Yurtdışına giden imzacı akademisyen: Razı olamazdım!

İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi iken, işten çıkartılan ve Berlin’e taşınmak zorunda kalan Yrd. Doç. Dr. Halil İbrahim Yenigün, attığı imza sonrasında yaşadıklarını anlattı.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 'Barış için akademisyenler' bildirisi ya da "Bu suça ortak olmayacağız" başlıklı bir bildiri… Bu bildiriye imza atan yerli ve yabancı bin 128 akademisyenden bazıları önce açığa alınmış, sonra görevlerinden ihraç edilmiş, gelen tepkiler yüzünden de yurtdışına taşınmak zorunda kalmışlardı. Şu anda Berlin’deki ‘Forum Transregionale Studien’de Siyaset Teorisi konusunda post doktora araştırmacısı olan Halil İbrahim Yenigün ile konuştuk.

İşleri zor, benden söylemesiİşleri zor, benden söylemesi

Barış metni nasıl ortaya çıktı?

Yaptıkları çalışmalar ve mesai verdikleri okumalar ile Türkiye’de Kürt sorununun kaynakları, gelişimi ve çözüm ihtimalleri üzerine ortak bir bilince ve duyarlığa varmış kişiler olarak bir grup akademisyenin ülkede 7 Haziran seçimleri akabinde resmen devrilen masalardan sonraki kanlı sürece karşı sorumluluk alma temayülü olağan toplumlarda olağandır. Bu metnin ortaya çıkışı bu olağanlıkla okunmalıdır. Metinden bugüne yaşanan onca şeyden sonra kendi aramızda konuşurken bir kısmımızın hâlâ yüksek sesle dile getirme ihtiyacı duyduğu vakıa şu: Yaşadığımız hiçbir şey bizim ilk çağrımızın üstünü örtmemeli, bizi siyasî iktidar tarafından kendi derdine düşmüş kişiler hâline getirmemeli, veya böyle tasvir ettirmemeli.

Bu sonuçları bekliyor muydunuz?

Arkadaşlarımızın hapis ve sürgün tecrübeleri dahil yaşadığımız hiçbir şeyin bizi kurbanlaştıran yahut romantize eden bir retorik aracı haline gelmesini istemiyoruz. Barış talebinin sesini yükseltmek istedik, imza attığımız onlarca metin duvara konuşur gibi algılanırken bu imza kampanyası cumhurbaşkanının “teveccühü” ve Türkiye akademisinde uzunca bir zamandır düğmeye basılmak için fırsat kollandığı izlenimi verilen toplu bir kıyım operasyonu için fırsat bilindi. Dolayısıyla Türkiye’deki iktidar temerküzünün yeni bir evresine tekabül etti. Ama biz kendi derdimize düşmedik.

'ERDOĞAN KURBANLARI DEĞİLİZ'

'Mağdur edebiyatı' yapmıyorsunuz yani…

Elbette ki bildirideki mesajın bizim başımıza gelenlerle gölgelenmemesi konusunda ısrarcı olanımız çok. Ayrıca bizim siyasal öznelliğimiz yine çok vurgulamaya çalıştığımız bir tarafı. Bizi özellikle darbe teşebbüsü sonrası hiçbir eyleme bulaşmamış ve kendi halinde akademisyenlik yaptığı hâlde ihbarlarla ve iftiralarla mağdur edilmiş insanlarla bir çuvala doldurup “Erdoğan kurbanları” şeklinde tasvir etmek mesajımızın kaybolması anlamına geliyor. Biz başımıza ne gelebileceğini bile bile, bunu göze alarak aktif bir tavır almak istedik. Pişmanlık metinleri imzalatmaya çalışmaları, geri almamız için baskılar yapmaları zaten bizi kesinlikle tanımadıkları ve anlayamayacakları anlamına geliyor. Herhangi bir politizasyonu olmadığı halde kurban seçilmiş insanlar değiliz. Rosa Parks’ın bile isteye ön koltuğa oturması gibi aktif bir tavırdı bizimki. (Rosa Parks ABD’de otobüste beyazlara ayrılan koltuklara oturduğu için tutuklanan ve siyahlara uygulanan ayrımcılığa karşı hareketin başlangıcını yapan kişi)

Kendinizi bu anlamda bir 'direnişçi' gibi mi görüyorsunuz?

