Psikiyatr gözüyle Türkiye: ‘Öğrenilmiş çaresizlik’ halindeyiz

Türkiye'nin gündemi bir kez daha şiddet, kutuplaşma ve 'yaşam tarzına müdahale'. Birçoğumuzun psikolojisi 'bozuk'. 'Kutuplar' arası öfke aşılamıyor. Travma uzmanı Prof. Dr. Doğan Şahin’e göre, Türkiye'nin ruh halini 'öğrenilmiş çaresizlik' anlatıyor...

Google Haberlere Abone ol

DUVAR – Bir yanda güvenlik endişesi… Türkiye neredeyse haftada bir bombalı veya silahlı saldırılara sahne olurken metroda, otobüste güvende hissetmiyor, şüpheyle birbirimizi ‘kesiyoruz’. Diğer yanda ‘yaşam biçimi’ tartışması… Bir ‘taraf’ ısrarla huzursuz hissettiğini haykırıyor. Diğer ‘taraf’a göre ‘endişe edilecek bir şey yok’ ve bunu söylemeleri yeterli... Bir yandan da, Türkiye bombalardan değil kutuplaşma ve öfkeden ‘patlayacak’ gibi duruyor…

Peki bir toplum bu gerilimle nasıl yaşar? Türkiye niçin toplumsal kutuplaşmadan kurtulamıyor, dayanışmayı başaramıyor? Öfke, bir toplum hakkında ne anlatır? Ve, Türkiye depresyonda mı?

. .

İstanbul Üniversitesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı’nda öğretim üyesi, travma uzmanı Prof. Dr. Doğan Şahin’e göre, Türkiye henüz depresyon aşamasında değil. Fakat çok yoğun travmalara maruz kalmış ve bunları aşamamış bir toplum olarak, ‘öğrenilmiş çaresizlik’ içinde. Şahin, Türkiye’deki öfke ve kutuplaşmayı 1970’lerden bu yana süregelen travmalara bağlıyor:

'SÜREKLİ DAYAK YİYEN, HIRÇINLAŞIR'

“Travma demek, şiddete uğramak demek. Türkiye 70’li yıllardan bu yana çok yoğun bir şekilde travmatize oluyor. Neredeyse iç savaş boyutuna ulaşan bir siyasi çatışma dönemi, arkasından gelen çok ağır bir askeri darbe ve toplumun neredeyse sıra dayağı ve işkenceden geçirildiği bir dönem, güneydoğuda başlayan kayıplar, sonra deprem, sonra artan iş cinayetleri… Bir toplum bu kadar travmayla yüklendiği zaman, en belirgin olarak ortaya çıkan şey öfkedir. Sürekli dayak yiyen insanlar bir süre sonra öfkeli ve hırçın hale gelir.”

BİR VİCDAN RAHATLATMA YÖNETİMİ OLARAK 'SALDIRGANLA ÖZDEŞLEŞME': 

Üstelik, bu kadar yoğun ve yaygın travma duygusu önce 'inkâr sistemi'ne ve travmayı algılamamaya, sonra da ‘saldırganla özdeşleşme’ye yol açıyor:

“Travmaya karşı bir şey yapmaya cesaretleri elvermediği zaman, insanlar travmaya yol açanlar gibi düşünmeyi tercih ediyor. Örneğin, insan hakları savunucuları tutuklanıyor, gözaltına alınıyor, kötü muamele görüyor. Buna itiraz etmek istiyor belki, içinde bir rahatsızlık duyuyor. Fakat cesaret edemiyor. ‘Onlar da rahat durmadı. Biraz dikkat edebilirlerdi. Canım yani seni ifadeye çağırmışlar niye gitmiyorsun kardeşim, sen bu devlete karşı çıkarsan kusura bakma’ diye düşünmeye başlıyorlar. Buna ‘saldırganla özdeşleşme’ diyoruz. Uzun vadede, bir taraf güçlü bir şekilde baskı ve şiddet kullanırsa, onun karşısında korkuya kapılan insanlar buna karşı çıkmaktan korktuğu zaman onun haklı olduğunu düşünerek kendini rahatlatmaya çalışıyor.”

