SAADET adayı Aktaş: Televizyona çıktığımda beş yaşındaki Taha ekranı öpmüş!

Antalya’da avukatlık yapan Ali Aktaş’ın adı Mor Beyin uygulaması yoluyla tuzağa düşürülen on binlerce kişinin ByLock kullanmadıkları halde öyle oldukları suçlamasıyla işinden edildiğini, hapsedildiğini ortaya çıkarmasıyla duyuldu. Ali Aktaş önümüzdeki seçimlerde Saadet Partisinden Ankara’nın milletvekili olmak için aday. Aktaş’a merak ettiklerimizi sorduk.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Onur Yılmaz

Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu Ali Aktaş, 16 yıldan beri avukatlık yapıyor. Kamuoyu onun adını ByLock mağdurlarıyla ilgili davalarda Mor Beyin meselesiyle duydu. 11 bin 480 kişinin tahliyesini sağlayan Aktaş, SAADET'ten milletvekili adayı. Aktaş ile seçimlerden önce bir araya geldik.

Kamuoyu sizi son dönemde 10 binin üzerinde kişinin ByLock mağduru olduğunun ortaya çıkmasındaki katkınızla tanıdı. Bu konudaki mücadeleniz de doğal olarak çok öne çıktı. Bu süreçteki rolünüz, çalışmalarınız ne durumda?

İki tür sorun var; biri “FETÖ” denen Gülen Cemaati'nin yönetici kadrolarından oluşan, devleti ele geçirmek için uzun yıllardan beri faaliyet göstermekte olan bir yapı. 15 Temmuz'da bu yapının cebir ve şiddete varan eylemlerini gördük.

Ama bir de bu cemaatin tabanı var. Bizim odağımız daha çok bu tabanla ilgili. ByLock konusunda iki problem var. “Mor Beyin” meselesindeki, 11 bin 480 kişinin ByLock listelerinden çıkartılmasıyla birincisinin önemli oranda hallolduğunu düşünüyorum. Bu insanlar içerisinde cemaatle hiçbir ilişkisi olmayan örneğin benim tanıdığım solcu avukat arkadaşlarım da var. Cezaevinde kola şişesinin içine üzüm doldurup, şarap yapmaya çalışan adam da var. Diğer yandan şimdiye kadar hiç gündeme gelmemiş olan Wi-Fi mağdurları var. Bu durumda olan 30 bin kişi daha var.

Bu 11 bin 480'in üzerine 30 bin mağdur daha mı var?

Evet en az 30 bin kişi daha var. Bunu MİT raporundan anlıyoruz, MİT raporu en az bir kez mesaj alıp gönderen 60 bin kişi var, diyor. Bunun temizlenmesi lazım, ByLock ile hiç alakası olmayan insanlar bunlar. İkincisi, ByLock kullanıcısı olan cemaat mensubu insanlar var, bunlar ByLock kullanıcılarının çoğunluğunu teşkil ediyor. Bunlar da genellikle öğrenci, ev hanımı, öğretmenler... Sohbet hocası gelmiş bunlara ByLock yüklemiş ve oradan dini mesajlaşmalar olmuş. Sohbet hocasının daha üst konumdakilerle irtibatı olabilir ve bu örgütsel bir faaliyet sayılabilir. Sohbet grubu kuran kişiler veya daha üst kadrolarda yer alanlar arasında bir irtibat var mı yok mu bakmak gerek. Çünkü bu yapı kast sistemi ile örgütlenmiş. Bunu ayrıştırmak için de ByLock kullanımının niteliğine bakmak gerekir.

Gül 'Mor beyin'i çıkaran SP yöneticisi ile görüştüGül 'Mor beyin'i çıkaran SP yöneticisi ile görüştü

'BYLOCK KULLANIMININ NİTELİĞİNE BAKILMALI'

ByLock kullanıcısı olsa dahi mesajlaşmanın içeriğine bakılmalı, diyorsunuz.