Türkiye’de demokrasi açısından bildiri konusu öncelikle elbette ifade özgürlüğü ve akademik özgürlük bağlamında ele alınmalıydı. Bu usul noktası. Ama öze ilişkin tarafı bizim ne dediğimize, ne istediğimize ilişkin meramımızın konuşulması. Benim kendi adıma razı olmadığım bir durum var, desteklediğim bir barış sürecinin çökmesi ve akabinde birçok şehrin savaş alanına dönerek birçok savunmasız sivilin hayatını kaybetmesi. Ülkenin batısında yaşayan bir Türk olarak çözüm sürecinin Türk tarafına (aslında her ne kadar Türkiye devleti desek de bu devlet hâlâ etnik Türk’ün birinci sınıf vatandaşlık imtiyazlarının devletin her bir kurumuna damgasını vurduğu bir devlet olmak itibariyle Türk tarafını ve çıkarlarını temsil etme iddiasındadır) kendi adıma yaptıklarından razı değilim dedim, demekteyim ve diyeceğim.

Süreçten bahsedelim biraz, imzayı attınız, isimleriniz bakanlığa gitti, sonra nasıl bir domino etkisi oldu? Üniversite yönetimi size nasıl davrandı? İşten atılma sebebi olarak ne söyledi? Nasıl bir tepki verdiniz? Şaşkın mıydınız?

İlk gün Erdoğan’ın bize sözlü saldırıda ve hakarette bulunduğu konuşmanın hemen sonrasında, -sanırım bir saat bile geçmemişti-, tek imzacı olarak genel sekreterlik beni çağırdı; neden imza attığımı “anlamaya” çalıştılar. Bu bildiri üzerine komplo teorilerini paylaştılar, birkaç gün içinde, 15 Ocak’ta açığa alındım; 22 Şubat’ta da, yani 38 gün sonra ise işten çıkarıldım. Aslında açığa alınmamın hemen öncesinde mütevelli heyeti başkanı ismimi zikrederek medyada beni hedef almıştı. İşten çıkarılmamın hemen öncesinde de Star gazetesinde Cem Küçük'ün beni hedef alan ve bana “PKK'lı akademisyen” diyerek iftira eden iki yazı yazmasının hemen ertesi günü işten çıkarıldım. Esas tetikleyici bu oldu diyebilirim.

Siz nasıl bir tepki verdiniz?

Okul Cem Küçük’ün beni hedef almasının anlamını biliyor gibiydi; bana Genel Sekreter açığa alınmam sonrası beyanlarımda hiçbir hakaret olmadığını teyit etmesine rağmen çıkarılma tebliğimde basın ve medyada asılsız iddialar ve hakaretler ifade ettiğim benzeri bir suçlama yer aldı ve buna elbette ki çok sinirlendim. Üniversitelerin -özellikle vakıf üniversitelerinin- üzerlerindeki ağır siyasi baskı ortamında kendilerinden verecekleri kimi tavizleri meşrulaştırmasam da bir noktaya kadar anlarım. Hayır diyebilenlerin ne kadar az olduğunu bildiğimiz bir dünyada yaşadığımızın farkındayız. Ama yürütmeye çalıştıkları soruşturmada bir mesafe alamadıkları halde bir tetikçi köşe yazarının nerelerden alındığını benden daha iyi bildikleri izlenimi veren emri üzerine hadisenin suçunu bana yıkan ve “haklı fesih” iddiasındaki bir tebligat ile işten çıkarılmam tabii ki öfkelendirdi.

halil45

'28 ŞUBAT'TA BAŞÖRTÜSÜ YASAĞINA KARŞI DA EYLEMLERE DE BENİ NELERİN BEKLEYEBİLECEĞİNİ BİLEREK KATILMIŞTIM'

Bu yüzden ailenizle ayrılmak zorunda kaldınız. Şimdi neler yapıyorsunuz?

Şu an bir süreliğine Paris’te, ama aslında bir yıllık bir post doktora için Berlin’deyim. Ailemle ve nice sevdiklerimle aramıza sınırlar girdi, evet. Ama “Allah’ın rızkı da arzı da geniştir” düşüncesiyle, haysiyetimizle nerede yaşayabiliyorsak orada yaşamaktan başka çıkar yol görünmüyor zaten. Bu konuda annem bana büyük örnek olmuştur hayatım boyunca. Eşi öldürülmüş bir başörtülü öğretmen olarak iki küçük çocuğuyla onca disiplin soruşturmasına rağmen annemin tevekkülle mücadelesi içimde çok derin bir yer etmiştir, ben bu örnekle büyüdüm diyebilirim. Boğaziçi’nde öğrenciyken de, Fatih Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştığım 2000-2001 yıllarında da başörtüsü yasağına karşı yine bu tür endişelerden uzak bir biçimde üniversiteyle sürtüşmüş, kendi özgür giyinme haklarını savunan genç kadınların mücadelesinin parçası olmak istemiştim. Zaten üniversite beni ilk görüşmeye çağırdığında aynı rahatlıkla gitmiş ve bunları söylemiştim, “Endişe etmeyin ben rahatım; o gün 28 Şubat sürecinde beni nelerin bekleyebileceğini bilerek eyleme katılmıştım, bugün de aynı bilinçle ve gönül huzuruyla doluyum” anlamında ifadeler sarf etmiştim.

