Şeker fabrikalarının özelleştirilmesine neden karşı çıkmalıyız?

Kamu kurumlarının tasfiyesi birbirimizle ve kurumlarla kurduğumuz toplumsal ilişki biçimlerinin de kaybolmasına yol açıyor. Bu kayıp toplumsal hayatın barışı, kamu refahının devamlılığı açısından yıkım yaratan nedenlerden biri.

Google Haberlere Abone ol

Bülent Şık

Ülkemizde pancardan şeker üretimi yapan 14 şeker fabrikasının özelleştirileceği açıklandı.

Geçtiğimiz yıllarda 2 kez gündeme gelen ama tepkiler nedeniyle her defasında ertelenen bu konu içinde olduğumuz OHAL şartlarında bir kez daha gündeme geldi. Bu özelleştirmeye neden karşı çıkılması gerektiğini birbiri ile bağlantılı ama bağımsız olarak da okunabilecek bazı konu başlıkları üzerinden dile getirmeye çalışacağım.

1) Gıda Güvencesi ve Gıda Güvenliği

Gıda güvencesi bir toplumun kendine yetecek miktarda gıda maddesini toplum yararı ya da kamu refahı ilkelerini gözeterek temin ettiği durumu ifade eder. Gıda güvenliği ise bir gıda maddesinin fiziksel, kimyasal ve mikrobiyolojik açılardan güvenilir olmasıdır. Gıda güvenliği ile ilgili sorunlar gıda güvencesinin sağlanıp sağlanamadığına yakından bağlı.

Ülkemizde 2001 yılında nişasta bazlı şeker üretimi yapacak Cargill, Amylum gibi uluslararası dev şirketlerin yatırım yapmasına izin verilmesi ve nişasta bazlı şekere ayrılan kotanın yıldan yıla sürekli artırılması şeker üretim sektörünü çeşitli açılardan olumsuz etkiledi. 20 yıl önce pancar ekimi ile uğraşan çiftçi sayısı 500 bin iken şimdi 105 bine düştü. Sadece 2011 yılından bu yana her 3 pancar üreticisinden ikisi üretim yapmayı bıraktı. Şeker pancarı üretimi yapılan tarım alanlarında son 20 yıl içinde yüzde 40, üretim miktarında ise yüzde 30 oranında azalma oldu.

Türkiye pancardan elde edilen şeker miktarı açısından kendine yeterliliği olan bir ülke. Ülkemizin coğrafi yapısı, özellikle Doğu Anadolu bölgesinin ekolojik şartları pancar üretimine çok uygun.

Ülkemizde nişasta bazlı şeker fabrikaları kurulmasına gerek yoktu. Üstelik pancar şekeri üretimi yapan fabrikaların üretim kapasitesinin üçte biri de kullanılmıyordu. Bütün bunlar iyi bilinmesine rağmen son yıllarda dışarıdan şeker ithalatı yapılmasına mantıklı bir açıklama getirmekse çok zor.

Gıda üretim-tüketim süreçlerinin iklim krizine olan etkileri yüzde 20 ile yüzde 30 arasında değişmekte. Ekolojik bir gözle bakıldığında üretiminde güçlük ya da bir kıtlık durumu olmadığı sürece bir gıda maddesini ithal etmek faydadan çok zarar doğurmakta. Yerelde üretim ve tüketime dayalı ağlar oluşturmak suretiyle gıda güvencesini sağlamaya çalışmak daha sağlıklı ve iklim krizine olan olumsuz etkileri de genellikle daha düşük olan bir yaklaşım. Bu çerçeveden bakıldığında ülkemizdeki nişasta bazlı şeker üretimi yapan yabancı sermaye yatırımlarının gıda güvencesini tahrip ettiği ve ekolojik krizin derinleşmesine neden olduğu söylenebilir. Ekolojik kriz ya da iklim değişikliği şiddetlendikçe gıda maddelerindeki gıda güvenliği sorunları da artıyor.