İçeriğine bakılmalı, çünkü içeriğine bakılmazsa şöyle sorunlar çıkıyor: Mesela Çankırı'da benim müvekkilim bir kızcağız vardı. Oraya gelmiş, yurda yerleşmiş, sonra bunların öğrenci evine yerleşmiş, kızın telefonuna ByLock yüklemişler. O da gitmiş ev arkadaşlarının telefonlarına yüklemiş. Marketten alınacak şeylerden tutun da, eve kaçta döneceklerine kadar gündelik konularda yazışmışlar. Whatsapp gibi kullanmışlar, anlayacağınız. Cemaat veya örgütle ilgili ne var derseniz, sadece cemaatin yan evde yapılan sohbetine çağrı... "Arkadaşlar bugün o evde toplanıyormuşuz, hoca gelecekmiş" veya "bugün bizim evde toplanıyormuşuz, çay yapacakmışız" Bunlardan başka bir şey yok. Mesela bu kızın kullanımıyla ilgili Bylock'un örgüt delili oluşturmaması gerekir. İçeriğe bakılmalıdır, yan delillere bakılmalıdır. İlk defa söylüyor değiliz bunu, Anayasa Mahkemesi bunu aslında TÜRKSAT'ı işgale giden askerlerle birlikte işgale giden iki mühendisin uzun tutukluluğa ilişkin bireysel başvuru kararında vurguladı. ByLock bir belirtidir, belirtinin derecesi, şiddeti ve kuvveti, içeriklerine, kullanıcının örgüt içindeki konumuna ve diğerleriyle olan irtibatına bakılarak yapılır, diyerek aslında ByLock kullanıcıları arasında farklı kategorilerin olması gerektiği hususunu ta işin başında söylemişti. Bugün geldiğimiz aşamada şüpheli ve sanıkların sosyo-ekonomik durumları, ByLock içerikleri de ortaya konulduğuna göre devletin yeniden oturup düşünmesi, Yargıtay’ın içtihat üretmesi gerekir. Bu ikinci aşamanın tamamlanmasını bekliyorum.

Bu konuda yüksek hakimlerimizin mutlaka içtihat üretmesi, emniyet kuvvetlerimizin, MİT'in, KOM Dairesinin, ByLock kullanıcılarının yaşları, cinsiyetleri, öğrenim durumları, içeriklerinden elde edilenler bakımından, bir ayrım yapması ve yargının işini kolaylaştırması gerekiyor. Çünkü bu ayrım yapılınca göreceğiz ki, bir ByLock kullanıcısı cemaat tabanı vardır, ByLock kullanıcısı cemaatin maaşlı elemanları vardır, bir de ByLock kullanıcısı olup Ceza Kanunu’nda sayılı suç fiillerini işleyenler vardır.

Ali Aktaş

Yönetici kademesinde olanların tespiti bu yolla mı yapılmalı?

Tabii tabii. Yönetici de olabilir, üye de olabilir, suç fiiline iştiraklerine bakmak lazım. Bu ayrımın yapılması icap ediyor. Bu ayrım yapılırsa, problemin önemli bir kısmını aşmış oluruz.

Bir sorum da şu: Bu yasa dışı yapılanmayla nasıl mücadele edilmeyeceğini, edilemeyeceğini yapılanlardan görüyoruz ve siz de bunu ortaya koydunuz, Peki, nasıl yapılacağına dair fikrinizi de paylaşır mısınız?

“FETÖ”, örneğin PKK'ye benzemiyor. Bu yapı sui generis, eskilerin ifadesiyle nev-i şahsına münhasır, yani kendine özgü bir örgüt. Bunu iddianamelerden anlayabiliyoruz. FETÖ'nün eylemlerine baktığınızda, 7 Şubat MİT krizi, yani MİT müsteşarı Hakan Fidan'ın tutuklanma girişimi, hemen arkasından 17-25 Aralık, MİT tırlarının durdurulması, hemen arkasından darbe girişimi, bütün bu olaylara baktığınız zaman, iddianamede yazan suçların bu yapıya mensup askerler, polisler ve yargı mensuplarınca işlendiğini görüyorsunuz. Yani, kadroları devlette olan insanlar ve bunların sivil ‘abi’leri var. Akıncı Üssünde yakalanan 6 ‘sivil imam’ gibi mesela. Şimdi “FETÖ” eylemleri olarak sayılan bu eylemlerin tümünün ortak özelliği bu yapıya mensup askerler, polisler ve yargı mensupları tarafından ve bunların ‘abi’leri, ‘imam’ları, yöneticileri olan siviller tarafından işlendiğine göre; esasen atipik, kendine mahsus bir örgütten söz edebiliriz. Dolayısıyla aslında FETÖ dediğimiz örgüt esas itibarıyla devlette kadrolaşmış bir örgüttür. Devlette kadrolaşmış olmasının ötesinde devletin özellikle etkin ve operasyonel birimlerinde kadrolaşmış ve bu operasyonel birimleri kullanarak yönetimi kendi ele geçirmeye çalışan bir örgüt.

'ÖRGÜT' DEĞİL 'PARALEL YAPILANMA' 

15 Temmuz öncesi sıklıkla kullanılan “paralel devlet yapılanması” tabiri bu yapılanmayı tanımlamak için denk düşüyor, öyle mi?

