Hediye Levent: Günlük zaferler riskli ve kırılgan

Suriye'de yedi yıldır süren savaşla ilgili Evrensel yazarı Levent, bugün Türkiye-Rusya-İran ittifakını ve Türkiye'nin mevcut durumunu değerlendirdi. Levent bu ittifakın Türkiye için yeni fırsatlar yaratabileceğini ama bu dönemin riskli ve kırılgan olduğunu yazdı.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Suriye'de yedi yıldır süren savaşı ve Türkiye'nin Afrin Operasyonu'nu değerlendiren Evrensel yazarı Hediye Levent, Türkiye-Rusya-İran ittifakına da değindi. "Suriye'yi Suriyelilerden kurtarmak" başlıklı köşesinde Suriye'deki vekalet savaşının yeni bir evreye girdiğini ifade eden yazar üç devlet arasındaki mevcut yakınlaşmanın Türkiye açısından fırsatlar yaratabilir gibi göründüğünün altını çizdi.

Levent, Suriye'deki mevcut durumun günlük zaferleri hezimete dönüştürebilecek kadar riskli ve kırılgan olduğunu anlatırken son zamanlardaki asker ziyaretleri ile ilgili de "Savaşlarda kamuoyunun algılarının değiştirilmesi oldukça önemli ancak şarkılı türkülü gövde gösterileri geçici, böylesi hamlelerin faturaları uzun vadeli ve devletin kendisi kalıcı." yorumunu yaptı.

Levent Türkiye'nin ÖSO'nun sorumluluğunu almaya çalıştığına dikkat çekerken Suriye’de yaklaşık 6 yıl boyunca onca finansal, silah ve medya desteğine rağmen varlık gösterememiş ve bir araya gelememiş gruplardan bir ordu devşirmeye girişmenin maliyetli olabileceğini anlattı.

Suriye'yi Suriyelilerden kurtarmak

Savaşlarda insanlar insanlıktan çıkar; akıl, vicdan ve ahlak sınırlarını fersah fersah aşan birçok şey yaşanır. Son olarak Suriye sahnesinde yaşananların benzeri vekalet savaşlarında da “insan hakları, demokrasi, özgürlük vs” söylemleri altında kirlisinden en kirlisine birçok hesap döner ve sahaya da yansır. Ancak sahadaki tek güç elbette ordular değil. Şimdilerde 30 yaş civarında olan herkesin hatırlayacağı Irak ve Arap Ayaklanması’nın başında parçalara ayrılan Libya’da olduğu gibi yıllara yayılan savaş ve yıkım süreçlerinin aslında küçük bir kısmında ordular doğrudan harekete geçip sahada varlık gösteriyor. Bu yıkım dönemlerinin geri kalan kısmı ise, medya üzerinden milyonlarca insanın takip ederek ve aslında bir nevi şahitlik ederek izlediği ülkelerin dekor olduğu, insanların gerçekten öldüğü süreçlere dönüşüyor.

Zamanla, “Bu savaş niye başlamıştı?”, “Nasıl oldu da bu kadar devam etti?”, “Bunca insan hayatlarında gidip görmedikleri ülkelerdeki bir savaşa nasıl oluyor da futbol takımı tutar gibi fanatikçe taraf olabiliyor?” gibi soruları sormayı bile unutabiliyor kitleler. İnsanların gerçekten öldüğü, gerçek kanın aktığı, çürümüş insan eti kokusunun gerçekten çöktüğü köyler, kasabalar, şehirler “bir sonraki bölümü heyecanla beklenen dizilere” dönüşebiliyor. İnsanlık tarihi boyunca en kutsal hedeflerden biri olan kahramanlık miti de devreye girince gün geçmiyor ki, A ülkesindeki savaşa taraf olan ülkelerin her biri biraz Hollywood imajlı, arka planda kalp atışını hızlandıran müziklerle döşeli “insanlığın kurtarıcısı” hikayeleri devşirmesin… Mülteci akınları seyir konforunu bozsa da kitlelerin, ekran karşısında yıllarca takip ettikleri gerçekleri idraki yine de mümkün olmuyor. Başa gelmeyince hissedilmeyecek, anlaşılmayacak durumlara dair atalar “ateş düştüğü yeri yakar” demişler. Aynen öyle, ateş kimine romantizm kimine cehennem...

Haliyle acısının hissedilmediği, yıkımın evdeki biblonun bile yerini değiştirmediği, insan kanının ve ceset kokusunun hafızalara yerleşmediği bir mesafeden savaşı izleyenlerin beklentileri de zamanla yükseliyor. Daha fazla yıkım, daha fazla çaresizlik, “film gibi hikaye” tadında acılarla dolu hayatlar ve daha fazla kan… Uzun süre bir duruma maruz kalmak illa ki alışmaya sebep olur. Sanırım, sorgulamanın ve mantıklı düşünmenin durdurulması alışma sürecini hızlandırdığı gibi taraf tutmaya, taraflardan biri ile özdeşleşmeye ve ülkelerin savaşlara taraf olup sahadaki gruplar üzerinden kapışmaları gibi normal insanların da bir çeşit vekalet savaşına gönüllü dahil olmasına kadar uzanıyor.