'DEPRESYON DEĞİL, ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK'

Peki Türkiye depresyonda mı? Şahin bu soruya yanıtında, köpekler üzerinde 1965-67 arasında yapılan (ve etik dışı olduğunu özellikle vurguladığı) deneyleri hatırlatıyor. Amerikalı psikolog Martin Seligman’ın deneyinde, elektrik şokunu durdurmayı bilmeyen köpekler, kaçabilecekleri bir ortama konduklarında bile acı çekmelerine rağmen kaçmaz ve elektriğin geçmesini bekler… Prof. Şahin, şu benzetmeyi yapıyor:

“Yani daha evvel tekrarlayıcı bir şekilde kendi çabalarıyla çektiği acıyı durduramayanlar, ‘Yapabileceğim bir şey yok, çaresizim’ diye hissedenler, aslında bu yeni durumda rahatlıkla diğer tarafa kaçabilecekken hiçbir şey yapmayıp, yatıp elektriğin geçmesini bekliyorlar. Türkiye’deki ruh hali buna daha çok benziyor. Depresyondan ziyade öğrenilmiş çaresizlik söz konusu. ‘Yapacak bir şey yok’ denilen, ümitsizlik ve karamsarlığın egemen olduğu bir durum.”

'YAŞAM BİÇİMİNİZE KARIŞMIYORUZ' DEMEK İKNA ETMEYE YETERLİ Mİ?

Yılbaşı gecesi İstanbul'daki gece kulüplerinden Reina'da IŞİD tarafından yapılan katliam, Türkiye'de bir süredir devam eden 'yaşam tarzına müdahale' tartışmasını yeniden gündeme getirdi. Yılbaşı gecesi İstanbul'daki gece kulüplerinden Reina'da IŞİD tarafından yapılan katliam, Türkiye'de bir süredir devam eden 'yaşam tarzına müdahale' tartışmasını yeniden gündeme getirdi.

Bugünlerde en ‘karamsar’ görünen kesim ise ‘yaşam tarzının tehdit altında olduğunu’ hissedenler. Onları ikna etmenin yolu ne? Böyle bir tehdit hisseden bir birey, nasıl rahatlar?

“Kendi yaşam biçiminin tehdit altında olduğunu hisseden insanları açıklamalar ikna edebilir. Ama gerçekten ikna edici olması kaydıyla. Her gün kendisinden farklı olanlara karışılıyorken, yüzlerce, binlerce aşağılayıcı ifade sosyal medyada, televizyonlarda, siyasi liderlerin ağzında dolaşırken, “Hayır biz hiç tehdit oluşturmuyoruz, biz onları kötü hissettirmiyoruz” demenin anlamı yok. Ne tarafta olursa olsun, herkesin farklı düşünen ve yaşayanların düşünüş ve yaşayış biçimine saygı duyması, eğer bir fikre eleştirisi varsa da bunu nezaket kuralları içerisinde ifade etmeyi öğrenmesi gerekir. Bunu yaparlarsa, kimseyi suçlamadan, hakaret etmeden, aşağılamadan konuşmayı öğrenirlerse, böyle bir ortam oluşabilir. Mevcut ortam böyle değil… Herkes için…”

CAN GÜVENLİĞİ ENDİŞESİ 'PATOLOJİK' DEĞİL

Bir yandan da, daha can güvenliği endişesini bile dile getirmekten imtina edenler, ‘hain’ ilan edilmekten çekinenler var. Türkiye’deki mevcut ortamda can güvenliğimizden endişe etmemiz normal değil mi? Ve, iktidarı hiçbir şekilde eleştirmemizin beklenmesi anormal değil mi?

Şahin, ‘Dünyanın güvenli bir yer olduğu’ algısı bozulduğunda, ‘her an bir bomba patladığında’ ortaya çıkan endişe hali için “Bu normal bir durumdur, patolojik bir reaksiyon değildir” tespitini yapıyor. Eleştiri meselesine gelince, “Kendimizi zayıf hissettiğimizde birinin elimizden tutmasını isteriz. Hele hele bu güvenlikle ilgili bir endişeyse, güvenliğimizi sağlayacak mercilerin olaya dahil olmalarını isteriz. Ama inançları yoksa, yani bir şeylerin değişeceğini düşünmüyor, ciddiye alınmayacaklarını düşünüyorlarsa, hatta belki tepki göstermenin riskli olacağını düşünüyorlarsa, o zaman seslerini çıkarmazlar” diyor.