Cuk oturuyor. ‘Örgüt’ değil, ‘paralel yapılanma’ tabiri tam oturuyor. Bu çerçevede devleti belli toprak parçası üzerinde egemenlik hakkına sahip olan, hukuku işletmek ve şiddet tekeline sahip olan yapı olarak tanımlarsak, hiçbir devlet içinde konum almış ama talimatlarını sıralı amirlerinden değil de, cemaat amirlerinden alan bir yapıya tahammül edilemez. Bu Gülen Cemaati de olabilir, bu Menzil Cemaati de olur, bu Atatürkçü Düşünce Derneği de olur, dindar veya laik olur hiç farketmez. Bu bir gerçek olarak ortada. Bir o kadar önemli ve açık olan gerçek de şu ki, bu problemin bu denli büyümesinde mevcut iktidarın çok önemli bir payı var.

'TUTTUĞUNU HAPSE ATAN BİR SÜRECE DÖNÜŞTÜ'

Ortada bir gerçeklik var, bir tablo var, bu tablonun izale edilmesi lazım. İzalesi için mesela şöyle bir yöntem mümkündü: Bugün mahkemeler “314. Madde Yöntemi”ni kullanıyor. Yani yargılamaları ‘silahlı terör örgütü’ suçu iddiasıyla yapıyorlar. Oysa biraz önce anlattığım sebeplerle vakaların çoğu bu kalıba uymuyor. Uyanların çoğu zaten yurt dışına kaçmış, uymayanlar (cemaatin tabanı niteliğinde olanlar) ise hapiste. Dolayısıyla aslında Cumhurbaşkanının “altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet” şeklinde dile getirdiği "ibadet-ticaret-ihanet" tespiti çok doğruydu ama uygulamaya geldiğimiz zaman, bu tespitin tam tersi uygulandı. Tuttuğunu yakalayıp hapse atan ve dolayısıyla ve aslen "ibadet" kısmını yargılayan bir sürece dönüştü... Bu sürecin başında yargılamalar “314. Madde” ile değil de, “220. Madde”den yapılmış olsaydı suça bulaşmamış olup üyelikten yargılananlar 1-3 yıl ceza alırlardı.

Dolayısıyla bugün “FETÖ”nün en büyük ekmeği ve suyu olan uzun tutukluluk ve mağduriyete yol açmadan vatandaşları bu yapıdan ayırt edecek bir yol izlenmiş olurdu. 220. Madde uygulansaydı mücadelede hukuki ölçüler içinde kalır ve mağdur üretmeden yapabilirdik. Bunu başaramadık. Dolayısıyla ortaya bir fecaat tablosu çıktı.

Peki bir avukat olarak, Ali Aktaş olarak sizin gördüğünüz ve çok sistematik bir şekilde ayırt edebildiğiniz şeyi, iktidar, devletin diğer kademeleri ya da yargı neden ayırt edemedi ya da neden ayırt etmedi?

Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim; siyasi baskı ve siyasi şekillendirme olmamış olsaydı, mevcut yargı sistemi, mevcut hakim ve savcılarımız bugün üretilen mağduriyetlerin en az yüzde 70'ini üretmeksizin bu sorunu çözerlerdi. Nitekim, Antalya'da terör dosyalarına bakan ara temyiz mercii olan İstinaf Mahkemesi Başkanı Şenol Bey, "bu böyle olmaz, içerikleri getirin bakalım, burada örgütsel bağ var mı, içerikler silahlı örgüt bağını ispatlıyor mu" diye bugün bizim söylediğimiz şeyi, Anayasa Mahkemesinin de kısmen söylediği şeyi ilk günlerde söylemişti. Bunu söyleyen adamı aldılar Konya'ya düz hakim yaptılar. Bir ağır ceza reisimiz vardı, çok tahliye verdi diye Manisa’ya düz hakim olarak tayin ettiler. Sakarya'da yine bizim sosyal çevremizden bir ağır ceza reisi ki, hükümete de oldukça yakın, çok sağlam dirayetli bir adam. Baştan beri uzun tutukluluğa karşı durup çok tahliye kararı verdiği için adamı alıp düz asliye ceza hakimi yaptılar.

Siyasi iradenin baskısı olmamış olsaydı bu mesele düzelirdi. Bu meseleyi hakimlerimiz, savcılarımız görüyorlar. Biz oturup konuştuğumuz zaman “avukat bey, biz de muhafazakar insanlarız ve bu insanların muhafazakarlık saikiyle, dindarlık saikiyle burada bulunduğunu görüyoruz ama Yargıtay önümüzü tıkıyor” diyorlar. Yargıtay’ın önünü tıkayan şey de, lafı dolandırmadan söyleyelim, Saray’da oturan zattır. Dolayısıyla Saray’da oturan zat her ne kadar kürsülerde çıkıp "Mor Beyin, ByLock, bunlar beni ilgilendirmez. Bunlar yargının işi" dese de, gerçek asla böyle değil.

