Eugene Rogan: Homojen toplum arayışı soykırım getirir!

Oxford'un Çağdaş Ortadoğu Çalışmaları Bölümü Başkanı Eugene Rogan ile Ortadoğu'nun halini konuştuk. Sorunu "acı verici" olarak niteleyen Rogan, şöyle diyor: "Bana göre 2003’deki Irak işgali ve 2011’deki devrimler Ortadoğu’da uzun süredir var olan siyasal düzeni altüst etti..."

Google Haberlere Abone ol

Eugene Rogan, Oxford Üniversitesi’nde Çağdaş Ortadoğu Çalışmaları Bölümü Başkanı ve tutkulu bir tarihçi. 2009 yılında basılan ve kısa sürede modern Arap tarihinin referans kitaplarından biri haline gelen ‘Araplar’dan sonra 2015 yılında Birinci Dünya Savaşı’nı Doğu’nun perspektifinden anlattığı ‘Osmanlı’nın Düşüşü’nü yayınladı. Tarihçi kimliğinin yanında bu savaşla kişisel bir bağı da var; İskoçya’da doğan büyük amcası Çanakkale’de savaşırken hayatını kaybetmiş.  2005’de Çanakkale’ye yaptıkları bir aile ziyaretinde Batının savaşın Türk ve Arap cepheleriyle ilgili ne kadar az bilgi sahibi olduğunu fark etmiş. Kitap için buradan yola çıkmış.

Türkiye Ortadoğu’da hem siyasi, hem askeri manada yoğun mesaisi devam ediyor. Bu süreçte bölgenin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çizilen sınırları ve bu sınırları çizen anlaşmalar siyasetçiler tarafından sürekli referans gösterilirken, Türkiye’nin komşularının sınırlarına yönelik müdahaleci söylemleri Batı’da merak ve kuşku uyandırıyor.

Rogan ile geniş bir perspektiften dünyanın ahvaline değindikten sonra Ortadoğu’daki son gelişmeleri, bölgedeki mezhepçilik sorunun tarihini, bu sene 100. yıl kutlamalarıyla çok tartışılan I. Dünya Savaşı’nda Osmanlıların Kut’ül-Amara zaferini ve meşhur Sykes-Picot ile Lozan anlaşmalarını konuştuk. Yeni seneye girerken verdiği en net mesaj şu; Ortadoğu’da hoşgörü ve birlikte yaşamaya bir alternatif yok. Alternatif çok karanlık.

'ULUSLARARASI İRADE YOK'

İlk sorum biraz kişisel: Trump dönemine girmek üzere olan Amerika’nın vatandaşısınız, Avrupa Birliği’nden ayrılmaya karar veren İngiltere’de hocalık yapıyorsunuz ve daha da çok savaş ve kaosa sürüklenen Ortadoğu’nun tarihçisisiniz. Sizden bu zamanların bir değerlendirmesini istiyorum. Bu dönemi tarih sizce nasıl yazacak?

Açıkça görülüyor ki Ortadoğu’nun daha önce hiç görmediğimiz derecede ciddi sorunlarını aşmak için en çok uluslararası dostlarına, uluslararası topluma ihtiyacı olduğu bir dönemde ortada hiç kimse yok. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, dünyadaki her ülke hem kendi kurumlarını sorguluyor, hem de bu sorgulama hepsini daha içe dönük bir pozisyona itiyor. Hiç kimse uluslararası alanda ilişki kurmuyor.

Bu sebeple sorun acı veren bir soru. Çünkü benim en çok önemsediğim bölgelerin hepsi kendi siyasi kurumlarını ciddi şekilde yıpratıyorlar ya da yanlarında yardım edecek hiçbir dostları olmadan varoluşsal krizler yaşıyorlar. Ailenizi boğulurken izlemek ve onlara bir kurtarma ipi bile atamamak gibi bir şey bu.

Ve sonunu görmüyorum. Sadece gittikçe biriken problemler ve onları çözmek için hiçbir uluslararası iradenin olmadığı bir durum görüyorum. Bu nedenle de tarihin bu döneme geri baktığında gelecekteki problemlerin temellerinin atıldığı bir dönem olarak göreceğini düşünüyorum. Geçmiş sorunları çözdüğümüzü de görmüyorum, tam tersine bence yeni sorunların temelini yaratıyoruz.

irak11 ABD'nin Irak işgalinde Saddam Hüseyin'in heykeli yıkılırken...

