Prof. Doğanay: Sorun 'evet' ya da 'hayır' değil

Prof. Dr. Ülkü Doğanay, referandum sürecinde ön plana çıkan kutuplaştırıcı söyleminin toplumsal sonuçlarının ağır olabileceğine dikkat çekiyor: "Her şey evet ve hayır değildir. Toplumsal olanın var kalabilmesi için müzakere gerekir. Müzakerenin önünü tıkar ve sürekli ‘biz’ ve ‘onlar’ı ayırırsanız sonuç ne olursa olsun gene bundan toplum ve demokrasi zarar görür."

Google Haberlere Abone ol

ANKARA - Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyeliğinden 7 Şubat'ta çıkarılan Olağanüstü Hal kararnamesi ile ihraç edilen ‘barış imzacısı’ siyaset bilimci Prof. Dr. Ülkü Doğanay, Duvar’ın sorularını yanıtladı. Siyasal iletişim, demokrasi kuramları, siyasal kampanyalar, ayrımcı ve ırkçı söylemler konularında çalışan Doğanay’ın kapısını, önümüzdeki günlerde çıkarmak üzere tamamladığı kitabı ‘Seçimlik Demokrasi’nin son tashihlerini yaparken çaldık. Prof. Dr. Ülkü Doğanay’ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

Hocam ‘Seçimlik Demokrasi’ adlı bir kitap çalışmanız olduğunu ve yakında çıkacağını biliyoruz. Neler var kitapta?

‘Seçimlik Demokrasi’önümüzdeki haftalarda çıkarmayı planladığımız bir kitaptı, İmge Yayınları ile öyle anlaşmıştık. Araya KHK ile ihracımız girince epey yoğun günler yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz (gülüyoruz). Kitapta, kendisi de aynı KHK ile ihraç edilen meslektaşım İnan Özdemir Taştan ve halen akademideki görevlerine devam eden meslektaşlarım Halise Karaaslan Şanlı ve Kenan Demirci ile arka arkaya yapılan üç seçimde adayların ve liderlerin yapmış oldukları konuşmaları inceledik. TÜBİTAK proje destekleri kapsamında yürüttüğümüz bir araştırmaydı. 114K357 no’lu proje, sanırım benim ihracımla birlikte durdurulmuş olsa bile burada proje numarasına atıf verme gibi bir zorunluluğum devam ediyor (gülüyor). Biz zaten durdurulma kararından çok önce araştırmayı tamamlamış ve sonuç raporunu teslim etmiştik.

Araştırmada 30 Mart 2014 Yerel Seçimi, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 7 Haziran 2017 Genel Seçimi’nde liderlerin demokrasi söylemine baktık.

Referandum öncesi merakla okunacak bir kitaba benziyor...

Biz kitabı planladığımızda referandum olasılığı yoktu. Kitapta şunu yapmaya çalıştık, liderler, adaylar seçim meydanına demokrasi vaadiyle çıkıyorlar ancak temel haklar, özgürlükler, ilkeler var demokrasinin içinde, bunlara ne kadar ve nasıl yer veriyorlar konuşmalarında?

‘SADECE KENDİSİNDEN İBARET BİR SİYASET TASAVVURU’

Recep Tayyip Erdoğan’ın yıllardır söylediği “Demokrasi bir amaç değil araçtır” sözü geldi aklıma... 

Gördüğümüz tam da o. Erdoğan’ın -Davutoğlu’nun konuşmalarını da inceledik, o da farklı değildi- daha önce söylediğini tekrarlayan bir çizgisi var, demokrasiyi bir araç olarak görüyor. Son derece kutuplaştırıcı, her türlü muhalefeti marjinalleştiren bir söylemi var. Buna CHP, HDP hatta o zaman ortak olmadıkları MHP’nin yanı sıra bütün toplumsal muhalefet de dâhil.