Özelleştirme sadece şeker fabrikaların kapanmasına değil zamanla ülkemizdeki şeker pancarına dayalı üretim deseninin ya da çeşitliliğinin de yok olmasına yol açacak.

Şeker bir marketten toz veya kesme şeker formunda satın aldığımız basit bir gıda ürünü gibi görünse de arka planında pancar tarımı ile uğraşan yüz binden fazla çiftçi; kooperatifler ve üretici birlikleri; şeker, yem, alkol ve maya üretimi konularında yaklaşık 100 yıllık bir mühendislik birikimine sahip endüstriyel sektör yer alıyor. Şekerpancarı buğdaydan 13, mısırdan 8, ayçiçeğinden 5 kat daha fazla istihdam sağlamakta. Şeker üretimi Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 15’inin temel geçim kaynağı.

Özetle kendi imkânlarımızla üretmek mümkün iken, ya nişasta bazlı şeker üreten uluslararası şirketlere sağlanan teşviklerle ya da şeker ithalatına kapı aralayarak ülkemizin şeker konusundaki gıda güvencesi tahrip ediliyor; özelleştirme ile tahribat bir yıkıma dönüşecek.

2) Obezite

Türkiye toplumunun 20 yaş üstü nüfusunun üçte biri obez. Obezite sorunu yaşayan çocuk sayısı ise 2 milyon civarında. Obezite meselesine vakıf olan herkes bu durumun toplumsal bir felaket olduğu konusunda hem fikir.

Dünya genelinde bir salgın hastalık olarak nitelenen obezite, diyabet ya da metabolik sendrom gibi hastalıklarının bir numaralı nedeni olarak yiyecek ve içeceklerle fazla miktarda şeker alınması gösteriliyor.

Pancar şekeri yüzde 50 glikoz, yüzde 50 fruktoz içeriyor. Ülkemizde mısır ya da fruktoz şurubu olarak bilinen nişasta bazlı şekerler ise pancar şekerine kıyasla daha yüksek oranda fruktoz içeriyor. Nişasta bazlı şekerlerin içerdiği yüksek fruktoz miktarı nedeniyle kilo alımını kolaylaştırdığını, obezite ve metabolik sendroma neden olduğunu dile getiren çok sayıda akademik yayın var.

Ama meseleyi nişasta bazlı şekerler veya fruktoz üzerinden tartışmak doğru değil. Sadece pancar şekeri kullanan ülkelerde de obezite sorunu bir çığ gibi büyüyor. Dolayısıyla temel mesele yiyeceklerle şeker alımını azaltmak olarak görülmeli.

Basitçe şu söylenebilir: Obezitenin temel nedeni gıdalarla şeker alımının fazla olmasıdır. Bu fazlalık gıdaların doğal yapısındaki şekerden değil üretim prosesi esnasında yiyecek ve içeceklere “eklenen şeker”den kaynaklanıyor ve bu eklenen şeker çoğu kez nişasta bazlı şeker formundadır.

Şekerli ürünleri tüketmeyi seviyoruz. Ama pek azımız yiyecek ve içeceklere eklenen şekerle birlikte ne kadar fazla miktarda şeker yediğimizi biliyoruz. Özellikle işlenmiş gıda ürünleri ile farkında olmadan çok yüksek miktarlarda şeker almak mümkün. Ülkemizde işlenmiş Gıda üretiminde nişasta bazlı şeker kullanımı ise yıldan yıla artıyor.

Nişasta bazlı şekerlerin pancar şekerine kıyasla daha ucuz olması gıda endüstrisinde daha fazla tercih edilmelerine yol açıyor. Bir soru önergesine verilen yanıta göre kuru madde bazında nişasta bazlı şekerin fiyatı pancar şekerinden yüzde 10-12 oranında daha ucuz.

Ama tercih edilmelerinin nedeni sadece daha ucuz olmaları değil aynı zamanda gıda işleme maliyetlerini de düşürmeleri.

