Prof. Dr. Oğuz Polat'tan uyarı: Şiddet döngüsü artabilir

Okurken dehşete kapıldığımız, kahrolduğumuz, başımızı öne eğdiğimiz cinayet, vahşet, tecavüz, işkence, kadına saldırı haberleri her defasında aynı soruyu akla getiriyor: Toplum olarak nereye gidiyoruz? Adli Tıp Kurumu Eski Başkanı Prof. Dr. Oğuz Polat'a sorduk...

Google Haberlere Abone ol

DUVAR – Adli Tıp Kurumu eski başkanı Prof. Dr. Oğuz Polat toplumda giderek artan 'şiddet'i değerlendirirken kötümser: Farklılıklara tahammül oturmazsa şu anki durum için 'bunlar daha başlangıç' diyebiliriz... Bunların minimuma indirgenmesi için cezaların caydırıcı olması, yargının hızlanarak iyileşmesi ve eğitim sisteminin değişmesi gerektiğini söyleyen Polat'ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

DÜNYADA DA ARTIYOR AMA... Dünya genelinde şiddette bir artış var. Bu, ülkemizdeki şiddetin artışını rasyonalize etmiyor tabii. Bunu genel biçimiyle anlamlandırmak gerekirse, insanların birey olarak şiddeti kullanarak ‘ben de buradayım’ demesinden kaynaklanıyor. Yurtdışından buraya taşınalı daha 4 yıl oldu ve bu 4 yıl içinde Türkiye’de benim dikkatimi en çok çeken şey, cinayetlerin sayısının artışından ziyade, öldürme yöntemlerindeki vahşetin artmasıdır. Bizim ‘mütilasyon’ dediğimiz davranışın, yani bacağını kolunu kafasını kesme suretiyle parçalayarak öldürmenin miktarının artması… Böyle bir şeyi yapabilmek için çok büyük bir öfke duymak lazım, intikam duygusuna sahip olmak lazım, bir de güç lazım. Yani basit bir öldürme eyleminin ötesine geçen bir eylem…

ESKİDEN 3 AYDA BİR OLURDU: Biz bu cinayetleri eskiden 3 ayda bir ya da yılda 10 kez duyarken şimdi haftada ortalama 5 tane parçalayarak öldürme vakası geliyor. Medya bir süre sonra sıradanlaşan olayları gündeme almaz mesela, çünkü ilgi çekmez. Dolayısıyla bizler bu mütilasyon vakalarını da çok duymuyoruz, televizyonlarda görmüyoruz, gazetelerde okumuyoruz ama bunlar yaşanıyor. Hem de o kadar çok yaşanıyor ki haber değerini yitirdi ki bu da çok tehlikeli bir durum.

‘BENİM TARAFIMDA DEĞİLSEN, SEN DÜŞMANSIN’ ANLAYIŞI... Şiddetin iki temel gurubu var; biri bireysel diğeri kolektif şiddet. Mesela terör kolektif şiddet örneğidir, bir amaç uğruna toplu insanlara zarar vermek, öldürmek amaçlı yapılan eylemlerdir. Ben daha çok bireysel şiddet çalışan biriyim ama şunu da biliyorum ki, şiddet ortamının fazla yaşandığı ortamlarda, yani kolektif şiddetin fazla olduğu yerlerde, insanlar şiddet konusuna çok aykırı, çok uzak, yaşanamaz bir şey olmanın dışında, yaşanabilir uygulanabilir bir şey gibi görmeye başlıyor ve alışıyor, legalize ediyor. Yalnız 'terör fazla diye insanlar şiddet uyguluyorlar' demiyorum tabii. Bizler bir çok olayda karşılıklı konuşarak, anlaşarak çözmek yerine, daha sert yollara gidiyoruz. Bunu günlük hayatın siyaset dahil her noktasına taşıyabilirsiniz. Erkeklerin en sevdiği konulardan biri futboldur örneğin; anlık kavgalar, bağırmalar, hakemle çatışmalar, sahadaki oyuncuların birbirlerine saldırmaları, tribünlerdeki holiganlık falan düşmanlık duygusuna yol açıyor. Benim tarafımda değilsen, sen düşmansın yani… Bu duygunun yansımasının ardından şiddet geliyor tabii. Halbuki normalde, sen de benim gibisin ama o takımı tutuyorsun, hadi konuşalım dense aslında her şey çözülecek.

