Devlet cemaati nasıl yarattı?

‘En kalabalık’ olduğu söylenen ama hakkında çok fazla şey bilinmeyen cemaat Süleymancıları, İslam ülkelerinde sadece Türkiye’de bulunan ‘cemaat’ olgusunu, devletle ilişkilerini Hayrullah Karadeniz, Duvar’a anlattı…

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Türkiye’de milyonlarca insanı etkileyen cemaatlerin iç yapısı fazla bilinmez. Türkiye’nin en büyük cemaati Süleymancıların başında bulunan Ahmet Denizolgun’un vefat etmesinden sonra yerine ablasının oğlu, 1979 doğumlu Alihan Kuriş geçti.

Süleymancılar yetmişli yıllardan başlayarak kurulan bütün hükümetlere bakan, milletvekili verdiler. Türkiye’nin ‘en kalabalık’ olduğu söylenen ama en az bilinen bu cemaatini avukat Hayrullah Karadeniz ile konuştuk. Yetmişli yıllardan beri cemaat içinde olan, cemaatin kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan’ın 1959 yılında ölümünden sonra yerine geçen Kemal Kacar’ın yakınında bulunan Karadeniz, aynı zamanda eski bir asker. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde topçu subayı olarak görev yapan Hayrullah Karadeniz 1988 yılında ordudan kendi isteği ile ayrıldı. Daha sonra hukuk fakültesini bitirip avukat oldu.

Kendisi de uzun yıllar cemaat içinde bulunan Kuran kurslarında, dershanelerde dersler veren Hayrullah Karadeniz, cemaatin lideri Ahmet Denizolgun’un kısa süre önceki vefatının ardından Süleymancılar (Süleymanlılar) cemaati konusunda bir yazı kaleme aldı. Yazısında 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde tanık olduğu bazı kritik anları anlattı. Bu yazılar Diyanet’e yakın bir sitede yayınlandıktan sonra büyük ilgi gördü. Biz de avukat Hayrullah Karadeniz’e Türkiye’nin bu en kapalı cemaatinin geçmişini, kuruluşundan bugüne geçirdiği kritik anları ve bundan sonra olabilecekleri sorduk. Süleymancılar merkezde olmak üzere Türkiye’deki cemaat yapılanmaları hakkında dikkat çekici açıklamalar yaptı… İlk gün biraz ‘cemaat tarihi’…

Sizin de içinde bulunduğunuz cemaatin diğer cemaatlere göre daha kapalı bir yapısı var. Cemaatin yakın dönem tarihini biraz anlatır mısınız?

Cemaatlerin ortaya çıkışı şöyle… Malum; 3 Mart 1924’de medreselerin kapatılması ve Tevhid-i Tedrisat -eğitimin birleştirilmesiyle- ile ilgili kanunun çıkarılmasıyla, Osmanlı’nın temel eğitim kurumu olan medreseler devre dışı kalıyor. Türkiye’de İslam diniyle ilgili bir eğitim kurumu kalmıyor. Hocazade Süleyman Efendi Hazretleri (daha sonra soyadı kanunu ile Süleyman Hilmi Tunahan), medrese hocalarının derneği başkanı aynı zamanda. Kendileri ‘dersiam’, yani sonradan ordinaryüs profesör denilen unvana sahip, hem hukuk profesörü hem dini ilimler profesörü. Bu kanun çıkınca arkadaşlarını topluyor, ‘fahriyen devletten izin alıp camilerde dini eğitim verelim’ diye devlete müracaat ediyorlar. İnönü başbakanken, bunun yasak olduğu ve şiddetli bir biçimde “cezayı müstelzim” bulunduğu bildiriliyor.

Bunun üzerine tabiri caizse tek başına, ‘dini kurallar unutulmasın, milleti millet yapan dini inançtır, bugün devletimiz ayakta ise bu dini inancımız sayesindedir’ diyerek, bir ilahi sorumluluk duygusuyla hareket ediyor. Süleyman Efendi Hazretleri kendi aile fertleri ve yakın çevresinden başlayarak 1950’li yıllara kadar kaçak göçek ders okutuyor.