'BİRÇOK LİDER DE TRAVMA MAĞDURU'

Peki Türkiye bu travmaları ve beraberinde gelen kutuplaşmayı nasıl aşabilir? Hata nerede yapılıyor? Şahin, “Önce siyasi liderlerin olup biteni idrak etmesi gerekiyor. Birçok siyasi lider de bu travmadan mağdur ve bu travmanın etkilerini gösteriyor” teşhisini koyuyor. “Siyasi liderler bu dille konuşursa, toplum nasıl birbiriyle uzlaşacak, nasıl yatışacak, nasıl yumuşayacak?” diye soran Şahin, şöyle devam ediyor:

“İlk yapılacak şey, siyasi liderlerin bir daha herhangi bir farklı düşünceden olan insanı aşağılamaması, ‘Bunlar’, ‘Sen kimsin ya?’ filan diye konuşmaması, herkesin varoluş biçimini kabul ederek, onun varoluşuna, fikirlerine saygı duyarak söze başlaması. Fikirlerini tartışabilir ve başka bir şey düşünebilir ama reddetmek, insan yerine koymamak çok kışkırtıcı bir şey.”

'MARİFET, FARKLI OLANI ANLAMAYA ÇALIŞMAKTA'

Tek bir ‘taraf’ için konuşmadığını vurgulayan Şahin, toplumsal kutuplaşmanın azalması açısından, “Sizin gibi yaşayan, sizin gibi düşünen, sizin gibi olan insanların hakkını savunmanız, onların yanında yer almanız hiçbir işe yaramaz. Marifet, sizden farklı olanın yanında yer almak, onu anlamaya çalışmaktır. İnsanlar ellerinden geldiği kadar buna gayret etmeli” tespitinde bulunuyor.


SÖYLEŞİNİN TAM METNİ:

Son dönemdeki şiddet olayları düşünüldüğünde, güvenlik endişesiyle nasıl yaşayacağız? 

İnsanın kendisini güvenli, rahat ve huzurlu hissetmesi için dünyanın güvenli bir yer olduğuna dair bir algıya ihtiyacı vardır. ‘Başıma kısa vadede bir şey gelmez’ diye düşünmesi icap eder. Dış dünyada cereyan eden olaylar o algıyı bozduğu zaman, her an bir bomba patlıyorsa, kişi böyle düşünmeyi başaramaz. Dolayısıyla ortaya endişe hali çıkar. Bu normal bir durumdur, patolojik bir reaksiyon değildir. Ama beynimiz genellikle anksiyeteyi, gerginliği çok uzun süreli yaşamak istemez ve kendi kendisine çeşitli mekanizmalar kullanarak anksiyeteyi azaltmaya çalışır.

reinaguvenlik Reina katliamının ardından alınan güvenlik önlemleri...

Toplumsal travmalarda genellikle ilk kullanılan mekanizma inkârdır. 'İnkâr', 'böyle bir şey olmuyor’ demek değil, zihnin gelişen olayları giderek ehemmiyetsiz hale getirmesi, bunu düşünmemesi demek. Bunları düşünmek anksiyete uyandırdığı için kişi bunları düşünmeyerek başka konulara ilgi göstermeye başlar. Ve konudan uzaklaştığı zaman anksiyetesi düşer. Kanıksama dediğimiz şey bu işte. Ayrıca, beyin aynı uyarana maruz kaldığı zaman, bir süre sonra onu algılama azalıyor. Olması gereken, güvenliği tehdit eden unsurlara karşı önlemler alınması ya da güvenliği tehdit eden unsurları yaratan koşulların ortadan kaldırılmasıdır.

Güvenlik endişelerimizi yüksek sesle dile getirmememizin beklenmesi gerçekçi midir?