FARKLILIĞA TAHAMMÜL OLMAZSA DAHA KÖTÜLERİNİ YAŞARIZ: Böyle giderse daha da kötüleri yaşanacaktır. Çünkü benim farklılığa tahammülüm olmadığı noktada şiddetin yaşanması kesindir. Türk toplumunda dikkat çeken en büyük özelliklerden biri, artık farklılıklara tahammülümüzün olmayışı… Eğitim sistemimiz çok kötü. Yani ezberci sistemle insanlar yetiştiriyoruz. Bu ne demek? Bu ‘düşünme, sadece ezberle’ demek! Düşünceyi ortadan kaldırıyorsunuz. Ben düşünemiyorsam, karşımdakinin benim dikkatimi çekmesi için ekstra bir şey yapması lazım. Adrenalin şarj etmesi lazım; ya bağıracak, ya olay çıkaracak, ya dövecek! Çünkü dinleyebilmek için o entelektüel donanıma sahip insan yetiştirmiyoruz! Düşünen yerine ezberleyip uygulayan insanlar yetiştiriyoruz. Bu daha da artacak bir şiddetin ön habercisi haline geliyor. Seçeneksiz bir hayat buna sebep oluyor. Çok ince bir çizgi var, bu öfkeli davranışların ya da tartışmaların bir ilerisi, suç. Suçu cezalandırırsanız suçu işleyen kişi, o cezayı almaktan kaçınmak adına onu işlememeye kadar gider.

CEZALAR CAYDIRICI OLMALI: Tüm dünyada cezalar caydırıcıdır. Bir cinsel istismar vakasında suç işleyen kişi bilirse ki 25 yıl yatacak, işlemez. Ama o 25 yıl iyi halden, infazdan üçte bire düşüyor. O 4 yılın da 1 yılını yatıyor sonra af çıkıyor. Bakın, 25 yıl ceza alan adam, 1 yıl sonra karşınızda… Caydırıcı olmuyor tabii bu da. Mesela, dün meydana gelen bir olayda adam yengesini öldürüyor; aynı adam 5 yıl evvel engelli birine cinsel bulunmuş ama Yargıtay halen cezayı onamadığı için adam serbest geziyor ve ikinci suçunu da işliyor bu arada. E, korku da oluşmuyor tabii.

İNSANİ DUYGULARDAN YOKSUN OLMAK LAZIM… Bakın, Cem Garipoğlu 7 dil konuşan, iyi bir ailede yetişmiş, iyi bir eğitim almış bir genç ama o kadar kendine dönük ve narsistik bir yapı ki, ‘benden ayrılmak istedi, bana kötü davrandı’ sebeplerinden dolayı bu cinayeti işliyor. Ve ailesinin, ‘Bizden biri, desteklemeliyiz’ kavramı burada ortaya çıkıyor zaten. Yaptığı yanlışın hiç önemi yok! Burada bilinç devre dışı… Parçalamak başta da söylediğim gibi, çok zor bir işlem. Bunu yapabilmek için aynı öfkeye sahip olmak ve gözü dönmüşlük gerekiyor. İnsan sevgisizliğinin maksimumda olması lazım! Dediğim gibi insani duygulardan tamamıyla yoksun olmak lazım öyle bir şey yapabilmek için. Çok basit bir ‘ben cinselliğime cevap arıyorum, cevap burada, bununla birlikte olacağım ama sonra bu başıma bela açabilir’ düşüncesinden yola çıkan, karşındakini yok sayan ve korkmayan bir insan yapısıdır bu! Caydırıcılık bu yüzden önemli! Başka bir şeyden korkmayanlar bu caydırıcılıktan korkabilir çünkü! Bu tip insanların çoğu zaten daha evvel ceza alıp çıkmış kişilerdir.

ÇOCUKLARA İNMEK GEREK: Tabii cezalar 'şimdilik' bir çözüm... Geçici de olsa. Eğer kesin çözümden bahsedeceksek, bayağı çocuklara inmek gerekiyor çünkü insanı olması gereken noktaya getirmek çok uzun bir süreç. Bunu da ancak çocukluktan başlayarak yapabilirsiniz. Bu da sadece kişisel değerleri artırarak da olmuyor. Toplumsal değerlere de kavgasızlık, uzlaşı kültürünü yansıtmak gerekiyor; ama rol modellerine bakıyorsunuz, hepsi kavga ediyor. Annesi babası, kardeşleri kavga ediyor, öğretmenleri kavga ediyor. Televizyonu açıyorsunuz, her gün kavga var; siyasette kavga var, sporda kavga var, haberlerde, gündemde kavga var; günlük hayatta, işte, trafikte kavga var. Durum böyle olunca senin de kavgacı olman çok normal değil mi?