IRAK İŞGALİ İLE 2011 ARASI

Özellikle tarihi döngüler açısından Ortadoğu’ya bakarsak, şu anda neredeyiz? Arap Baharı, bugünkü çatışmaların mezhepsel boyutu, artan Rus nufüzu, azalan Amerikan etkisi, Çin’in ekonomik atılımları... Eğer tekrar bir ‘Araplar’ kitabı yazacak olsaydınız, şu anda yaşadığımız yeni bir bölüm mü olurdu?

Bana göre yeni bölüm 2003’deki Irak işgali ve 2011’deki devrimler arasında başladı. Bu iki olay Ortadoğu’da uzun süredir var olan siyasal düzeni altüst etti. Bu düzen kötü bir düzendi; vatandaşların ihtiyacına hizmet etmekte sınıfta kalmıştı. Fakat bu düzen yıkılınca bir dizi güç boşluğu ortaya çıktı. Ve liberal anayasacılığın değerlerini savunan demokrat aktörler yerine silahlı adamlar geldi. Boşluklar gücü kötüye kullanan aktörler tarafından dolduruldu ve bu bölgeye çatışmaları çözümleme yolları yerine daha da çok çatışma getirdi.

Bugün Ortadoğu’da despotik düzenlerde ya da çatışmalar içinde yaşamak zorunda kalan insanlara nasıl bir vizyona doğru gidebileceklerini gösteren bir model yok. İnsanları şu anki mutsuzluklarından çıkmak için, kendileri ve çocukları için daha iyi bir hayat kurmak için yol gösterecek bir rehber yok.

BARIŞ VE İSTİKRAR İÇİN TEMELLER

Bölgenin içinde yok, peki dışında böyle bir model var mı? Avrupa hâlâ bir model mi? Türkiye, Avrupa tarafından ahlaki açıdan ihanete uğradığını düşünüyor.

Avrupa’daki yönetimlerin hala birçok bakımdan iyi bir model olduklarını düşünüyorum. Avrupa’daki hükümetlerin siyasal partilerin seçmenlere inandırıcı gelen liderler çıkaramamaları sebebiyle şu anda ciddi zorluklarla karşı karşıya oldukları bir gerçek. Fakat hukukun üstünlüğünün korunması, hayat kalitesi gibi meseleler açısından hala devlet yönetiminin Avrupa’da uygulandığı şeklinde tavsiye olarak alınabilecek birçok şey var.

Ama durum şu ki, mesela İtalya ve Yemen arasındakine benzer bir boşluğu kapatmak mümkün değil. Libya gibi bir ülkede devlet kurumlarının olmayışı bir gün Almanya gibi bir ülke olmasını hayal etmeyi imkansız kılıyor. Önünde bir rol model olabilir ama o modele ulaşmak için önünüzde bir yol göremiyorsanız o zaman bunun bir faydası yok. Bence bölgedeki ülkeler ve uluslararası toplumun beklentileri neyin erişilebilir olduğu üzerinden şekillenmeli. Şu anda yapılması gereken barış ve istikrarı sağlayabilecek temellerin atılması ve bu temeller üzerine siyaset kurumları ile ilgili konuşmaya başlamak.

DİN SİYASETE GİRİNCE…

Ortadoğu’da bugün yaşanan çatışmaları hep mezhepsel özellikleriyle tanımlıyoruz ve çatışmaları böyle tanımlamayı neredeyse içselleştirdik. Mezhep savaşları, İran-Suudi soğuk savaşı, Şiileri savunan İran, Sünnileri savunan Körfez-Suudi-Türkiye ittifakı. Ve bu her zaman böyle olmuş ve böyle olacak gibi düşünüyor, mezhepçilik bu bölgenin varoluşsal bir sorunuymuş gibi algılıyoruz. Bu doğru mu?

Hayır, bu aslında çok yeni! Mezhepçilik dinin siyasete girişinin yansımasıdır. 20. yüzyılın ikinci yarısını hatırlayacak kadar uzun yaşamış olanlarımızın hatırlayacağı gibi seküler milliyetçi siyasetin hakim olduğu o dönemde insanlar hiç düşünmeden farklı dinlerden insanlarla evleniyorlardı. Sünni ve Şiiler birbirlerinin inançlarındaki teolojik farklılıkları bile bilmezlerdi.