Siz seçim meydanında legal muhalefeti marjinalleştirirseniz onu siyaset alanının dışına itmiş, dolayısıyla siyasal arenayı da tekleştirmiş oluyorsunuz. Sadece sizden ibaret olan bir siyaset tasavvuru! Seçmen dediğinde AK Parti seçmenini kast ediyor; yurttaş dediğinde de öyle. Devlet, parti dediğinde de milli iradeyi bunlarla özdeşleştirerek ele alıyor. Bu çok dışlayıcı, AK Parti seçmeni olmayanı “milli irade”nin ve hatta siyasal arenanın dışına iten, toplumsal olanı ortadan kaldırma potansiyeli barındıran sorunlu bir tutum.

TOPLUMSALIN KALKMASI ŞİDDETİ ARTTIRIYOR

‘Hayır’ın çevresinde farklı kesimlerin buluşması, unuttuğumuz o toplum olma halini hepimize hatırlatıyor’ diyenler var. Sizce?

‘Hayır’ kampanyasına dair yorum yapmak için çok erken ama pozitif bir kampanya içeriğiyle ortaya çıkmaya başladılar. Bu önemli çünkü artık daha fazla kutuplaşmadan beslenmek mümkün değil ve bu çok tehlikeli. Şiddeti de beraberinde getiriyor aslında. Toplumsalın kalkması şiddetin daha da hâkim olması demek. Pozitif olması bu kampanyanın gücü olabilir.

İki yıl içinde tanık olduğumuz şiddeti, vahşeti düşününce… Toplum bu gerilimden çok yoruldu gerçekten...

Evet çok yoruldu. Çünkü sürekli bir gerilim halinde yaşamak mümkün değil. İnsanın doğasına aykırı. Bunu daha fazla tırmandırmak çok tehlikeli.

Tehlikeli ama meydanlardahâlâ şiddet dili kullanılıyor ve bunun karşılığı var gibi görünüyor ne yazık ki...

Nereye kadar gidebileceğinden emin değilim bunun. Varacağı nokta linç girişimlerinin, terör eylemlerinin artması, Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin kundaklanması ve bunun gibi olaylardır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 18 Şubat günü kamuoyuna yansıyan açıklamasında akademisyenlerin ihracını şu sözlerle savundu: “İşlenilen suçlardan dolayı eğer siyasetçi bedel ödüyorsa profesör, doçent veya doktor olanlar bedel ödemeyecekler mi?”

Erdoğan bu bildiri ilk yayınlandığından itibaren kişisel olarak duruma el koydu aslında ve bırakmıyor bunun peşini. İşlenilen bir suçun varlığını varsayıyor, oysa ki biz bir suç işlemedik; bir imza attık, bir soruna dikkat çektik, ifade özgürlüğümüzü kullandık. Bunun neresi suç? Ben bunu şöyle anlıyorum: Bu sadece bizim ihraç edilmemiz değil, özellikle üniversitelerdeki muhalif kadroları bertaraf etme girişimi. Bu aynı zamanda muhalefeti susturmanın yolu. Kimsenin eleştirmesine, karşı çıkmasına, eleştirel bilgi üretmesine izin verilmemesi, sadece iktidarı besleyen bilgi üretimine izin verilmesi. Özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra ortaya çıkan, demokrasinin daha da ilerlemesi yerine çok temel demokratik değerlerin ve kurumların ortadan kaldırılmasına veya işlevsiz hale getirilmesine yönelik atmosferin bir yansıması. Pek çok kurum, buna özgür basın da dâhil ve pek çok değer, ifade özgürlüğü de bunun içinde, çok önemli yaralar aldı. Beni asıl endişelendiren toplumsal olanı ortadan kaldırmaya yönelik bir kutuplaşmanın giderek artması.

“REFERANDUMLARDA YA SİYAHSINIZDIR YA BEYAZ”

Referandum sürecinde de kutuplaştırıcı dil kullanılıyor. Nereye varacak bu gerilimin sonu?