SAKARYA'DA ÖLDÜRÜLEN SURİYELİ ANNE VE OĞLU... Burada önce devletin politikasını bir sorgulamak gerekiyor. Madem bu kadar insanı içeri aldın; toplumun onlarla birlikte yaşayabilmesi için ne yaptın? Onların bizlere ayak uydurabilmesi için ne tip çalışmalar düzenledin? Toplumu bu duruma alıştırmak için hiçbir şey yapmadılar ve halk kendi yöntemlerini geliştirmek zorunda kaldı. Daha birkaç gün evvel, ilk kez bir bakan ‘bunlarla yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor’ dedi. Kaç yıldır yaşıyoruz zaten. Bir de bir karar da vermeleri gerekiyor; bu insanlar burada mı kalacaklar, yoksa gidecekler mi? Ben bilmeliyim karşımdaki kalıcı mı gidici mi? Ona göre, psikolojik olarak hazırlarım kendimi ama bu yapılmadı. İnsanlara böyle bir şans verilmedi. Dolayısıyla bu insanlara karşı bir ön kızgınlık var. Sonra bencil bir toplum olarak kendi canı acıyınca başkasının da canını acıtmak istiyor. Bunu da onun en değer verdiği şeylerin canını yakarak yapacağını düşünüyor. Siz olayı anlatırken bile zorlanıyorsunuz ama bahsettiğiniz adamlar çok rahat bir şekilde tamamen masum, olayla hiçbir ilgisi olmayan bir kadını tecavüz ederek bebeğiyle birlikte öldürüyor. Sizin de söylediğiniz gibi hiçbir şey, hiçbir durum, hiçbir ses onları durdurmuyor çünkü öyle büyük bir öfke var ki içlerinde! Onu durdurabilmek için o kişide gelişmiş herhangi bir duygu yok! Yani, kişinin süper ego dediğimiz, yukarıdan gelen toplumsal baskıları yok; insan sevgisi oluşmamış. Çocuklara, kadınlara, güçsüzlere bir şey yapılamaz duygusu oluşmamış. Sevgiyi görmemiş, tanımadan büyümüş, büyük ihtimalle şiddet görmüş; karşısındakiyle empati kurabilmesi mümkün değil!

YAKALANMA KORKUSU YOK! Şiddetin bu hale gelmesinin en büyük sebeplerinden biri de, yükselen değere baktığınız zaman sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde gücün temel bir kavram haline gelmesidir. Ne kadar güçlüysen o kadar popülersin, o kadar iyisin ve o kadar başarılısın; başarı da eşittir güç. O güce nasıl ulaştığın da önemli değil çünkü başka hiçbir değer önemli değil. Ben de seni öldürerek, sana verebileceğim en büyük zararı vererek, ne kadar güçlü olduğumu ispatlıyorum. Hep dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, korku yok. Yani sisteme karşı bir korku yok! Böyle bir şey yaparsam, sistem beni yakalar diye düşünmüyor insanlar. Yanına kâr kalan çok vaka olduğu için bunlar da öyle düşünüyor. Yakalanma korkuları da yok. Türkiye’de emniyet çok iyi çalışıyor, elinden geleni yapıyor fakat bizim ülkemizde yakalanma riski, Amerika kadar yüksek değil.

KARŞISINDAKİ ÖNEMLİ DEĞİL: Sosyopat yapının psikopatiye dönmüş olması daha çok bu durum. Sosyopat kişiliklerde karşısındakinin başına ne geldiğinin hiçbir önemi yoktur, çünkü hiçbir şey hissetmezler. Sadece kendisi ve kendisinin ne yaptığı önemlidir. Psikopatlarda da yaptığı eylemlerden haz alma duygusu vardır, yani karşısındakine zarar verir ve bundan zevk alır. insanların kendisinden korkmasını sağlamak bile onlar için bir güçtür. Sonuçtan korkuyla saygının arasındaki farkı ayrımı yapamıyor. Saygıyı, korkuyla, korkutarak elde etmeye çalışan bir yapı bu… Kadını öldürüyor çocuğu öldürüyor, karşısına çıksa o adamı da öldürecek! Niye? Küfür etti, bağırdı, saygısızlık etti vesaire diye. Kendisini o kadar önemli görüyor ki, kimse ona saygısızlık yapamaz!

TÜRK İNSANI SÜREKLİ YER DEĞİŞTİRİYOR: Çok iyi laboratuvarlarımız var fakat kayıtlarımız çok kötü. Türk insanı göçebedir; çoğu insan 5 yıldan fazla aynı yerde yaşamıyor. Sürekli yer değiştiriyor. Bizim de maalesef kayıt tutma, geleneğimiz yok, bu yüzden data oluşturamıyoruz. Yani bilimsel yöntemleri, işin içine modifiye ederek kullanıp, izleyip, yakalama konusunda yeteri kadar insan kaynağı oluşturabilmiş değiliz. Bunda popülasyonumuzun 80 milyon olmasının da etkisi var tabii.