Eğer bizi bu çarpışma noktasına taşıyan dönüm noktalarını saymak gerekirse, her şey 1979’daki İran devrimiyle başlıyor. Devrimle birlikte, her zaman Kuran’ı anayasası olarak kabul eden Suudi Arabistan dışında bölgede ilk defa İslam ve siyaseti buluşturan bir model oluştu. Suudi Arabistan bir teokrasi olarak yine de dünyada izole kabul edilen bir modeldi. İran devrimi değişimi harekete geçiren olay oldu.

İran, İslam’ı başarısız seküler milliyetçi siyasete alternatif olarak görenler için bir model oluşturdu. Aynı zamanda bir anda İran ve Suudi Arabistan arasında bir karşıtlık yarattı. 1979’da Suudi Arabistan’ın doğu eyaletlerinde Şii ayaklanmaları görüldü ve tamamen tesadüfi şekilde aynı yıl Mekke’de Kabe Baskını (1) yaşandı. Suudiler işgal altında hissetmeye başladı ve bu hissiyat 2003’de iyice körüklendi.

humeyni1 İran devriminin lideri Humeyni iktidarı aldıktan sonra Tahran'a inişi sırasında...

2003’e kadar İran, İran-Irak savaşı ve Amerika’nın çifte kuşatma (dual containment) politikalarıyla kontrol altında tutulmuş, devrim modelini Suudileri ya da Körfez ülkelerini tehdit edecek şekilde ihraca pek fırsat bulamamıştı. Amerika’nın Saddam Hüseyin’i deviren Irak müdahalesi çoğunluğun hakimiyetine yol açtı ve Irak’ın nüfus yapısında bu Şiiler demekti. Bu, Irak’ı tarih boyunca her zaman görüldüğü şekliyle Sünni bir Arap devletten İran’ın müttefiki olan bir Şii devlete dönüştürdü.

Bir anda Suudiler ve Arap dünyasındaki Sünni müttefikleri ‘Şii Hilali’ olarak tanımlamaya başladıkları tehdidi algılamaya başladılar; İran, Irak, Aleviler tarafından yönetilen Suriye devleti ve Güney Lübnan’da Hizbullah’ın oluşturduğu bir hilal. Ortadoğu ve Arap dünyasındaki hakimiyetlerinin tehdit edildiğini hissetmeye başladılar.

2011’de ise 1950-60’larda askeri darbelerle yönetime gelmiş seküler milliyetçi rejimler devrildi. Onlardan ortaya çıkan boşluğu Müslüman Kardeşler’den etkilenmiş ya da direkt onların bir kolu olarak kurulmuş gruplar doldurdu. Böylece üçüncü bir model ortaya çıktı; Suudi Arabistan’da Vahabiler, İran’da 79 devriminden sonra oluşan Velayet-i Fakih ve 2011’den sonra Müslüman Kardeşler.

Bölge bu dönemden beri kendini paramparça etmekle meşgul. Çünkü ortada birbiriyle uyuşmayan üç İslam ve siyaset modeli var. Dini siyasetten çıkarırsanız bölgeyi paramparça etmekte olan mezhepçilik sorununu çözersiniz. Fakat bunu başarmak gittikçe daha zor görünüyor, özellikle de Türkiye’de.

'SOYKIRIM OLMADAN OLMAZ!'

Bölgede etnik ve dini açıdan homojen bölgeler oluşturuluyor. Irak’tan zaten üçe bölünmüş bir ülke olarak bahsediyoruz, Suriye’yi de Kürtler, Sünniler ve Aleviler arasında bölünmesi kaçınılmaz bir ülke olarak algılatma gayreti var adeta. Bu iki ülkenin Birinci Dünya Savaşı öncesini de çalışan bir tarihçi olarak bölgede kurgulanmaya çalışılan yeni demografik gerçeklik için ne söylersiniz?