Dolayısıyla mağduriyetler büyük çoğunlukla siyasi müdahalenin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor, öyle mi?

Kesinlikle, düzeltilmesi gereken şey siyaset kurumudur. Daha açık ifade etmem gerekiyor. Utanarak söylemek zorundayım ki, bir avukat olarak son 1-2 yılda tecrübe ettiğim yoğun adaletsizliğin bugünün siyaset ve yargı mekanizması içinde çözüme ulaşması mümkün değildir.

Peki çözüm ne?

İki çözüm var benim kanaatimce; bir, mevcut iktidarın zihniyetini değiştirmesidir, ikincisi, mevcut iktidarın değiştirilmesidir. Mevcut iktidarın değiştirilmemesi halinde zihniyetin değiştirilmesi için de bunların dilinden anlayıp kitabın ortasından konuşacak olan Saadet Partisi'nin mutlaka Meclis'e taşınması lazım.

Bu anlamda Saadet Partisi'ni anahtar olarak görüyorsunuz. Neden Saadet Partisi, sorusunun da cevabını aldım, böylece.

Bu adaletsizliklerin düzeltilmesi için, bu arkadaşlar iktidarda kalırlarsa, bunları yola getirecek, bunları hukuka düzgün biçimde işletilmesini sağlayacak, hukuka döndürecek olan kadro Saadet Partisinde. Bugün CHP'yle seçim işbirliği yapıyoruz, ama söylemeliyim ki onlar bu işi başaramadılar. MHP'lilerin yarısı orada, bir kısmı İYİ Parti'de, eh onlar da bu işi başaramadılar. HDP hakeza öyle. Bunların hakkından ancak biz geliriz. Şahsen, bunun başka yolunu görmüyorum.

KİMSENİN KİMSEYE MUHTAÇ OLMADIĞI BİR SİSTEM LAZIM 

Pek çok kişinin söylemeye bile cesaret edemediği bir şeyi raporla ortaya koymanız ve bu yolla on binlerce kişinin mağduriyetini ortaya çıkarmanız, sizi siyasi olarak milletvekili adaylığına kadar taşıdı. Milletvekili seçilirseniz kendinize biçtiğiniz misyon ne olacak?

Ben bir televizyon programına çıkmıştım, o TV programını izleyenler arasında Urfa'dan Taha Fırat adlı bir çocuk da varmış. Taha henüz 5 yaşında, babası Mor Beyin dosyası dolayısıyla tahliye olmuş, “babamı kurtaran adam” diye televizyonu öpüyor. Annesi onun fotoğrafını çekmiş, bana attı, ben de bu fotoğrafı çerçevelettim ofisimde başucuma astım.. Ona her bakışımda gurur duymuyorum tabi ki; hissetmek istediğim şey şudur; kimsenin kimseye muhtaç olmadığı, kimsenin kahraman beklemediği, hiç kimsenin kimseye minnet duymadığı bir sistem inşa etmemiz lazım, bizim. Bu herkes için adalet, herkes için özgürlük, herkes için ekmek veren ve isteyen bir sistem. Kahramanlar Doğu toplumlarında, geri kalmış toplumlarda var, Batı’da sistemin tıkır tıkır işlediği yerlerde insanlar gidiyor hakkını, hukukunu müdafaa ediyorlar.

Eğer milletvekili seçilirsem sadece bizim mahallenin mağduriyetleri değil, mesela Prof. İbrahim Kaboğlu, ki o da milletvekili seçilecek ama eğer seçilmemiş olsaydı onun için de mücadele ederdim. Bir bildiriye imza attı diye bir insanın hayatı karartılamaz, KHK'yla ihraç edilerek Sorbonne'da ders vermeye gitmesi pasaportu elinden alınarak engellenemez. Bugün bizden olan veya olmayan ayrımı yapa yapa bu noktaya geldik. Bu tarafta “milliler” öbür tarafta “gavurlar” var, bu tarafta “yerliler” öbür tarafta “İngiliz uşakları” var, bu tarafta “vatan sevdalıları” öbür tarafta “darbeciler” var, ayrımıyla bu noktaya geldik. Bütün bunları sona erdirmemiz lazım. Devletin karşısında bireyin bir sinek gibi ezilmesinin önüne geçecek güçlü bir yargı sistemi, güçlü bir bürokratik sistem kurmalıyız. Türkiye'de bürokratik oligarşi falan yok, Türkiye'de bürokrasi yok ki oligarşisi olsun. Bugün iktidar partisinin ilçe başkanlarının bile talimatla her şeyi yaptırabildiği bir sistemde bürokrasiden söz edilemez. Bürokrasi dediğiniz şey nedir, bürokrasi bir makinadır. Bu makinanın yapısı kanunlardır, kanunlara uygun olarak iş yapar. Kim gelirse gelsin aynısını yapar. Bugün kim gelirse gelsin aynısını yapmıyor ki bürokrasi. Bürokrasi adamına göre işleyen bir maniveleya dönüştü.