YEREL YÖNETİM ÖNEMLİ: ABD'de yerel yönetimler var. Yerel yönetimlerin de yerel güçleri var. Yerel bir yönetim daha güçlü oluyor. Her şeyi merkezi sistemle yaptığınız zaman ya da oraya bağladığınızda gücü azaltmış oluyorsunuz.

ABD'DE HAPİSTEN ÇIKANLARIN TAŞINDIKLARI MAHALLEYE 'TANITILMASI' UYGULAMASI: Bizde böyle bir sistem yok maalesef ama bence olmalı. İnsanları bu tip konularda bilgilendirmek zorundasınız, ki bu bile caydırıcı bir şeydir. Ama bizde böyle bir uygulama büyük risk taşır. Çünkü insanlar adalete inanmıyorlar. Bazen adaletin tecellisi 10 yıl bile sürebiliyor, dolayısıyla bunu bilen adam da cezayı kendi kesmeye kalkıyor. Bu yüzden yapılacak ilk şey, yargıyı hızlandırmak olmalı. Önce yargıya güveni oluşturmalısınız ki, bireyler adaleti sokakta aramasınlar. Yargınız eğer doğru ve hızlı çalışmazsa, tarafsız ve adil olmazsa, ne yaparsanız yapın, herkes adaleti kendi aramaya kalkar. Zaten silah edinmek de çok kolaylaştı artık. Özal zamanında silah sahibi olmak çok kolaylaştığı için, bireysel silahlanma çok arttı. Bunun sonucu olarak da ülkede cinayetler arttı. Bu yüzden bireysel silahsızlanma çok önemli bir kavram…

SURVIVOR, KURTLAR VADİSİ VE DİĞERLERİ… Böyle programlar izleyenler onları birer kahraman olarak görüyorlar. Hayranlık besliyorlar. E, değerlerinizi de tabii ki bu şekilde belirliyorsunuz, çünkü örneğiniz bu. Kazanmaya odaklanıyorsunuz, insan sevgisinin hiçbir anlamı olmadığı gösteriliyor. Eğer başarınızı paraya çeviremiyorsanız, onun da bir anlamı yok. Değerlerin hepsini aşağı indirince ne oluyor? Değersizlik başlıyor. Değersizlik başlayınca da sadece anlık haz, anlık kazanç kalıyor geriye... Yani o an için cinselliğini yaşayabiliyorsanız, dünyada daha önemli hiçbir şey kalmıyor. Ona odaklanıyorsunuz ve onu yapıyorsunuz çünkü yerine koyabileceğiniz başka bir şeyiniz yok o an.

DİLE DE YANSIYOR: Toleranssız insanlar yetiştirdiğimiz için, hiçbir şeye tahammülleri de olmuyor ve bu da önce dile yansıyor. Yine söylüyorum, bu rol modelleriyle alakalı bir durum. Mesela bizler Osmanlı'dan gelme bir yapıyız; yani tek lider benimsemiş bir toplumuz… Cumhuriyet bile daha tam oturmadı. Bundan dolayı lider ne diyorsa onu yapmaya yönelik bir yapımız var. Baştaki adam nasıl konuşuyorsa, toplum da öyle konuşmaya başlar. Onu benimser.

ADAM ÖLDÜRENLER ÇIKIYOR FİKİR SUÇLULARI TUTULUYOR: Hapishanelerin temeli rehabilitasyona dayanmalı… Islah etme amaçlı olmalı. Ama maalesef bizim hapishanelerimizde böyle bir sistem yok. Rehabilitasyonu ön plana çıkarmadığınız zaman, şiddet gösterenleri bir araya topladığınızda adeta bir suç makinesi yaratmış oluyorsunuz. Bu yüzden Adalet Bakanlığı'nın önce bu konuya el atması gerekiyor. İnfazın, yargının bu konuyla ilgilenmesi gerekiyor. Aslında bakanlık bir dönem bir şeyler yapmaya kalktı ama şimdi uğraşamıyor çünkü hapishaneler doldu. Af çıkarılıyor, hapishaneler boşaltılıyor fakat sonra tekrar doluyor. Yani, size aykırı olan ve sizden farklı düşünen her insanı hapse atarsınız, hapiste yer kalmaz tabii! Böyle olduğunda da adam öldürenleri çıkartıyorlar, fikir suçlularını içeride tutuyorlar.