Sadece şunu; bu muazzam büyük ölçüde bir etnik temizlik/arındırma ya da soykırım yapılmadan başarılamaz. Bu yüzden Washington’daki politika yapıcıların ‘Sünnistan’, ‘Şiistan’, ‘yeni Ortadoğu’ gibi haritalar çizdiklerini gördüğümde bunu Batı başkentlerindeki Sykes-Picot dürtüsü olarak yorumluyorum. Bu bölgedeki ‘fevri oryantallerin’ etrafındaki sınırları çizmeyi onlardan daha iyi bildiğini sanan bir dürtüdür. Fakat bu fevri oryantallerin desteği olmayan bir şekilde sınırlar çizmeye kalktığınızda yaptığınız tek şey yeni savaşların cephe hatlarını hazırlamaktır.

Ortadoğu’da hoşgörüden başka hiçbir alternatif yok çünkü Ortadoğu çok çeşitlilik barındıran bir yer. Homojen olduğunu iddia edebilecek tek bir ülke bile yok. İnsanlar bu Sünni-Şii, Arap-Kürt, Türk-Alevi, Alevi-Sünni, Mısır’da Kıpti-Sünni Müslüman gibi farklılıklarla yaşamayı öğrenmezler ve vatandaşlık hakları yaratmazlarsa gelecekteki etnik temizlik ve soykırımlar yaratılacak. Ve bu zaten bölgede var olan travmaları çok daha derin boyutlara taşıyacak.

Bu sebeple bence bölgenin dışında olan hepimizin analizlerimizde bu kaçınılmaz olarak gösterilmeye çalışılan saflık/arılık iddias ındaki tutumlardan uzak durmamız gerekiyor; çünkü bu imkansız. Bunların gerçekleşmesi hiç birimizin bölgede görmek istemeyeceği bir seviyede şiddet uygulanmadan mümkün değil.

Bu şiddetin yaşanması sizce olası mı?

Suriye’de bu şiddeti bir ölçüde görüyorsunuz.

BARIŞ ÖZENLE KURULMALI

Ve bir kısmı yukarıda saydığınız topluluklar arasında gerçekleşiyor.

Tam olarak hangi toplulukların Suriye’de savaştığını doğrulamak çok zor. Bir Suriye var ki azınlık grupları olan Alevi ve Hıristiyanlar El Kaide, İŞİD gibi grupların temsil ettiği aşırılıkçı bir Sünni hakimiyetine girme korkusuyla ortaklığa giriyorlar. Fakat benim herhangi bir Hıristiyan milis kuvvetinin varlığından haberim yok; kimin kiminle savaştığı anlamında görüntünün neye benzediğini söylemek zor.

Fakat şunu biliyorum; 300,000 insan hayatının kaybedildiği Suriye’de hâlâ yüzde 80 Sünni, yüzde 20 farklı grupların olduğu, yüzde 80’i oluşturan Sünnilerin tamamen sekülerden tamamen İslamcıya kadar çok çeşitli siyasi fraksiyon ve görüşlere ayrıldığı bir ülkeden bahsediyoruz. Bu sebeple Sünniler arasında bile yüksek seviyede hoşgörü olmadığı sürece konsensüs sağlanabileceğini söylemek zor.

Suriye’de barışın tesisini dikkatle yapmazsanız, yaratacağınız koşullar soykırıma kadar gidebilecek yeni çatışmaların yolunu açar. Ya da çatışma ortamı belli toplulukları bir daha asla ülkelerine geriye dönmeyecek mülteciler olarak Suriye’nin sınırları dışına sürükler. Hiç kimsenin bunu itidalle karşılayabileceğini sanmıyorum. Bu açık ve mevcut bir tehlike olarak sürekli bilincinde olduğumuz ve gerçekleşmesini önlemeye çalıştığımız bir şey olmalı.

gelibolu1 Gelibolu'da Avustralyalı askerler...

Ortadoğu’da homojen bir ülkenin var olması olanaksızdır. Böyle bir ülke yok ve ‘sakıncalı’ azınlıkları imha etmeden de var edilemez.

'BÜYÜK AMCAM GELİBOLU’DA ÖLDÜ'

Biraz şu anda Türkçe’ye çevrilmekte olan son kitabınız ‘Fall of the Ottomans’ (Osmanlı’nın Düşüşü)’den bahsetmek istiyorum. Kitapta amacınızın “Osmanlı cephesini hem Birinci Dünya Savaşı, hem de çağdaş Ortadoğu tarihinde hak ettiği yere yerleştirmek” olduğunu yazıyorsunuz. Bu niye önemli? Biz doğal olarak Türkiye’de savaşa Osmanlı cephesinden bakıyoruz, peki Avrupa Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı cephesini nasıl görüyor?