Erken seçim ilanından önce başlayan ve Temel Karamollaoğlu etrafında somutlaşan, sizin söylemlerinizde de, diğer Saadet adaylarının söylemlerinde de gördüğümüz çok birleştirici bir tarz görüyoruz. Bu söylem muhalefetin diğer partileriyle de çok benzeşiyor. Muhalefetin pek çok konuda tek parti gibi konuştuğu bu süreçte Saadet Partisi'nin farkını nasıl tanımlıyorsunuz?

Dönüştürücü bir gücü var, bence Saadet Partisi'nin. AK Partiyle oturup konuşabiliyor, CHP'yle, MHP'yle, İYİ Parti'yle, HÜDAPAR'la hepsiyle konuşabiliyor. Bir de Saadet Partisi tecrübeli bir kadro partisi... Biz geçmişte kendi yaptığımız şeyleri kendi içimizde sorgulayabilen insanlarız. Bir takım hatalar yapmışsak onu bir daha yapmayalım, bu temel yaklaşımlara aykırıdır, topluma daha düzgün mesajlar vermemiz gerektiği hususunda kendi kendimize ders alabilen bir siyasi hareketiz.

Bu çerçevede sizin içinizden çıkmış olduklarını hesaba katarsak AKP iktidarının sorumluluğunu da kısmen hissediyor musunuz?

Son 16 yıldır iktidarda olan bu arkadaşlar bizim sosyolojimiz içinden çıktığı için bunların faturası bize kesiliyor. Türkiye'de dindarlar bugün bu 16 yılın mirası sonucunda ahlaksız, yolsuz, nobran, zalim, kıyıcı insanlar olarak görülüyorlar. Bu seçim döneminde CHP ve İYİ Parti'yle yapmış olduğumuz seçim işbirliği ile biz bu ahlaksızlık, bu nobranlık, bu zulüm ve çıkar düzeni içinde yer almayacağız, müslümanlık bu değildir, diyoruz. Müslümanlık bizim temsil etmeye çalıştığımız şeydir. Biz hakikatın temsilcisi değiliz elbette ama hakikat arayıcılığı konusunda da kendimizi ahlaklı bir duruş içinde, doğrucu bir tutum içinde görüyoruz.

Şimdi bu 16 yıllık dersin sonucunda gördüğümüz şey nedir; devletin bir sahibi olmamalıdır, devlet meshepçi, inanç temelli, siyasi görüş ekseninde ya da ırk eksenli şekillenen bir organizma olmamalıdır. Devletin herkese ortak tavır alan bir makinaya dönüştürülmesi gerekiyor.

Tüm söyledikleriniz kavramsal olarak laikliğin tanımına denk düşmüyor mu? Tanımladığınız bu makinanın adını “laiklik” olarak koyabiliyor musunuz, içiniz rahat bir şekilde?

Şöyle desem olur mu, aslında, bu söylediğim şey İslam’ın ta kendisidir. Türkiye'de İslam böyle anlatılmadığı için, Batı’nın son 300 yıllık gelişimi karşısında kendi kavramlarımızı üretmekten geri kaldığımız için adını koyamamış olsak da, aslında İslam’ın anlatmaya çalıştığı şey budur. Devletin dinler, inançlar karşısında onlara tahakküm etmeyen, onlara özgürlük tanıyan, herkesin hakkını ve hukukunu müdafaa eden bir garson devlet biçiminde şekillenmesiyse laiklik, İslam bunu söylüyor zaten. Tam tersinden söyleyecek olursak isteğimiz laikliğin kamil manada uygulanmasıdır. Laiklik ve laikçiliği birbirinden ayırabilmeliyiz. Laikçilikten kastımız devletin dinler karşısında nötr durması tezinden ayrılarak, jakoben laikliğe evrilen, baskıcı, dini kamusal alandan dışlayan, çıkartan, dindarlara eziyet eden, üniversite kapıları önünde baş örtüsü eylemlerini yapılmasını mecbur tutan tutumdur. Bunun laiklikle ilgisi olmadığında anlaşıyorsak sorun çözülüyor.

Şimdi geldiğimiz noktada sağolsun CHP’nin adayı Muharrem İnce, ki CHP'nin içinde sosyal demokrasiden biraz daha solu temsil eden bir aday, o bile, "kardeşim artık başörtüsünün kamusal alandaki varlığıyla ilgili bir problemimiz kalmamıştır, bunlar aşılmıştır. İmam-Hatipler ile ilgili problem kalmamıştır, dindarların kamusal alanı kullanmasıyla ilgili bir problem kalmamıştır" demeye başladıysa sorunun bu kısmı aşılmış demektir.