Medya neden size bu kadar ilgi gösterdi? Babanızla bir ilgisi var mı? (Halil İbrahim Yenigün, MTTB’nin İslamcı çizgiye evrilmesi noktasında oynadığı rolle, bugünkü İslami hareketin gelişiminde önemli katkısı bulunan Sedat Yenigün’ün oğlu.)

Aslında ben imzacılar arasında ön plana çıkacak bir kişi değilim. Bu inisiyatife 2012’deki ölüm oruçları sürecinden beri emek veren, akademisyenler olarak sosyal sorumluluk almış binlerce arkadaşım arasında önce çıkmam da bu muazzam emeğe haksızlık olur. Benim üniversitemde tek imzacı olmam, imzacıların önemli bir kısmından farklı bir sosyolojik ve felsefî kökenden gelmem, Erdoğan’ın ‘Sedat abi’ dediği ve gençliğinde pek çok dindar genç gibi yardımını gördüğü bir kişinin oğlu olmam itibariyle medya ilgisi bir şekilde daha çok oldu. Erdoğan’ın imzacılara, dolayısıyla bana da dönük hakaretlerini, babamın hatırasına dönük bir saygısızlık olarak da addettiğim doğrudur.

'İSMİM VE RESMİM GÜVENLİK KULÜBESİNE ‘ARANIYOR’ GİBİ ASILDI'

Bu imza süreci nasıl yürütüldü sizce? İmza atmayan meslektaşlarınızın size tepkisi nasıldı?

Bunu da çok söylemişimdir, imza toplama süreci çok iyi yürütülmedi, aslında imza atmışların en az birkaç katı, belki 4-5 bin akademisyen daha iyi bir organizasyonla ilk seferde imzasını verebilirdi. Ben bile tesadüfen gördüm, barış akademisyenlerinin arasında ne çok arkadaşım olduğunu sonradan fark etmiş olsam da. Üniversitede daha önce tanışmadığım ama imza sonrası bana destek için gelen nice iş arkadaşlarım oldu. “Acaba civarında görünürsek bizi de yakar mı?” dercesine benden gözünü kaçıranlar da oldu elbette ama destek için gelenler çok önemliydi.

İsmimin ve resmimin güvenlik kulübesine “aranıyor” gibi asılması iç burkucu bir kesit olarak kaldı ama beni asıl rahatsız eden bu olmadı. Beni en çok üzen resmi veya gayrıresmi danışmanlık yaptığım kulüplerdeki öğrencilerin parti teşkilatının desteğiyle diğer kulüplere ve öğrencilere baskıyla aleyhime bildiriler imzalatması oldu. “İnşallah bir gün gelir yaptıklarını anlarlar” demekten başka elimden ve gönlümden bir şey gelmiyor.

Biraz da bu sürecin sonuçlarından bahsedersek…

Benim için bu sürecin iki çok güzel sonucu oldu: birincisi yıllardır imza atarız ama hep duvara konuşuyoruz hissi verir; bir fark yarattığımız hissi olamazdı. İmzalarımız ve beyanlarımızın kendi vicdanımızı rahatlatmaktan öte bir yerlere vardığı olmazdı. İlk defa sözümüzle mesajımızı gündem yapabildik, şiddet mağduru nice Kürt arkadaşımız, dostumuz bu süreçte en azından bir kısmımıza inanmaya devam ettiler. Masum insanların katlinin üzerimize, neslimize bıraktığı ağır kolektif suçun üzerine en azından bir kısmımız “biz bunlardan razı değiliz, bunların parçası olmayı reddediyoruz” mesajını gelecek nesillerimize manevi miras olarak bıraktık. Katliamlardan çıkmış nice analar “bizim yüzümüzden siz de işinizden oldunuz” diye kendi ölüm kalım mücadelelerinin yanında bir de bizim için dertlenecek bir geniş gönüllülük gösterdiler biz daha da utandık, daha da mahcup olduk. Bugünler on yıllar sonra anıldığı zaman benim çocuklarım ve torunlarım ümit ediyorum ‘babam, dedem bunların parçası olmadı’ şeklinde bizlerle onur duyacaklar.