METROPOLLERDE DAHA OLUMSUZ... Metropollerde ve kalabalık yerlerde profillerin daha olumsuza doğru bir gidişi olduğu muhakkak. Sosyoekonomik düzeyler ve aralarındaki farklılık arttıkça şiddetin görülme oranı da artıyor. insanların arasındaki uçurum da açılmış durumda, zenginler daha zengin fakirler daha fakir, bu da suç oranının artmasına sebep oluyor. Ama şiddetin meydana gelmesinin veya artış göstermesinin en önemli sebeplerinden biri de cinselliğin baskılanan, konuşulmayan, tabu sayılan bir konu olması… Türk toplumu olarak cinselliği yok sayma eğilimindeyiz. Bu da hem kendimize hem karşımızdakine olan güveni sarsıyor.

DNA'DAN KİMLİĞE ULAŞILABİLİR: Türkiye’de Adli Tıp Kurum Başkanlığı yaptığım dönemde, ilk DNA laboratuvarını kuran kişi olarak buna cevabım evet. Bunun ne kadar doğru ve işlevsel bir şey olduğunu Amerika’da FBI ile çalıştığım zamanlarda gördüm. Gerçekten çok iyi laboratuvarlarımız var ve iş görüyor. Ama rutin işler yapamıyoruz çünkü bu DNA kitleri dediğiniz şey yurtdışından geliyor ve çok pahalılar; dolayısıyla olay seçmek zorunda kalıyorlar. Ekonomiyle ilgili bir şey bu. Ama en gerektiği anda hemen gerekli çalışmalar yapılıyor ve sonuca kısa zamanda ulaşılıyor.

SOKAKTA KARANLIK SUÇA TEŞVİK EDİYOR: Her yerde kameralar olması gerekiyor; her sokakta, her işyerinde, her kurumda… Maalesef bizde her 10 kameranın 6’sı çalışmıyor. Mesela New York bir zamanlar suç şehriydi; Giuliani belediye başkanı olduğu zaman ilk yaptığı şey, önce sokak lambalarını aydınlatmak oldu. Çünkü karanlık suça teşvik ediyor. Suç oranı anında yüzde 25 düştü. Sonra ‘Sıfır Tolerans Yasası’ çıkardı. Yani suç işleyene kesinlikle tolerans yok dedi, 2 yıl da suç oranı o kadar düştü ki, New York geceleri bile çok güvenli bir şehir haline geldi.

Prof. Dr. Oğuz Polat kimdir?

1959 yılında Atlanta/Amerika’da doğdu. Tarsus Amerikan Kolejinde orta öğrenimini yaptıktan sonra 1983 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi. 1983-1988 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Adli Tıp Anabilim dalında Adli Tıp uzmanlık eğitimini tamamladı. GATA Patoloji bölümünde askerlik görevini tamamladı. 1990 yılında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim dalına kurucu başkan olarak atandı. Aynı yıl doçent ve 1995 yılında da Profesör oldu. 1992-1993 yılları arasında İngiltere‘de Charing Cross Hospital 1994’de İsveç’te Kopenhag Çocuk Hakları Merkezi’nde çalıştı. Türkiye’yi Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi oturumlarında temsil etti. 1997'de Ülke Alternatif Raporu’nun baş raportörlüğünü yaptı. 1995-1998 yılları arasında Tıbbi Etik Anabilim Dalı’nın kurucu başkanlığını yürüttü. 1997-2000 yılları arasında Marmara Üniversitesi Kriminolojik Araştırmalar Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi olarak çalıştı. Aynı dönem Marmara Üniversitesi Kadın İşgücü Merkezi Yönetim Kurulu'nda görev aldı. İstanbul Tabip Odası Onur Kurulu üyeliği görevini de 1995-1997 yılları arasında yaptı. İstanbul Tabip Odası Çocuk Hakları Merkezi'nin kuruluşunu gerçekleştirdi. 2000 yılında Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’na atandı. 2003 yılında istifa ettikten sonra Marmara Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı öğretim üyeliğine geri döndü. 2010 yılında emekliliğinden sonra Case Western Üniversitesi’nde görev yaptı. Halen Acıbadem Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı görevini yürütmektedir. Özellikle şiddet konusunda akademik çalışmalar yapan Polat’ın Adli Tıp, Adli Bilirkişilik, Tıbbi Uygulama Hataları, Kriminoloji, Çocuk Hakları, Çocuk İstismarı ve sokak çocukları konularında yayınlanmış 18 kitabı ve ulusal ve uluslararası 120’yi geçkin çalışması bulunmaktadır. Child Abuse International ve American Academy of Forensic Sciences derneklerinin üyesidir.