Elbette bu, sadece medyanın yoğun yayınlarına maruz kalarak kısa sürede olacak dönüşüm değil. Bu durumlar, her ülkenin on yıllarca okul kitaplarından medyasına kadar her aracı maksimum düzeyde kullanarak oluşturduğu bir zemin üzerinde yükseliyor. Mesela, Türkiye… Üst düzey yetkililerin hala “başka ülkenin toprağında gözümüz yok” ifadeleri ile belirttiklerinin aksine hala Suriye’nin toprağı olan Afrin dahil bazı yerlere Türk bayrağı çekilmesi gibi durumları sorgulamak “vatan sevgisinin” sorgulanmasına yetebiliyor. Ülke sınırları dışında bir yerlere Türk bayrağının asılması milli duyguları okşayabilir ancak “Türkiye, desteklediği ÖSO ile Suriye’yi kimden kurtarıyor ve eğer Suriye, Suriyeliler için Suriyelilerden kurtarılıyorsa niye Türk bayrağı asılıyor?” sorusu, soranlar açısından tehlikeli mecralara gidebilir.

Bir de savaşın ve özellikle de vekalet savaşının siyasi, kamuoyu desteği, seçim dönemleri yatırım amaçlı adımlar, ticari çıkarlar gibi sebeplerle her türlü “şov” devşirmeye açık olduğunu biliyoruz zaten ancak böylesi bir sürecin magazinleştirilmesi de Türkiye’ye nasipmiş. Şarkılı türkülü, klarnetli zurnalı ve tabi son dönemin olmazsa olmazı bol selfie fotoğraflı sınır ziyaretine dair televizyonlarda birçok haber izleyip gazetelerde okuduk. Mesela, Seda Sayan’ın kamerasından “o ziyaretin çok önemli detaylarını” izledim. Savaşın ne olduğuna dair az da olsa fikri olan biri olarak ne düşüneceğimi bile bilemedim. Bir de sonrasında yaşanan “bize niye haber vermediniz?” atışmaları var ki gerçekten yorum yapmak bile mümkün değil. Tabi bu kesimdekilerin hiçbirinin kendisi, evladı, babası veya eşi sahada, ateş hattında değil. Başkalarının öldüğü savaşlara taraf olmak neyse de bu şekilde dahil olmaya çalışmak hiçbir “mantıklı” gerekçeyle açıklanamaz.

Diğer taraftan, Türkiye’nin Afrin operasyonu “Türkiye’ye tehdit oluşturabilecek terörist yapılanmalar sebebiyle başladı” şeklinde açıklanmıştı ancak” tehdit sayılan terörist yapılanmaların” yok edilmesine yönelik uzun vadeli plan ve hatta bir planın olup olmadığı bile meçhul. Üstelik Türkiye medyasında topyekün terörist ilan edilen Suriye Kürtleri de Suriyeli ve Afrindahil Suriye’nin kuzeyinde yaşıyorlar uzunca bir süredir ve oranın halkı. Kaldı ki, Suriye ordusunu ve mevcut yönetimi devre dışı bırakıp Suriye’yi Suriyeliler adına Suriyelilerden kurtarmak nasıl bir stratejinin parçası, anlamak mümkün değil.

“En hakiki Öz Suriyeli” sayılan ÖSO’ya dair geçtiğimiz haftalarda “ÖSO’ya dair elzem sorular” başlığı ile ÖSO-TSK ilişkisinin hukuki zemini olup olmadığını uzun uzun sorgulamıştık. Bugünlerde yine yüksek perdeden söylemlerle açıldı perde. ÖSO’nun kuva-i milliye ilan edilmesi yetmedi galiba. ÖSO’nin sicili de, imajı da temiz değil. Bulundukları yerlerde dahil oldukları suçlar, attıkları adımlar da Türkiye’yi sorumluluk altına sokabilecek kadar pervasızca. Türkiye de ilginç bir şekilde ÖSO’nun sorumluluğunu almaya oldukça niyetli görünüyor. Suriye’de yaklaşık 6 yıl boyunca onca finansal, silah ve medya desteğine rağmen varlık gösterememiş ve bir araya gelememiş gruplardan bir ordu devşirmeye girişmek her açıdan maliyetli faturalar doğurabilir.

Bu arada, Şam kırsalındaki silahlı gruplar da Halep kırsalına ve İdlip’e tahliye ediliyor. Türkiye ve dahil olduğu cephe İdlip ve Halep kırsalındaki silahlı gruplara “muhalif” olarak adlandırmakta ısrar etse de bunlar cihatçı veya cihatçılarla uzun yıllar işbirliği yapmış savaş tecrübesi olan insanlar. Daha da önemlisi hepsi Türkiye sınırına yığılmış durumdalar.

Velhasıl, neredeyse 7 yıldır devam eden Suriye’deki vekalet savaşı yeni bir evresine girerken Türkiye-Rusya ve olası İran flörtleşmesi Türkiye açısından yeni “fırsatlar” yaratabilir ancak akl-ı selim sahibi diplomatların ve analistlerin ısrarla belirttiği gibi uzun vadeli stratejinin belirlenmemesine ek olarak bu dönem, günlük zaferleri hezimete dönüştürebilecek kadar riskli ve kırılgan. Savaşlarda kamuoyunun algılarının değiştirilmesi oldukça önemli ancak şarkılı türkülü gövde gösterileri geçici, böylesi hamlelerin faturaları uzun vadeli ve devletin kendisi kalıcı.

Kaynak: https://www.evrensel.net/yazi/81209/suriyeyi-suriyelilerden-kurtarmak