Nişasta bazlı şekerler sıvı formda oldukları için gıda üretim proseslerinde pancar şekerine uygulanan çözme ve süzme gibi işlemlere tabi tutulmadan direk kullanılıyorlar. Nişasta bazlı şekerlerin bu özelliği kullanıldıkları gıdalarda üretim maliyetlerini düşürüyor. En çok kullanıldıkları gıda ürünlerinin başında da alkolsüz içecekler (kolalı, gazlı içecekler, gazozlar, tonikler, sodalar vb.) ve abur cubur tarzı işlenmiş gıda ürünleri geliyor.

İçeriğinde yüksek miktarda şeker bulunan, besin içeriği zayıf ve ucuz bu tip ürünlerin obezitenin ama özellikle de çocukluk çağı obezitesinin bir numaralı nedeni olduğu belirtiliyor.

Kolalı, meyve parçacıklı, meyve aromalı, çaylı, limonatalı vs gibi çeşitli adlar altında satılan alkolsüz içeceklerle; şekerleme, çikolatalı bar, gofret vs. gibi ıvır zıvır yüzlerce gıda maddesinin bakkallardan, marketlere; fast food zincirlerinden, okul kantinlerine varıncaya dek hemen hemen her yerde kolayca bulunabilir olması obezite sorununu büyüten diğer önemli neden. Bu gıdalara erişimini zorlaştırmak ya da alkolsüz içeceklerin üretim miktarlarına kota koymak gerekiyor. Bu sorun konusunda neler yapılabileceğini ele alan bir rapora daha önce Bianet’te yer verilmişti.

3) Maliyetler - gizli maliyetler

Özelleştirme için öne sürülen gerekçe bu işletmelerin zarar ediyor olması. Yani üretilen ürünler pahalıya mal oluyor deniyor. Aynı gerekçe yurtdışından şeker ithalinde de karşımıza çıkıyor.

“Bir gıda maddesini ithal ederek ucuza temin etmek varken, pahalıya patlayan bir üretim yöntemini devam ettirmeye neden devam edilsin ki” sorusu ne kadar makul görünse de doğru bir soru değil.

Doğru sorulardan biri: “Yüzbinlerce ailenin işinden gücünden edilmesi hangi toplumsal sorunlara yol açar ve bu sorunların ekonomik maliyeti nedir” sorusudur. Bu sorunun işaret ettiği gizli maliyet yapılan zarar hesaplarına hiç dâhil edilmez. Bu hesap yapılsa kamu yatırımlarının öne sürüldüğü gibi zarar ettiği değil ciddi toplumsal faydalar yarattığı gösterilebilir.

Bu meseleyi daha da belirginleştirmek için biraz da geleceğe yönelik tahminler yapalım.

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi zaman içinde kapanmalarına yol açacak ve bu durum nişasta bazlı şeker üretimi ve tüketimini daha çok arttıracaktır. Nişasta bazlı şeker kullanımındaki artışının obezite ve diyabet sorununu daha çok büyüteceği beklenmelidir.

Zamanla açığa çıkacak bir başka sorun da şeker üretiminde genetiği ile oynanmış gıda maddelerinin kullanılmasıdır. Daha çok nişasta bazlı şeker üretilmesi ülkemize daha fazla GDO’lu mısır girmesi ihtimali demektir. GDO’lu mısır nişasta bazlı şeker endüstrisinin ana hammaddesidir; daha ucuzdur çünkü. Özelleştirme süreci engellenemezse GDO’lu yiyecek ve içeceklerin sofralarımıza gelmesi kaçınılmazdır.

Şeker fabrikalarından çıkan yan ürün olarak çıkan pancar küspesi en önemli yem sanayi hammaddelerinden biri. Küspenin yokluğunu telafi etmek için daha fazla GDO’lu mısır ithalatı yapmak gerekecektir. Bu da yurtdışına döviz transferi yapmak anlamına gelir.