Avrupa Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’nda bir cephe olarak bile görmüyor. Kolektif bellekte Osmanlı cephesinde yaşanan bazı olaylara dair geniş bilgiye sahipler; Gelibolu’nun İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelandalıların belleğinde kesinlikle çok özel bir yeri var. Çünkü İngiltere’de birçok kişi, ben de dahil olmak üzere, orada aile fertlerini kaybetti. Büyük amcam İskoç'tu ve Gelibolu’da öldü. Onun 1915’deki ölümünden beri bu ailemin hikayesinin bir parçası.

Arabistanlı Lawrence gibi başka olaylardan de aynı şekilde bahsedebiliriz; Lawrence bir endüstri haline geldi. Arap İsyanı da özel bir hayranlık uyandırır. Fakat bu bölümlerin dışında Osmanlı İmpatorluğu’nun mesela Flanders cephesi benzeri bir cephe olduğuna dair anlayış çok eksik. Binlerce İngiliz ve İngiliz Milletler Topluluğu askeri Osmanlı cephesinde öldü. Bu sebeple stratejik olarak savaşın çok önemli bir parçasıydı. Bu sebeple İngiliz ve Fransızların Batı cephelerine yönelik saplantılarını savaşın yürütüldüğü her cephenin hikayesiyle dengelemenin çok önemli olduğunu düşündüm. Bu bir kısmıydı.

Bu savaş aynı zamanda modern Ortadoğu’nun ortaya çıkışı için çok büyük önem taşıyor. Birinci Dünya Savaşı’na Kuzey Afrika, Arap dünyası, Türkiye, İran üzerinden bakarsan bölgedeki çok az ülke savaştan doğrudan etkilenmedi; Kuzey Afrika savaşa asker gönderdi, Yemen, Hicaz, Mısır, Libya, Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan, İran, Türkiye, Irak gibi bölgenin her yerinde savaş meydanları vardı. İkinci Dünya Savaşı’nda hiç olmadığı ölçüde Birinci Dünya Savaşı’nda Ortadoğu’nun tamamı savaşın içindeydi. Bu gerçekten Ortadoğu’yu tanımlamış olan savaş – Ortadoğu bu savaştan doğdu. Bunu anlatmak istedim.

Bir mülakatta Türkiye ve Arap dünyasının savaşın anma etkinliklerinde yeterince yer almadığını, kendi hikayelerini anlatarak tarihte hak ettikleri yeri talep etmediklerini söylüyorsunuz. Bunu biraz daha açıklayabilir misiniz?

Türkiye’deki anmalarla diğer yerler arasındaki farkı çizmeliyim. Türkiye’deki etkinlikler coşkulu ve geniş kapsamlı. Arap dünyasındaki durum ise bir tür ihmal ya da bellek kaybı olarak nitelenebilir. Bunun Arap dünyasının Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılma koşullarıyla çok ilgisi var; gücenerek, pişmanlıkla ve tarihe kızgınlıkla bakarak. Dört yüzyıllık Osmanlı hakimiyetinden çıkmış, askeri ve ekonomik anlamda çok ağır bir savaş tecrübesi geçirmiş, bölgesinde birçok savaş alanı ve harap edilmiş şehirler yaratılmış olan Arap dünyası Osmanlı’yı onları istemedikleri ve kendi çıkarlarına olmayan bir savaşa sürüklemekle sorumlu tutuyordu.

Ve Osmanlı ordusunda görev yapan ve savaşan genç Araplar vatansever olarak görülmüyorlardı çünkü yaptıkları fedakarlık Osmanlı İmparatorluğu içindi. 1918’den, Sevr Anlaşması’ndan sonra Osmanlı gerçekliği yok olmuştu. Yani Osmanlı için savaşmış, yaralanmış, hayatını kaybetmiş genç Suriye ve Lübnanlıların fedakarlıkları Suriye ve Lübnan tarihinin parçası olarak hatırlanmadı. Başka birinin beyhude ve aceleci savaşı içinmiş gibi görüldü.