Sonra 50’li yıllarda Menderes iktidarıyla biraz daha serbestlik geliyor, Kuran kursları, dernekler yoluyla organize oluyor. Süleyman Efendi Hazretleri 1959 yılında irtihal (vefat) ediyor. Tabii o zamana kadar yetiştirdiği öğrencilerini Diyanet’in imtihanlarına sokarak devlet kadrosunda müftü, vaiz, imam gibi din görevlisi olarak yer almalarını sağlıyor.

hilmi Süleyman Hilmi Tunahan

Yaklaşık 20-30 yıllık bir dönemde din adamı yetişmemiş bu memlekette. Hatta imam hatip okullarının açılması, İnönü dönemindedir. Bu okullar Süleyman Efendi’nin bu hareketine karşı, “dini mihraptan kontrol etmek” amaçlı kuruluyor. Yani İslamı ortadan kaldıramayınca, istedikleri gibi bir İslam dini olsun diye. Sonradan iktidarlar döneminde tabii mecraına giriyor. Bizim insanımız ehli sünnet çizgiden ayrılmıyor.

Yani devlet imam hatip okullarını aslında cemaatlerin gelişmesini kontrol altına almak için mi açıyor?

CHP ile muhafazakâr siyasetçilerin siyaset kavgasında, temelde bu var. İmam hatiplerin açılma sebebi de dini kontrol etmek içindir, dini hizmet vermek için değil. Sonradan imam hatip okulları da dini hizmet veren bir kurum haline geldiler ve o okulları açan zihniyet tarafından kapatılmaya kalkışıldılar. 59’da efendi hazretlerinin irtihalinden sonra, talebesi ve damadı olan Kemal Kacar cemaatin başına geçiyor. Hem din ilimleri tahsil etmiş, hem de İstanbul’da yetişmiş, tam bir İstanbul beyefendisi iş adamı, onun nezdinde cemaat organize olmaya başlıyor. Özellikle Diyanet’te cemaat çok etkin olmaya başlıyor. Bu, 12 Mart darbesi sonrası, 1972 yılında, Diyanet İşleri Kanunu’ndaki değişiklikle Süleyman Efendi’nin talebeleri tasfiye edilinceye kadar sürüyor.

12 Mart hep sola karşı yapılmış bir hareketmiş gibi algılanır ama?

Bizdeki hiçbir askeri darbe sola ya da sağa karşı değildir. Amerika’nın talimatıyla ve onun menfaatine hizmet eden hareketlerdir. O zaman Tayyar Altıkulaç, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı’dır -onun projesiyle- bu operasyonlar yapılıyor.

AVRUPA’YA CAMİLERLE AÇILDI

Yani cemaate bağlı olduklarını düşündükleri imamları tasfiye ediyorlar...

kacar Kemal Kacar kimdir? Kamuoyunda ‘Süleymancılar’ olarak bilinen kendilerini ise Süleymanlılar olarak tanımlayan hareketin tarihinde iki önemli isim var. Kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan olsa da gelişip milyonları etkileyen bir güç olmalarını sağlayan isim Kemal Kacar’dı. Kemal Kacar 1936 yılından başlayarak Süleyman Hilmi Tunahan’ın yanında yetişmeye başladı. Daha sonra onun büyük kızı ile evlenerek damadı oldu. 1959 yılında Süleyman Hilmi Tunahan’ın ölümünden sonra yerine geçti. Süleymancıların politika ile ilgilenmeleri ve bütün Anadolu’da yurtlar, Kuran kursları açmaları onun döneminde oldu. Politikacılarla kurduğu başarılı ilişkiler Süleymancıların gelişmesini sağladı. Aslında politika ile ilgilenmesi Demokrat Parti’nin son dönemlerinde başlamıştı. Fakat Süleyman Hilmi Tunahan’ın iktidarda bulunan Demokrat Parti’nin Cezayir’de Müslümanların bağımsızlık savaşına karşı Fransa’ya yakın durmasını eleştirmesi sonucunda Demokrat Parti’nin gazabına uğradılar. Tunahan ve Kemal Kacar bir süre tutuklandılar ve cezaevinde kaldılar. Bundan dolayı Demokrat Parti’yi değil Osman Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Millet Partisi’ni desteklediler. Kacar CMP’den milletvekili seçildi. Tunahan’ın ölümünden sonra Demirel’in Adalet Partisi’nde 1980 darbesine kadar sürekli olarak milletvekilliği yapan Kemal Kacar, zaman zaman parti içi muhalefette de etkin rol oynadı. 12 Eylül darbesinden sonra bir yıldan fazla cemaatin önde gelenleri ile birlikte hapis yattı. ANAP’ın kuruluşunda da yer alan Kemal Kacar bu partiyi destekledi. 1991 yılında bu destek Doğru Yol Partisi’ne yöneldi. 1995 yılında ise şaşırtıcı bir şekilde Refah Partisi’nin desteklenmesini istedi, cemaatten önemli isimlerin bu partiden aday olmalarını sağladı. 2000 yılında ölümünün ardından hiç çocuğu olmadığı için cemaatin başına Süleyman Hilmi Tunahan’ın diğer kızından olan torunu Ahmet Arif Denizolgun geçti.