Normal koşullarda insanlar kendilerini tehdit altında hissettikleri zaman, dayanışma ve sosyalleşme ihtiyaçları artar. Kendilerini zayıf hissettiğimizde birimizin elimizden tutmasını isteriz. Hele hele bu güvenlikle ilgili bir endişeyse, güvenliğimizi sağlayacak mercilerin olaya dahil olmalarını isteriz. Ama eğer bir şey yapacaklarına, bizi dinleyeceklerine dair bir inancımız varsa, insanlar tepkilerinin etkili olacağını ve bununla ilgili bir şeyler yapılacağını düşünürse, o zaman fikirlerini dile getirir. Ama inançları yoksa, yani ciddiye alınmayacaklarını düşünüyorlarsa, hatta belki tepki göstermenin riskli olacağını düşünüyorlarsa, o zaman seslerini çıkarmazlar.

'MEVCUT ORTAM İKNA EDİCİ DEĞİL'

Son günlerde gündemdeki bir diğer konu da 'yaşam tarzına müdahale' tartışması. Böyle bir müdahale uğradığını hisseden insanları rahatlatmak için "Endişe edecek bir şey yok" demek yeterli olur mu?

En azından bazı insanlar için yeterli olmuyor. Kendi yaşam biçimin tehdit altında olduğunu hisseden insanları açıklamalar ikna edebilir. Ama bu açıklamaların gerçekten ikna edici olması kaydıyla. Her gün kendisinden farklı olanlara karışılırken, yüzlerce, binlerce aşağılayıcı ifade sosyal medyada, televizyonlarda, siyasi liderlerin ağzında dolaşırken, “Hayır biz hiç tehdit oluşturmuyoruz, biz onları kötü hissettirmiyoruz” demenin bir anlamı yok.

Ne tarafta olursa olsun, herkesin kendisinden farklı düşünenlerin ve yaşayanların düşünüş ve yaşayış biçimine saygı duyması, eğer bir fikre eleştirisi varsa da bunu nezaket kuralları içerisinde ifade etmeyi öğrenmesi gerekir. Bunu yaparlarsa, kimseyi suçlamadan, hakaret etmeden, aşağılamadan konuşmayı öğrenirlerse, böyle bir ortam oluşabilir. Mevcut ortam böyle değil. Böyle bir ortamda kimse kendisinden farklı düşünenler tarafından kabul gördüğünü hissedebileceği bir siyasi kültür olduğunu söyleyemem. Herkes için…

'HERKES BİR ŞİFRE ÇÖZÜYOR'

Türkiye’de uzlaşmayı bilmiyor muyuz?

Genellikle insanlar tutturmuşlar bir konsolidasyon… Bunların birçoğu planlı olarak, akılla yapılmış şeyler değil; refleks davranışlar. Cüppeli Ahmet Hoca satrançla ilgili sözlerini ‘İnsanlar konsolide olsunlar' diye söylemiyor. Refleks olarak söylüyor. İnsanları uyarma gereği duyduğu için söylüyor. Ya da başka biri 'Yılbaşını kutlamayın' derken, bunu böyle inandığı için söylüyor. Türkiye’de acayip bir şey oldu; herkes bir şifre çözüyor, oyun okuyor. [Oysa] Günlük hayatın normal akışı içerisinde insan davranışları var. Bu, mesela, daha dindar insanların daha modern yaşayanlara ilişkin söylediği, içlerinden geldiği için söyledikleri şeyler.

'YOBAZ VE KARABÖCEK DEMEK DE AYNI ŞEY'

Herkesin şunu da öğrenmesi gerekiyor: İnsanlara 'karaböcek', 'yobaz', 'gerici' demek de benzer bir şey. Herkesin kendisinden farklı olan varoluş biçimini kabul etmesi gerekiyor. Sen öyle olmak zorunda değilsin ama o öyle yaşıyor, öyle yapmak istiyor. O, onun bileceği iş. Senin onun ‘yanlış’ olduğunu söyleme hakkın yok... Biz hep güçlü iktidarlar tarafından yönetildiğimiz için, insanlar kendilerini bir güç olarak görmeye yeni yeni başlıyor. Kendilerini bir güç olarak görmeye başladığı zaman da ilk yaptığı şey, kendilerinden farklı olana kendi kültürünü dayatmak oluyor.

'TRAVMA HIRÇINLAŞTIRIR'

Öfke toplum hakkında ne anlatır?

