‘ifşaat”lar da içermektedir. Başka deyişle bir Türkiye hukuk ve yargı tarihi olayı olarak Yeşilyurt hadisesinde “hukukun seviyesi” ile de alakalı bir durum ile karşı karşıyayız. Bu meseleyi dışkı yedirme hadisesi ile Orhan Doğan’ın polis eşliğinde Parlamentodan fiziksel zorla alınıp araca bindirilmesi hadisesini yan yana getirip anlamaya çalışmak daha yerinde olacaktır.

'AVUKAT VE BOYNUNA ATILAN PENÇE'

1994’de Türkiye parlamentosunun hemen önünde Orhan Doğan’ın boynunu bir pençe gibi saran polis eli, bir Kürt avukatın politik kaderini temsil eden ikonik bir fotoğraf olmasının yanında gerçekte Türkiye’de hukuk ile çıplak şiddet arasındaki mesafenin ne kadar kolay aşılır olduğunu da ele vermektedir. Gelin, “dışkı yedirme” hadisesi ile Doğan’ın boynundan tutularak gözaltına alınmasını, Amerikan hukuku ile Türkiye hukuku arasındaki bir mukayese ile anlamaya çalışalım ve Türkiye’deki hukuk ve politika ilişkisinin ifşa olduğu noktaları belirleyelim; Amerikan siyah haklar hareketi açık ve görünür bir yasal eşitsizliği toplumsal bir dirençle lağvetme mücadelesi ile belirginleşiyordu. Eşitsizlik ABD’de çok açık görünür olandı ve yasaldı. Irkçılık da yasal bir devlet politikası idi. Buna karşılık köleliğin kaldırıldığı 1865 yılından siyasi hakların tanındığı 1965 yılına kadar gelen yüz yıllık siyah haklar hareketi süreci devletin ve yargının müzakere içinde dönüştürülmesi eğilimini de içeriyordu. Örneğin Amerikan mahkemelerinin ırk eşitsizliğini onaylayan ve dahi toplumsal direnç ve mücadeleler sürecinde ırk eşitsizliğini lağveden kararlarının olması Amerikan hukukunun yaşayan, değişen ve farklılaşan tarihsel doğasını ortaya koymuştur. Amerikan ırkçılığının açık ve görünür doğası tarihsel bir mücadeleye cevap vermiş ve zaman içinde değişim göstermiştir. Buna karşılık Türkiye’de “hak savunuculuğu hareketi”nin kaderi daha farklı bir süreci dayatmıştır. Bir defa Kürt hak hareketi, eşit yurttaşlık ve hukuksal eşitlik iddiasına saklanmış bir kamusal eşitsizliğe karşı mücadele veriyordu. Görünürde eşitliğe ve yurttaşlığa çağıran bir hukuk düzeni vardı. Fakat o hukuk düzeni devlet maslahatını etnik ve kültürel bir eşitsizlik içinde tekrar eden bir kamusal mekanizmaya sahipti. ABD hukuk sürecinde olduğu gibi ortada “iki taraf” yoktu. Sadece devletin ve onun milliyetçi temellerini ve sınırlarını korumak üzere yapılaşmış bir hukuk ve yargı merciinin yetkisi söz konusuydu. Böylece Kürt meselesi Türkiye yöneticilerinin kendilerine ödevler verdikçe, kendi yaptıklarını bir “lütuf” ve “yüce gönüllülük” olarak sundukça Kürt hak hareketinin “nankör” haline getirildiği bir kamusal eylem alanına dönüşmüş oldu. Türkiye hukuku, Amerikan hukukunun tersine müzakereye değil yetki tekeline dayanıyordu ve içinde “diyalog” ve bir “tarih” barınmıyordu. Dışkı yedirme hadisesi ile Orhan Doğan’ın boynuna atılan el, işte böyle bir “tarihsiz” hukuk-politika bağlamının içinde düşünülmelidir. Bu durum Türkiye’nin “hukuk devleti”ni insan hakları bağlamına yerleştirme konusunda daima isteksiz hale getirirken Kürt hak hareketini ise kendi eylemi ve varlığını dibi delik bir kovaya sürekli yerleştirmek “umudu”na sarılmaya itiyordu. Amerikan siyah haklar hareketi daha umutsuz koşullardan yaşayan bir umut üretirken Kürt hak hareketi ise daha umutlu koşullardan sürekli yeniden yaratılan bir umutsuzluk ile başa çıkmak zorunda kalıyordu. Böylece Kürt avukatlığı talihsiz ve her daim sonuçsuz bir varoluş ısrarı haline dönüşüyordu. Orhan Doğan’ın sabrı, sağduyusu işte böyle bir hukuk ve yargı düzeninin içinde şekillenmiş ve dayanıklı bir karakter özelliği kazanmıştır ki aynı zamanda hukukçuluk ve avukatlığını da güçlendiren, inandırıcı kılan bir sonuç yaratmıştır.

Nihayet, Orhan Doğan’ın Türkiye’nin toplumsal tarihinin içine yerleşmiş bulunan bütün o karakter özelliklerinin ve hasletlerinin, cesaret ve umudunun ve dervişan mizacının neden onun ölümünden bu yana eksikliği artarak hissedilen nitelikler olarak kaldığını anlamak zor olmayacaktır. O samimiyeti ve sahiciliği ile her sorunun, her derdin altından kalkılabileceğine dair bir umudu sadece Kürtlere değil Türklere de verebilmişti. Belki de bu nedenle Orhan Doğan, Türkiye’deki Kürt hak hareketine ve dahi avukatlığa kendi sağduyusunu politikleştirerek taşıyan özel bir “mercii” rolü ile de yerleşmiştir. Böylece o sadece bir “avukat” veya bir “politikacı” olarak değil bir “aziz” olarak Kürt hak hareketi içinde yerini almış oldu…

Ruhu şad olsun…