Aslında referandum demokrasilerde çok sık başvurulan bir yöntem değildir çünkü beraberinde getirdiği problemler vardır. Öncelikle insanların tercihlerini ‘evet' veya 'hayır’ ikilemine sıkıştırma sıkıntısı yaratır. ‘Şuna katılıyorum ama şunu da yapmayın’ deme şansınız yoktur. Ya siyahsınızdır ya beyaz. Oysa biz sadece seçmenler olarak, değil toplum olarak da böyle yaşamıyoruz. Darbe girişimi, ardından ilan edilen OHAL, OHAL kapsamında pek çok yasak devam ederken bir referanduma kalkışmak, toplumda zaten var olan kutuplaşmayı en uç noktaya götürür. Benim endişem, evet veya hayır oyu çıkması değil, bu sürecin sonunda bu kutuplaşmanın vardığı noktada toplumsal olanın ortadan kalkacak olması.

“DÜŞMANLAŞTIRMAK, BİR ARADA YAŞAMA İRADESİNE ZARAR VERİR”

Toplumsal olanı çoktan kaybetmedik mi?

Kimse kimseyi anlamaya, dinlemeye çalışmıyor. Herkes karşısındakini bir kampın üyesi olarak görüyor ve damgalıyor. Cumhurbaşkanının ihraç edilen akademisyenlerle ilgili yaptığı son açıklama da öyle.“Terörle iltisaklı iseler cezalarını çekecekler” dedi. Binden fazla akademisyenin terörle iltisaklı olduğunu nereden biliyor? Ortada bir yargı kararı yok, KHK ile ihraç var. Bu aynı zamanda şunu gösteriyor bize sadece demokratik toplumun değil aslında bir toplumun var kalabilmesinin temel koşulu, bir arada olma iradesinin hüküm sürmesi.

Sizin gibi olmayanı size benzemeyeni, sizin gibi düşünmeyeni sürekli düşmanlaştırır, kriminalize ederseniz bir arada olma iradesine zarar verirsiniz. Şu anda ne yazık ki evet-hayır kamplaşması bunu en uç noktaya götürüyor, kamu vicdanı diyeceğimiz olguyu zedeliyor. İnsanların birbirini dinlemeye anlamaya ihtiyacı varken bunun yollarını tıkıyor. O yüzden plebisiter demokrasi aslında yanlış, eksik bir demokrasidir. Her şey evet ve hayır değildir. Toplumsal olanın var kalabilmesi için müzakere gerekir. Müzakerenin önünü tıkar ve sürekli ‘biz’ ve ‘onlar’ı ayırırsanız sonuç ne olursa olsun gene bundan toplum ve demokrasi zarar görür.

“ÖTEKİLER YARATILARAK VİCDAN ORTADAN KALDIRILIYOR”

Çocuk istismarında artış, kadın cinayetlerinde artış, şiddetin hayatımızın her hücresine yerleşmesi… Son zamanlarda en sık duyduğumuz söz: toplumsal çürüme…

Hepsi bunun bir parçası. Bu vicdan meselesi. Aslında sürekli ötekiler yaratılarak insanı insan yapan vicdan ortadan kaldırılıyor. Doktorasını yeni bitirmiş gencecik akademisyenleri, karı koca ikisini birden işsiz bırakıp yurt dışında başka bir üniversitede çalışmalarının yolunu da pasaportlarına el koyarak ortadan kaldırdığınızda bunun vicdani bir boyutu da var. Siz bu insanları bu şekilde haksız yere suçlu ilan etmeye devam ederseniz aynı zamanda vicdani olarak da toplumsal olanı zedelemiş olursunuz.

“ÜMİDİ CANLI TUTMAYA ÇABALAMAK GEREKİYOR”

Toplum bütün bu kamplaştırmaya, ötekileştirmeye dur deyip kendi vicdanına sahip çıkamaz mı?

Eğer bir lideri çok seven ve onun her söylediğini emir kabul eden bir toplum kesimi varsa o zaman burada daha çok liderin bu vicdanın temsilcisi konumuna geldiğini söylemek mümkün. Yani bir lider sadece bir kişi olarak hareket edemez. Kendi ihtiraslarıyla, kendi öfkeleriyle, tutkularıyla, sevdikleri ve sevmediklerine bakarak hareket edemez. Karamsar olmamak lazım. Belli kritik dönüm noktalarında Türkiye toplumunun demokrasiye yine de sahip çıkabileceğine dair bir ümidim var. Bundan önce böyle olduğunu gördük. 12 Eylül yaşandığında çocuktuk ama hatırladığım şey bunun geçeceğine dair ümidin olduğu. Çok kötü şeyler yaşanıyor ama geçecek. Belki bu ümidi canlı tutmaya çabalamamız gerekiyor. ‘Hayır’ kampanyasında da bu var.