Peki yeni aşama nedir?

Yeni aşamamız, yapmamız gereken devletin tek bir sahibi olmadan yeniden örgütlenmesidir. Ortada bir tartışma, bir kavga kalmadığına göre artık “dindarlar devlete sahip olacak ve bizden başka kimse devletin sahibi olmayacak, bunu kaybedersek karşı taraf bize zulmeder, eziyet eder, yeniden ortaçağa dönüdür” tezi de ortadan kalkmış demektir.

Son 16 yılda Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının yaptıkları ardından “siyasal islam”ın çöktüğü, kaybettiği tezi sıklıkla dile getiriliyor. Muhafazakar gençlerin İslam’dan uzaklaştığı ve deizme kaydığı tartışması da bu tezin üzerine denk geldi. Hal böyleyken Saadet Partisi’nin işi 16 yıl öncesine göre daha zor değil mi?

Şöyle söyleyeyim, İslamcılık esasen Batı’nın 1730'larla beraber başlayan sanayi devriminin ve kabinde kalkınmasıyla İslam dünyasına fiziken galebe çalmasının sonunda üreyen bir muhalefet hareketidir. Bu hareket iki şeye dayanıyor, birincisi “biz de kalkınabiliriz” iddiası. İkincisi de “kendi değerlerimizle kalkınabiliriz”. Şimdi İslamcılık muhalefet hareketi olmakta bugüne kadar geldi. İslam dünyası özgürlüğünü kazandı, şimdi özgür devletlerde yaşıyoruz. Artık bizim İslam’dan bir muhalefet ideolojisi çıkarmamıza ve İslami bir muhalefet diline ihtiyaç yok. Bizim müslümanlığımıza geri dönmemiz lazım. Siyasi İslam, İslam’ın siyasallaştırılması anlamına gelmiyor. İslam’ın bir kısmının toplum nezdinde ifade edilmesi anlamına geliyor. Şimdi biz İslam’ın tümünün toplum nezdinde ifade edilmesi gerektiğini düşünüyoruz, şahsen ben böyle düşünüyorum. Bugün ben bir CHP'liyle, HDP’liyle, HÜDAPAR'lıyla, bira içen bir insanla, ateist bir insanla İslam’ın toplumsal problemlere bakışına ilişkin bir ortaklık sağlayabilirim. Çünkü şunu düşünüyorum; adalet fıtri birşeydir, eh İslam da adaleti emrediyor. Biz şunu biliyoruz; insanlar fıtren düzgün yaratılmış varlıklardır. İnsan adalet ister, özgürlük ister, merhamet, vicdan ister. Hiçbir insan anasından doğduğu zaman ben falancaya zulmedeyim diye doğmaz, sonradan kazanılan, toplumsallıkla kazanılan şeylerdir bunlar.

'BİZ İSLAMCIYIZ' VEYA 'SİYASİ İSLAMCIYIZ' DEMENİN ARTIK ANLAMI YOK

Bu söylediğiniz bana Rakel Dink'in Hrant'ın cenazesinde yaptığı konuşmayı hatırlattı. Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamaktan bahsetmişti Rakek Dink. Son dönemde muhalefetin farklı kesimlerinde söylemlerin de taleplerin de ortaklaştığına güzel bir örnek oldu bu. Ne dersiniz?

Biz fıtratta ortaklaşabiliriz, Anlamı şudur, biz adalette, özgürlükte, merhamette, vicdanda, kamu malı çalmamakta, hırsızlık yapmamakta, birbirimize güleryüz göstermekte, düzgün yaşamakta, kırmızı ışıkta durmakta.. Mesela o bir maruftur (ortak iyidir). Kırmızı ışıkta duran bir insan bunu Allah rızası için yaparsa bence sevaba girer. Çünkü o tekvadır. Peki vahiy bunun neresinde, vahiy bozulan insanı düzeltmek için gelmiş bir uyarı mektubudur. Dolayısıyla “siyasal islam bitmiştir” tezini çok doğru bulmuyorum. Ama “biz islamcıyız” veya “siyasi islamcıyız” demenin de artık bir anlamı yoktur. Biz, müslümanlık bunu gerektiriyor, biz ibadetimizi de yaparız, siyaset alanında da diğer insanlarla ortak değerler etrafında ortaklaşırız, diyoruz. Bunu söyleme zamanındayız bence. Bu anlamda Tunus'taki Raşid El Gannuşi örneği, Bosna Hersek'teki Aliya İzzetbegoviç örneği, Türkiye'de dindarların siyasal mücadeleleri bakımından geldikleri eşiktir. Erbakan Hocanın da bu anlamda çok ciddi katkısı vardır. Erbakan Hoca, Aliya İzzetbegoviç, Gannuşi hep aynı dönemin insanlarıdır. Aynı şeyi söylemişlerdir. Bu anlamda yeniden bu modele dönmemiz lazım.