‘ARAPLAR BİZİ ARKADAN HANÇERLEDİ’ SÖZÜNE İNANAMIYORUM!

Böyle hatırlanıyorlar ve bence bu büyük bir talihsizlik. Çünkü savaşta Arap askerlerin kahramanlıkla, cesaretle işgalci yabancı devletlere karşı savaştıklarına dair birçok hikaye var. Türklerle ortaklıkla bunu yaptılar; bir ortak Osmanlı savunma projesi gibi. Bu sebeple isimlerini ve katkılarını hatırlatacak anıtlar olmalı; hem kendi Arap vatanları için yaptıkları fedakarlıkları tanımak, hem de çok uzun süredir Türkiye’nin Arap dünyasına özellikle Arap İsyanlarının hatırasıyla duyduğu küskünlüğü gidermek için. Bu “Araplar bizi ihanet etti” algısından bahsediyorum.

Türkiye’de hâlâ insanların bana bu kadar çok, “Araplar bize ihanet etti, bizi sırtımızdan hançerledi” demesine inanamıyorum. Yüz sene geçti ve hala bunu hatırlıyorsunuz! Aynı zamanda hala Kemalistlere ait bir ‘güvenilmez Arap askeri’ algısı, buna efsane diyeceğim, var. Ve bu doğru değil. Gelibolu’da, Gelibolu’yu savunan ve savaşan Arap birlikleri vardı. Tabii ki bazıları diğerlerinden daha iyi savaşmış olabilir veya Anadolulu Mehmetçikler Mustafa Kemal gibi bir Türk  komutan için daha sadık askerler olmuş olabilirler. Ama Arap dünyasını Birinci Dünya Savaşı’nda hak ettiği yere yerleştirme çabalarının parçası olarak bence Türk silah arkadaşlarıyla savaşmış ve can vermiş Arap askerine yönelik bu iftiracı tutumla da mücadele etmeliyiz. Beyrut ve Şam’da bu askerler için anıtlar olmalı.

Biliyor musun ki Arap İsyanına (2) çok az Arap katıldı? Aslında çok küçük, çeperde kalmış bir hareketti. On binlerce, hatta yüz binlerce Arap Osmanlı ordusunda görev yaptı. Bence savaşın ve savaşa Arapların katkısının Türkiye’de bu şekilde hatırlanması açık bir haksızlık...

YARIN: KUT’ÜL AMARE, SYKES-PİCOT, SEVR, LOZAN… “CUMHURBAŞKANININ YERİNDE OLSAYDIM…”

1 – Kabe Baskını: Kâbe'de 20 Kasım 1979 tarihinde başlayan ve 4 Aralık 1979 tarihine kadar devam eden silahlı çatışma. 1955-1973 seneleri arasında Suudi Arabistan Ulusal Muhafızları'nda görev yapmış Cuheyman el-Uteybi baskını gerçekleştiren grubun başındaydı. Baskıncılar Mescid-i Haram'da bulunan cemaati propaganda yapmak için rehin almış; yönetimden, Suud hanedanının tekfir edilerek yabancı firmalarla iş yapanlarla birlikte yargılanmasını, dini esaslara dayalı devlet anlayışının tesisini, petrol üretiminin azaltılmasını, ülkedeki yabancı üslerin kapatılıp askerlerin çekilmesini, kültürel yozlaşmayı engellemek için batılı ülkelerle ilişkilerin kesilmesini istenmiş ve Uteybi'nin kayınbiraderi Muhammed bin Abdullah el-Kahtani'yi mehdi ilan etmiştir. İki hafta süren baskın, askeri operasyonla sona erdirilmiş ve Cuheyman el-Uteybi dahil yakalanan üyeler Suudi Arabistan kanunlarına göre kolları kesilip idam edilmiştir.

2 – Arap İsyanı: I. Dünya Savaşı sırasında Yemen'de Aden, Suriye'de Halep'i kapsayan bağımsız ve birleşik Arap devleti yaratma amacıyla Şerif Hüseyin bin Ali tarafından Osmanlı'ya karşı başlatıldı. Şerif, Osmanlı Hükümeti'nin 'Müslümanlığın kutsal değerlerini çiğnediğini' ve 'Arapların haklarının çiğnendiğini' savunuyordu.