Sadece bu birkaç örnekle bile kamu zararına özelleştirmeleri yapan siyasal iktidarın bizatihi kendisinin neden olduğu söylenebilir.

Bir gıda maddesinin üretim-tüketim süreci maliyetleri dikkate alan bir bakış açısı ile anlaşılamaz. Anlaşılmamalıdır. Böyle bir bakış açısı bir manzaraya iğne deliğinden bakmaktan farksızdır. Üretim yapmak sadece insanlarla değil doğa ile de “yüz yüze” ilişki kurmak, bir gelenek oluşturmak demektir. Üretim yapmayı mümkün kılan tekniklerin kuşaktan kuşağa aktarımı, farklı üretim pratiklerinin değiş tokuşu, çeşitliliğinin korunması ve geliştirilmesi gibi manzaraya dâhil olmayan ama toplumsal hayatın devamlılığı için vazgeçilmez olan pek çok şey mevcuttur ve bunlara paha biçilemez. Bu gelenekler özenle korunmalı. Toplumun dokusuna sinmiş bir üretim deseninin ekonomik açıdan “zarara” yol açtığında bile sübvanse edilerek, desteklenerek korunmasının kamu refahı açısından uzun vadede daha iyi sonuçlar doğurabileceği dikkate alınmalıdır.

4) Haklarımız, ilişkilerimiz, duygularımız

Kamu yatırımlarının özelleştirilmesine gerekçe oluşturan, çerçevesi çok dar, meseleyi sadece maliyet veya kâr penceresinden gören bakış açısı şiddetle reddedilmeli. Kamu kurumlarının tasfiyesi aynı zamanda birbirimizle ve kurumlarla kurduğumuz ilişki biçimlerinin de tasfiyesi ya da zamanla kaybolması anlamına gelir. İlişkilerin kaybı düşünme ve duygulanma kapasitemizin daralması demektir ve bu daralma toplumsal hayatın barışı, kamu refahının devamlılığı açısından yıkım yaratan nedenlerden biri olarak görülebilir. Akla bu ilişkilerin yerini neye terk ettiği sorusu geleceklere sadece otomasyon ya da robotik süreçleri hatırlatmakla yetineceğim.

1970’li yılların sonlarında işçilere sahip oldukları çocuk başına yarım litre şişe sütü verildiği dönemleri hatırlıyorum. Sütler, Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) fabrikalarından temin edilirdi. Babam her akşam işten elinde 3 şişe süt ile gelirdi. Ertesi gün işe giderken boş şişeleri iade etmek için yanında götürürdü. SEK kurumunun fabrikalarında temizlenen şişelere tekrar süt dolumu yapılırdı. Şişeleri kırmak ya da atmak israf ve devlet malına zarar olarak görülürdü.

İşçilere bedava süt uygulaması devlet açısından çocuk sağlığını korumak için yerine getirilmesi gereken bir kamusal sorumluluk; çalışan işçiler açısından ise sahip oldukları bir sosyal haktı.

1980 askeri darbesinden sonra işbaşına gelen hükümetler bu tip hakları aşama aşama ortadan kaldırdı.

Süt Endüstrisi Kurumu 1995 yılında özelleştirildi. SEK’e ait 32 işletmeden 25’i kapatıldı. Çoğu yıkıldı. Bir zamanlar İstanbul Yenibosna’daki SEK fabrikasının yerine şimdi devasa bir alışveriş merkezi yapıldı.

Bundan 30-40 yıl önce bir işçinin sahip olduğu her bir çocuk için her gün yarım litre bedava süt alması sahip olduğu bir haklardan biriydi.

Bunu şimdi kim hatırlıyor?

Özelleştirme ile kaybolan sadece kurumlar mı? Ya haklarımız, ilişkilerimiz, yaşama bakış tarzımız… Onlara neler oluyor, neleri yitiriyoruz hiç düşünüyor muyuz?

Bu yazı ilk olarak bianet'te yayınlanmıştır.