Çok mesele var. Önemli konulardan bir tanesi travma. Türkiye çok travmatize bir toplum oldu; ağır travmalara maruz kaldı. Travma demek, şiddete uğramak demek. Türkiye 70’li yıllardan bu yana çok yoğun bir şekilde travmatize oluyor. Önce, neredeyse iç savaş boyutuna ulaşan bir siyasi çatışma dönemi, arkasından gelen çok ağır bir askeri darbe ve toplumun neredeyse sıra dayağı ve işkenceden geçirildiği bir dönem, arkasından güneydoğuda başlayan kayıplar, sonra deprem, sonra artan iş cinayetleri…

Bir toplum bu kadar travmayla yüklendiği zaman, en belirgin olarak ortaya çıkan şey öfkedir. Sürekli dayak yiyen insanlar bir süre sonra öfkeli, hırçın hale gelirler. Yoğun bir şiddete maruz kalmış toplum, yoğun bir şekilde travmatize edildiği için öfkeli, hırçın, kızgın olur.

'DOLAR 'BUNLARIN' YÜZÜNDEN YÜKSELİYOR'

Nasıl aşabiliriz bu travmaları?

Önce siyasi liderlerin olup biteni idrak etmesi gerekiyor. Birçok siyasi lider de bu travmadan mağdur ve bu travmanın etkilerini gösteriyor. Kendi aralarında hırçın, öfkeli ve kızgınlar. Siyasi liderler bu dille konuşursa, toplum nasıl birbiriyle uzlaşacak, nasıl yatışacak, nasıl yumuşayacak?

İlk yapılacak şey, siyasi liderlerin bir daha herhangi bir farklı düşünceden olan insanı aşağılamaması, ‘Bunlar’, ‘Sen kimsin ya?’ diye konuşmaması, herkesin varoluş biçimini kabul ederek, onun varoluşuna, fikirlerine saygı duyarak söze başlaması. Fikirlerini tartışabilir ve başka bir şey düşünebilir ama reddetmek, insan yerine koymamak çok kışkırtıcı bir şey.

Son yıllarda ekonomi kötü yöne gidiyor, işsizlik artıyor, etrafımızda bir savaş ortamı var, ülke olarak yalnız kaldık, başka ülkelerle ilişkilerimiz kötü. Müttefiklerimizle aramız bozuk. Olumsuz bir ortam var. Böyle bir ortamda insanlar daha da hırçınlaşıyor. Bu başarısızlığı bir yere aktarmaları gerekiyor. Siyasi liderler de ‘Şunlar yüzünden’ dediği zaman böyle zannediliyor, gerçekten onlar yüzünden olduğunu düşünüyor ve onlara karşı öfkeli oluyor. Siyasetçiler her türlü eleştiriden 'dış mihrakların maşası' olarak bahsettiği zaman, vatandaşlar hakikaten böyle zannediyor, 'Hakikaten onun yüzünden işsiz kaldım' diyor; doların onun yüzünden yükseldiğini zannediyor.

'FARKLI DÜŞÜNCE BÖCEK YERİNE KONULUYOR'

Yani formül, öncelikle siyasi liderlerin söyleminin değişmesi mi?

Zihniyetinin değişmesi gerekiyor. Türkiye barış içerisinde huzurlu bir toplum olacaksa önce buna niyet etmeli. Türkiye’de siyasi idarenin esası, yıllardır diğerini alt etmek, diğerine galip gelmek ve diğerlerine diz çöktürmek üzerine.

İnsanlar uzlaşmayabilirler. Sizinle bir konuda fikirlerimiz farklı olabilir. Anlaşamayabiliriz. Ama anlaşmıyor olmamız, benim size hakaret etmem, sizi aşağılamam, sizi ortadan kaldırmaya çalışmam, böcek yerine koymamı filan gerektirmez. Demek ki farklı düşünüyormuşuz, öyle olsun, belki sonra anlaşırız, bu konuda anlaşamayız, şu konuda anlaşırız diyebilmeliyiz.