Seçilirseniz Ankara'nın milletvekili olacaksınız. Genelde Ankara'nın bir talihsizliği vardır, Ankara milletvekili olsalarda seçilenlerin pek Ankara ile ilgili gündemleri olmaz. Sizin Ankara ile ilgili gündeminiz olacak mı? Şehrin sorunlarını takip ediyor musunuz?

Ben her zaman üzerime aldığım görevi tam manasıyla yapmak isterim. Bir şey söyleyeceksem, öğrenmeliyim onu, içselleştirmeliyim ve herhangi birisi bana bunu sorduğu zaman en ince detayına kadar hakim olmalıyım. Bu anlamda bana burada Ankara milletvekilliği görevi verilirse, Ankara'nın sorunlarıyla elbette ilgilenirim. Ankara'nın yerel sorunlarıyla, Ankara'nın merkez ve taşrasının sorunlarıyla elbette ilgilenirim. Ve elbette buna ilişkin bir gündemimiz olacaktır. Yoksa ben bu dönem Ankara'dan seçileyim, gelecek dönem başka bir yere giderim kaygısında olmam artık. Artık “kod adı 06” olur.

O zaman bu biraz seçim sonrasına kalacak olan bir çalışma. Oturacağım, öğreneceğim bu işi, çalışacağım diyorsunuz.

Öğrenmeye başladım bile. Mesela Keçiören'in çok ciddi bir ulaşım sorunu var.

Aslında Ankara'nın genelinde çok ciddi bir ulaşım sorunu var. Seçim çalışmaları için gezdikçe de görüyorsunuzdur bunu. Peki, seçim bölgenizle ilgili soracağım; Keçiören, Ankara'nın daha muhafazakar sayılan bölgelerinden biri. Ciddi de bir muhafazakar oy yarışı söz konusu bu seçimlerde. AKP de, MHP de güçlü adaylarla çıktı, siz de öyle, Nasıl, Keçiören'de, sizin bölgenizde durum? Ne görüyorsunuz sahaya çıktığınızda?

AK PARTİ SEÇMENİNİN 16 YILDAN SONRA DEĞİŞİME İHTİYACI VAR

16 Nisan Referandumu dağılımını hatırlar mısınız, bilmiyorum. yüzde 55 evet, yüzde 45 hayır çıkmıştı. Keçiören gibi bölgede bu, bugün için Millet İttifakının % 45 oy alabileceği anlamına geliyor ki bugün gibi biraz daha yükselebilir bu oran. Şimdi iki şey var; bunlardan bir tanesi bizim geçmiş Refah Partisi’nden AK Parti’ ye giden sakallı abiler, başörtülü ablalar. Onların kısmen tepkileri var. Sokakta karşılaştığımız insanların, bunların bir kısmı muhafazakar insanlar, tamam artık bu kadar yeter, dediklerini, diğer yandan, bu tasnifi yapmayı bile hoş bulmuyorum ama anlaşılsın diye ifade etmek isterim, seküler yaşam tarzını benimseyen insanların da gelip bize bu seçimin bambaşka olacağını düşündürten güzel mesajlarını duyuyoruz. Ben bu seçimde AK Partinin 7 Haziran seçimlerindeki aldığı oyun da altına, %38'in altına düşeceğine inanıyorum. Kaybettiği oyun önemli bir kısmının bize geleceğini, bir kısmının İYİ Parti'ye, bir kısmının CHP'ye ama büyük pastanın bize geleceğini düşünüyorum. Çünkü hem yeni sistem gereğince AK Parti seçmeninin Başkanlıkta Erdoğan'a oy verip, Milletevekili seçiminde AK Parti kadrolarından duyduğu şikayet nedeniyle Saadet Partisini Meclis'e sokma eğilimi göstermesi mümkün.

İkincisi AK Parti seçmeninin de 16 yıldan sonra bir değişime ihtiyacı var. Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe Genel Kurulunda önceki hafta “ben 20 yıldır şöyle başarılıyım, böyle başarılıyım” demesi gibi. Ben de kendimi bildim bileli Fenerbahçeliyim ama Türkiye kupasını ömrümde bir defa görebildim; onu çocukken görmüşüz, hatırlamıyorum bile.. Bundan sonra seçilirsem üç yılda futbol takımını şampiyon yapacağım, diyor. Tayyip bey de her seçimde, Aziz Yıldırım gibi, tekrar seçilirsem terör bitecek, tekrar seçilirsem ekonomi şaha kalkacak, tekrar seçilirsem dolarla mücadele, tekrar seçilirsem enflasyon düşecek, tekrar seçilirsem faiz inecek. Hiçbirisi olmuyor. Hiçbirisi olmadığına göre tekrar seçilmenin de bir anlamı olmadığını düşünen bir AK Parti seçmeni var. Onların da Meclis'te yeni bir muhalefet partisi gerekir iddiasıyla bize oy vereceğini düşünüyorum.