‘İSTİKRAR DEMEK, 1950’LERE DÖNÜŞ

Seçim kampanyaları, liderlerin söylemleri sizin uzmanlık alanınız. Lütfen açıklar mısınız, nasıl oluyor da 15 yıldır iktidarda olan bir parti hâlâ ‘istikrar’ diyerek oy isteyebiliyor?

Hiçbir zaman ileri bir demokrasisi olmadı Türkiye’nin; hep çok aksaktı ama kimi temel değerler ve kurumlar açısından aksasa bile yürüyen bir demokrasisi vardı. Bunun yerine istikrarı getirmek… ‘Evet’ kampanyasının temel vurgusu istikrar. ‘Anayasa değişirse istikrar gelecek’. Bu sadece AK Parti’ye özgü bir yaklaşım değil 1950’lerden, Demokrat Parti iktidarından beri vurgulanan bir şey.

Levent Köker’in “Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet ve Demokrasi” başlıklı makalesi bu konuda çok önemli bir tespitte bulunur. Köker, Kemalist tek parti ideolojisine bakarak Kemalist tek parti dönemindeki uygulamaların modernleşme yaklaşımlarının kurduğu çerçeve ile anlaşılabileceğini söylüyor. Modernleşme yaklaşımlarının söylediği şey şu: Özellikle Batı'nın gelişmiş demokrasileri dışında kalan ülkeler için demokratikleşme süreci Batı'nın yaşadığı gibi, yüzyıllar içinde, adım adım mücadelelerle elde edilecek bir şey değil ve bunun için çok geç kalındı. Öyleyse bunun yukarıdan aşağıya olması mümkündür. Kemalizm açısından bu nasıl olacak? Ekonomik modernleşme ile. Aynı zamanda aklı hür, vicdanı hür bir toplum yaratmakla, yurttaş bireyin inşasıyla... Ve son aşamada da demokrasinin inşasıyla.

Levent Köker diyor ki, batının ekonomik ve toplumsal kurumlarının yerleştirilmesi ve bu dönüşümün sağlanması Kemalist tek parti açısından öncelikli oldu. Dolayısıyla bunlardan sonra demokrasiye geçilecekti. Yani demokrasi, toplumsal ve ekonomik modernleşme sağlandıktan sonra ulaşılacak bir şeydi. Vazgeçmediler, hep ertelediler. Demokrat Parti döneminde de aynı yaklaşım sürdürüldü. Demokrasi bu sefer de istikrar uğruna feda edildi. Bugün gördüğümüz de böyle. Anayasa hukukçuları açık biçimde ortaya koyuyorlar referanduma sunulacak değişikliğin demokratik bir rejimle ilişkili olmadığını. Değişikliğin maddelerine baktığımızda çok kolaylıkla otoriter uygulamalara yol açabilecek kurumsal düzenlemeler barındırıyor. Bunu demokrasiden vazgeçmek gibi okuyabiliriz. Bunun nedenini istikrarla açıklamak 1950’lere yeniden dönmek anlamına geliyor.

YUKARIDAN AŞAĞI BİR TOPLUM İNŞA ETMEK

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın 9 Ocak’ta Meclis’teki konuşmasında, “Yaptığımız Atatürk Anayasalarına dönmektir” sözünü açıklıyor bu tespit...

O mirasa sahip çıkıyorlar zaten. Yukarıdan aşağı bir toplum inşa etmek konusunda benzer bir zihniyet. Farklı bir popülizmden yola çıktığını söylemek mümkün ama vardığı nokta aynı. Siz demokrasiyi hep bir şeyin lehine ertelerseniz, bu ister kalkınma ister modernleşme ister istikrar olsun aslında aynı çemberin içinde dönüp dolaşıyorsunuz demektir.