Ama bunu özellikle bir kanat yapıyor diye söylemiyorum. İnsanlar çoğunlukla, kendilerinden farklı olanları eleştirirken daha çok kendileri gibi düşünen insanlara hitap etmeyi seçiyor. Dinleyici olarak onları belirliyor ve onlara hitap ederken karşı tarafa ne kadar öfkesi varsa, tüm bunları da en yüksek perdeden ifade etmek istiyor. Ve kişi karşı tarafa ne kadar saydırırsa, kendi kitlesi onu o kadar çok alkışlıyor ve hakikaten kendileri için mücadele eden kararlı ve cesur biri olduğunu düşünüyor.

Eğer bir taraf, ‘Ya arkadaşlar, bizim de bazı kusurlarımız var. Bakın biz de şunları iyi yapmıyoruz. Ayrıca onların da bazı iyi şeyleri var. Bakın şurada gayet iyi davrandılar” dediği zaman ‘işbirlikçi, hain’ gibi algılanma riskiyle karşı karşıya kalıyor. Dolayısıyla böyle bir siyasi ortamda, siyasi liderler de karşı tarafı mümkün olan en ağır şekilde suçlayan insanlardan oluşmuş oluyor. Dolayısıyla herkes kendisine sözcü olarak en iyi 'laf sokan' adamları seçiyor. En kibar konuşan, derdini en nazikçe anlatan insanları değil…

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK = ÜMİTSİZLİK

Türkiye depresyonda mı?

Türkiye depresyonda değil. Ama depresyona benzer bir ruh halinde diyebilirim. ‘Öğrenilmiş çaresizlik' diye bir hayvan modeli var. 1965-67 arasında yapılmış ilk deneylerde, köpeklere elektrik şoku veriyorlar. İnsanlık dışı, gayrı etik deneyler bunlar. Bir gruba, pedala basarsa elektrik şokunu durduracak bir sistem kuruyorlar. Diğer grubun önünde pedal yok. İlk grup bir süre sonra öğreniyor, pedala basıp şoku durduruyorlar. Diğer tarafta böyle bir durum yok. Daha sonra, köpekleri alıp iki bölmeli ayrı bir yere koyuyorlar. İlk başta pedala basarak elektrik şokunu durduranlar, elektrik verildiğinde oraya kaçıyorlar. Diğerleri hiçbir şey yapmıyor.

Yani daha evvel tekrarlayıcı bir şekilde kendi çabalarıyla çektiği acıyı durduramayanlar, ‘Yapabileceğim bir şey yok, çaresizim’ diye hissedenler, aslında bu yeni durumda rahatlıkla diğer tarafa kaçabilecekken, hiçbir şey yapmayıp, yatıp elektriğin geçmesini bekliyorlar. Türkiye’deki ruh hali buna daha çok benziyor. Depresyondan ziyade ‘öğrenilmiş çaresizlik, yapacak bir şey yok’, ümitsizlik ve karamsarlığın egemen olduğu bir durum.

Öğrenilmiş çaresizlikten bir sonraki nokta nedir?

Depresyondur. Bütün içeriğiyle depresyon oluşturmasa da, depresyonun atalet duygusunu büyük oranda barındırır.

'DEVAM EDEN TRAVMALAR KANIKSANIYOR'

Toplumsal travmaların etkisi nedir?

Türkiye’deki bu kadar ağır travmanın toplumsal etkilerini anlamadan Türkiye’yi anlamak kabil değil. Bu kadar yoğun yaygın travma duygusu artık inkâr sistemine yol açıyor, travmayı algılamamaya, kanıksamaya yol açıyor.

İkincisi, bir süre sonra, maruz kaldıkları travmaya karşı bir şey yapmaya cesaretleri elvermediği zaman, travmaya yol açanlar gibi düşünmeyi tercih ediyor, Buna ‘saldırganla özdeşleşme’ diyoruz. Örneğin, Kürtlerin haklarını, insan haklarını savunan insan hakları savunucuları tutuklanıyor, gözaltına alınıyor, kötü muamele görüyor. Buna itiraz etmek istiyor belki, içinde bir rahatsızlık duyuyor. Fakat cesaret edemiyor. O zaman şöyle düşünmek en rahatlatıcı oluyor: “Onlar da rahat durmadı. Biraz dikkat edebilirlerdi, canım yani seni ifadeye çağırmışlar niye gitmiyorsun kardeşim, sen bu devlete karşı çıkarsan kusura bakma” diye düşünmeye başlıyorlar. Uzun vadede eğer bir taraf güçlü bir şekilde baskı ve şiddet kullanırsa, onun karşısında korkuya kapılan insanlar buna karşı çıkmaktan korktuğu zaman onun haklı olduğunu düşünerek kendini rahatlatmaya çalışıyor.