Müftüyü alıyor mesela Tunceli’ye kayyım diye atıyor, istifaya zorluyor. Hocalar üzerinde büyük baskı olunca Kemal Bey de kendi sözünü dinleyen hocaların istifa edip ayrılmasını istedi. Bu tarihe kadar, sadece “Kuran kursu” hizmeti veren bir cemaat iken, lise, daha sonra da üniversite talebelerine yurtlar açmaya başladık. Tabii Milli Eğitim’in kontrolü altında… Ama o yurtlar insanları yedirip içirmek için değil, dini eğitim vermek için açıldı. Devlet ise bunu bölücü/irticacı bir hareket olarak görüp takip ediyordu. Yetmişli yıllarda camiler yoluyla Avrupa’ya sonra seksenli yıllarda dünyanın birçok yerine yayıldı. Yaklaşık yüz civarında ülkede, camiler yoluyla, oralarda yaşayan Müslümanların çocuklarına dini eğitim verilerek, daha çok da Türkiyeli Müslümanların yaşadığı ülkelerde organize olundu.

Yani Almanya’nın işçi ihtiyacı oluyor. Buradan işçi yolluyorlar. Ama, ‘Bunlar dini inançlarını nasıl yerine getirecekler?’ diye kimse düşünmüyor. Burada Süleymanlılar bu ihtiyacı karşılıyor.

Bu işin cemaat hikayesi böyle... Ayrıca Süleyman Efendi Hazretleri Nakşi tasavvuf yolunun bizim inancımıza göre son mürşidi. O cemaat içerisinde biz buna inanırız.

Burada ‘mürşid’den kastedilen ne? ‘Şeyh’ ve ‘mehdi’ tartışmaları var, benzer bir şey midir?

Tasavvufla alakadar olanlar, -gerek içinde olanlar gerekse ilmini yapanlar- bilirler ki zaten İslam dünyası içinde tasavvuf, dini yaşayışın doktorası, ihtisası gibidir. Osmanlı döneminde bunlar sistemliydi. Mesela Bektaşilik bir tarikattır. Tasavvuf tarikatler yoluyla yaşar. Bunlar yazılı kültürden ziyade sözlü kültüre dayanır. Nakşi yolu, yani ‘Nakşibendilik’, İmam Muhammed Bahaüddin Şah-ı Nakşibend isimli Buhara’da yaşayan büyük zatın yoluyla maneviyatı yaşayanlara verilen addır. Bugün Türkiye’de tarikat mensuplarının 10 da 9’u ‘Nakşibendiyim’ derler. Çünkü geleneksel olarak İslam tarihi içindeki peygamberin sünnet yoluna, Hz. Ebubekir’e dayanır. İmanımız odur ki, peygamberimiz son peygamberdir. Peygamberlerin tebliğ görevi vardır. Cenab-ı Hakk Kur’anı Kerim’de buyuruyor mealen; “Seni ben şahit, müjdeleyici ve denetleyici, olarak gönderdim.” Müfettişimsin diyor Peygambere (SAV). Kendisi de hadislerde buyuruyor. Peygamberimizin vefatından sonra, peygamberimizin dönemindeki kuralların günün şartlarına uygunluğunun sağlanmasında, adapte edilmesinde, (dinin ihyası) peygamberimizin varisleri olacağını kendisi haber veriyor.

Bir hadis-i şerifinde buyuruluyor ki, “Benim ümmetimin (bazı) alimleri (bütün alimler değil) eski peygamberler gibidir.” Mesela Musa A.S., kendine kitap indi (Ulül-Azim Peygamber) fakat ona bağlı olan yardımcıları vardı. Mesela Harun Aleyhisselam ve başka yerlerde de Kuran’da adı geçmeyen yardımcıları vardı. Bu hadis-i şerifin manası; “Benden sonra bazı insanlar gelecek, bu insanlara Cenab-ı Hakk’ın verdiği ilimle manevi bir bağ ile bana bağlı olarak, eski peygamberler gibi görev yapacak.”