Son soru, teknik bir soru, aslında. Genel başkanı cumhurbaşkanı olamayan partilerin genel başkanları milletvekili de olamayacaklar. Meclis genel başkanı milletvekili olmayan partilerle dolacak. Bu önümüzdeki Meclis'te bir handikap yaratacak mı, sizce?

Bu çok garip bir şey olacak tabii. Mesela şimdi Saadet Partisi grup kuracak diyelim, iktidar olmasını isterim, çoğunluğunun olmasını isterim tabii ama realizmden ayrılmayalım. Diyelim ki 30 milletvekili olacak partimizin, genel başkanımız grup dışında olacak. Ha, bizde sorun olmaz. Biz oturur konuşuruz, problem yaşamayız ama sistem problemli bir sistem gördüğünüz gibi. Bu tür eksiklerin düzeltilmesi lazım. 16 Nisan'da yaptığımız referanduma sunulan metnin problemlerini şimdiden, seçim öncesi görüyoruz. Bir de seçimden sonra göreceklerimiz var. Çünkü bu metin bize 1876 Kanun-i Esasis'sinden çok daha ağır bir biçimde neredeyse seçilmiş krallık rejimi getiriyor. Bu seçilmiş krallık rejiminin Türkiye topraklarında devam edebilmesi mümkün değil. Yani düşünün, iktidar partisinin il ilçe başkanından valiye kadar bütün siyaseti, bürokrasiyi kendiniz belirleyeceksiniz. Yasama organını da eğer kendi partiniz çoğunluk olursa, listeleri siz tanzim ettiğiniz için siz belirleyeceksiniz, yargıyı HSYK başta olmak üzere bütün kadrolarını siz belirleyeceksiniz. Yargı, yürütme ve yasamayı önemli oranda bir adam belirleyecek, bu ülkede kriz çıkar. Bu kriz çıkacak zaten, böyle devam ederse. Bu krizin çıkmaması için muhalefetin güçlenip sistemin denge-denetleme mekanizmalarıyla yeniden dizayn edilmesi, hesap verebilir bir yürütme, özgür bir yargı ve ilçe tarım müdüründen çok daha yetkili bir milletvekili gerekli. Bugün ben milletvekli seçileceğim ama ilçe tarım müdürü kadar yetkim olmayacak. Devlet içinde hiç kimseyle yazışma yetkim yok. Kimseye soru sorma yetkim yok.

Bakanlara Mecliste soru sorma hakkınız da olmayacak…

Güdül İlçe Tarım Müdürüne yazı yazıp kaç tane çiftçiye nasıl destek verdin diye yazılı soru sorma hakkım bile yok, bırakın bakanları. Cumhurbaşkanı ise "mahfil arz", Allah'ın yer yüzündeki gölgesi yeni sisteme göre. Soru sormak ne haddimize. (gülüyor). Bakanlara belki soruyorsunuz, onlar da lütfederlerse yazılı cevap veriyorlar. Sözlü olarak gelip Meclis'e hesap verme zorunlulukları yok.

Amerikan Başkanı Türkiye'ye büyükelçi atarken Meclis'teki komiteden, dışişleri komitesinden izin almak zorunda, Amerikan Başkanı dünyanın en büyük ekonomisi ve silahlı gücüne sahip olan ülkenin başkanı, Bakanlar Kuruluna bakan tayin ederken Senatodan izin almak zorunda. Bizde sizi, beni, damadını, çocuğunu, uşağını, akrabasını, asker arkadaşını herkesi Bakan yapabilir. Teknik anlamda bu mümkün. Dolayısıyla bu "mümkün" kimin eline geçerse kriz çıkmaması mümkün değildir. Sistemin rehabilite edilmesi lazım, yapacağımız işlerden bir tanesi de budur. Bu çerçevede düzeltilmesi gereken şeylerden biri de cumhurbaşkanı adaylarının milletvekili adayı da olabilmesidir. Geçmişte olmuştu. 1980 öncesi Türkiye'sinde insanlar iki farklı yere aday olabiliyorlardı.

*Bu söyleşinin tamamı Solfasol gazetesinde yayınlanmıştır.

(Deşifre: Ayşegül Çelik Şahin)