'SADDAM DA BİR RAHAT DURMADI YANİ'

Bu genel bir davranış biçimi midir? Bir koşulu var mıdır?

Çok genel bir insanlık davranışıdır. Diyelim ki Amerika dünyaya ‘Ben Afganistan’a, Irak’a gireceğim’ diyor. ‘Arkadaş ne işin var, ne hakla giriyorsun?’ diyemiyor diğer ülkeler. Sonra şöyle düşünmeye başlıyorlar: “Saddam da bir rahat durmadı yani”. Bir süre sonra, yavaş yavaş, onun yarattığı fikirleri benimseyerek vicdanları rahatlatmaya çalışıyorlar. Bilinçli insanlar böyle yapmazlar ama geniş kitleler böyle yaparlar.

ŞİDDET, RUHANİYET VE KUTUPLAŞMA...

Toplumsal travmalar hayatımıza başka nasıl yansıyor?

Bu kadar travmatize olan toplumlarda şiddet davranışı, bireysel suç, cinayet, tecavüz, özellikle daha zayıf olan unsurlara –kadınlara, çocuklara- karşı artar. Bütün dünyada böyledir. Vietnam Savaşı sırasında, 10 senede Amerika’da cinayet oranları yüzde 110 oranında arttı. Çünkü devlet kendi başka uluslarla, gruplarla olan çatışmasını şiddet kullanarak çözdüğü için, vatandaş da model olarak onu alıyor. Komşusuyla, karısıyla bir problemi olursa, o da şiddet kullanarak çözmeye çalışıyor, rol model olarak benimsiyor. Şiddet, meşrulaştırılmış oluyor. Savaş demek, zor kullanarak istediğini yaptırmak demek.

Travmatize olan toplumlarda, mistik, büyüsel, doğaüstü güçlere, dine eğilimde ciddi bir artış da ortaya çıkar. Bu dünyada kaotik problemler çözülemez gibi göründüğü için, problemleri en kolay yoldan çözme eğilimi ortaya çıkar. İnsan rasyonel olarak başa çıkamazken, kolay yoldan emek, disiplin, program olmadan çözme eğilimi ortaya çıkar.

Son olarak, travma kutuplaşmayı çok artırır. Çünkü insanlar kendilerini tehdit altında hissedip 'başka' olan insanları da tehdit olarak görmeye başladıkları zaman, onlara karşı daha dışlayıcı, daha etiketleyici, daha yargılayıcı tutumlar benimsiyor. Ve bu, toplumlar için oldukça tehlikeli oluyor. Ülkenin durumu da aşağı yukarı böyle işte.

'FARKLI OLANI DIŞLAMAK TERÖRE YARAR'

Toplumsal kutuplaşmayı nasıl azaltabiliriz?

Sizin gibi yaşayan, sizin gibi düşünen, sizin gibi olan insanların hakkını savunmanız, onların yanında yer almanız hiçbir işe yaramaz. Marifet, sizden farklı olanın yanında yer almak, onu anlamaya çalışmaktır. İnsanlar ellerinden geldiği kadar buna gayret etmeli. Türkiye –siyasi liderler ve hükümet dahil – şunun farkında değil: Diyelim ki uluslararası güçler terör yoluyla Türkiye’yi bölmek istiyor, yapacakları en önemli şey, toplumsal yarılmayı artırmak. Siyasi liderler de bunu giderecek bir şey yapmıyor. Her ağzını açan karşı tarafa söylendiği zaman terörün ekmeğine yağ sürüyor.

Dolayısıyla başkasını suçlayan, hain ilan eden, kendisinden farklı düşünen ve yaşayanlara her kötü sözü söyleyen insan, aslında ülkenin daha da kutuplaşmasına, bölünmesine, ayrışmasına ve demokrasi kültürünün ortadan kalkmasına yol açar. Daha çok laf saydırmak insanların yüreklerini soğutuyor olabilir ama ülkenin geleceği açısından çok hayırlı bir iş değil.