MAĞDUR MUKTEDİRLİK

Muktedirken mağdurmuş gibi yapmak nasıl mümkün oluyor? Her seçim döneminde iktidar partisi bunu çok iyi başarıyor.

Evet ama mağdurluğun şöyle bir problemi var, sizin mağdur olmanız başka mağdurlar yaratmayacağınız anlamına gelmiyor. Şu anda yaşadığımız da bu aslında. Sizin mağdurluk konumunuzun ötesinde nasıl bir toplumsal ilişkiler ağı, model öngördüğünüz önemli.

Farklılıklarla bir arada yaşayabilme, onların varlıklarını ve kimliklerini tanıyabilme yerine sadece kendinizi mağdurlar olarak tanımlayıp sizin dışınızda kalan herkesi ‘düşmanlar’ kategorisine yerleştirirseniz sizi mağdur eden koşulları yeniden oluşturmuş oluyorsunuz. Mağdur muktedirlik bu işte. Bu oksimoron. Tam da gördüğümüz şey bu. 2014 ve 2015’teki yerel seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi ve 7 Haziran Genel Seçiminde tüm siyasal parti liderlerinin seçim konuşmalarını inceledik. Bizim orada tespit ettiğimiz şey mağdurluğun muktedirler tarafından bir araç olarak kullanılıyor olması. 15 yıldır iktidardayken hâlâ kendisini mağdur olarak göstermek ve seçmenden de bu mağduriyet üzerinden oy talep etmek problemli bir yaklaşım.

Hocam akademisyenlerin, ‘barış imzacılarının’ ihraçlarına dönecek olursak nedir öngörünüz?

Kısa vadede hukuki yolların bizim için çok rahat işlemeyeceğini düşünüyorum. Türkiye’de hukuk işlediği zaman biz bu davayı kazanacağız çünkü ortada suç yok. Türkiye’de işlemezse AİHM’de biz bu davayı yine kazanacağız. Belli ki bu komisyon (2 Ocak’taki Bakanlar Kurulu’nda kararlaştırılan ve 23 Ocak’ta çıkarılan 685 Sayılı KHK ile kurulan ‘OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu) işin bu aşamaya gelmesini geciktirmek için kurulmuş. 6 ay içinde oluşturulacak ve 7 kişinin görev yapacağı komisyonun 100 bini aşmış ihraçların dosyalarını kendisine verilen 2 yıllık süre zarfında incelemesi basit bir hesapla pek mümkün görünmüyor.

Komisyon işlesin ya da işlemesin AİHM’in Türkiye’deki hukuk yollarının şu anda da tıkanmış olduğunu kabul edeceğini umuyoruz. Burada ihraç var ama ciddi biçimde ifade özgürlüğümüzün ihlali de var. Belki de AİHM iç hukuk yollarının tükendiğini kabul edecek ve o kadar süre geçmeden normal bir süre içinde bu davayı kazanıp görevimize döneceğiz, ya da siyasi olarak atmosfer değişecek. Bu Türkiye’de daha önce de yaşandı.

“RÜZGÂR DÖNERSE BİZ DE İŞİMİZE DÖNECEĞİZ”

Kamuoyunda dolaşıma giren ve her yerden ulaşılabilen bir bildiriye imza attığımız için terör örgütüyle nasıl bir iltisak kurulduğunu bilmiyorum. İfadeler sert bulunmuş olabilir ama biz bunun eleştiri sınırı içinde olduğunu ve toplumsal sorumluluğumuzun parçası olduğunu düşünerek ve ifade özgürlüğümüzü kullanarak imzaladık.

‘Barış İçin Akademisyenler’, internet sitelerine baktığımda gördüğüm, müzakere masaları kurulmuşken ortaya çıkmış, barış sürecini takip edebilmek için oluşmuş ama rüzgâr döndüğü için onlara suç atılmaya çalışılıyor. Rüzgâr tekrar dönerse, demokrasinin aslında Türkiye için ne kadar yaşamsal ve kaybedilmez bir şey olduğu idrak edilirse o zaman şartlar değiştiğinde belki de yasal süreçlerin sonuçlanmasını beklemeden biz yeniden döneceğiz.