Bu görev yapacakların sonuncusu da kıyametten evvel, Hz. Mehdi isimli bir zat... Bu zamanda herkesin mehdilik iddiasında bulunmasının sebebi de budur. Yani peygamber değildir onlar, peygamber vekilidir, varisidir.

Yani mürşitler peygamber vekili olarak görülüyor. Anladığım kadarı ile de Süleyman Hilmi Tunahan’ın da ‘son mürşit’ olduğuna inanılıyor?

Mesela ordu komutanının rütbesi ne olur? Orgeneral… Peki bütün orgeneraller darbeci çıktı hepsini attık, ordu komutansız mı kalacak? O zaman devlet bir alt rütbedeki subayı yerine vekaleten atar. İşte bu mürşit dediğimiz zatlar da peygamber vekilidir, rütbesi peygamber değildir ama görevleri peygamberinki gibi insanları irşad etmektir (aydınlatmaktır). Mürşit kelimesi de irşat’tan, dinen aydınlatmak, doğru yola davet etmekten gelmektedir. Mürşit, “irşat eden” demektir Arapça’da.

Tasavvuf yollarının inancında ilk mürşit olarak, ilk “varisünnebi” de denir buna Hz. Ebubekir ve Hz. Ali efendilerimiz gelmektedirler. Hatta hani mehteranların bir nidası vardır; “üçler, yediler, kırklar adına huu diyelim...” diye

Üçler; birincisi ‘kutbul aktab’dır, ikincisi ‘gavsul azam’dır, üçüncüsü ‘kutbul ula’dır. İşte bu kutbul aktab, aslen peygamberin vekilidir. Buna varisul nebi, mürşid-i kamil gibi isimler verilir. Bütün Ehlullah manen ona bağlıdır. Son gelecek mürşid-i kamil de Hz. Mehdi olacaktır.

İlk döneme ilişkin anlattıklarınızda; yasaklar var… Buradan cemaat ve dini oluşumlar kendilerine bir yol çizip var olmaya çalışıyorlar. Var olan duruma kendilerini uydurmaya çalışıyorlar. Yurt dışındaki ihtiyaçlar gideriliyor. Ama devletle şöyle bir paralellik görülüyor: Devlet bunları denetlemeye ve görmeye çalışıyor, bir yandan onlar da devlete karşı mesafeli duruyorlar, fazla karşı karşıya gelmeme gayretindeler. Ama sonraki dönemde işler biraz değişiyor gibi.

Diğer cemaatlerin de anlayışını biliyorum az çok... İçinde bulundum, dışında bulundum. Süleymanlı cemaatinin tarihçesini kısaca arz ettim. Dışarıdan bakınca cemaatler ve tarikatler aynı anlamda kullanılır. Tarikatlar, bütün İslam’ın ilk çağından itibaren olageldiler. Cemaatler Türkiye’ye mahsus, Batı’da bu tabir Hıristiyanlarda vardır. İslami cemaatler Türkiye’de Cumhuriyet’le beraber ortaya çıktı. Bunların bir kısmı, Osmanlı’daki bir kısım tarikatların cemaatleşmesi ile gerçekleşti.

Yani bir çeşit maddi yapıya büründü. Osmanlı’da tasavvufi bir yapısı vardı. Devletin de koruması altındaki ilim, zikir merkezleri, dervişleri vardı. Devletin tanıdığı tarikat mensupları askere alınmazdı. Onlardan vergi alınmazdı, böyle bir statüleri vardı. Osmanlı’da tekke ve zaviye bunların mekanlarıydı. Medreseyle beraber tekke ve zaviyeler de kapatıldı. Batıdan (Hıristiyan dünyasından) bize enjekte edilen bir inanç vardır; daha çok bizdeki Laikçi Kemalistler dillendirir; “Din, Tanrı’yla kişi arasındadır”, fakat İslam’da öyle değil, yatak odanıza bile hükmediyor İslam. Ve o dini –İslam’ı- tam yaşamak için devlet bulunması lazım.

‘CEMAATLER YERALTINDAKİ DİNİ DEVLETÇİKLERDİR’

Süleymancıların Cuma namazlarını devletin camilerinde kılmadıkları söylenir?

Cuma namazı, bizim dinimizin temel hükümlerinden birisi ve şartları vardır. Vücubunun şartları vardır. Mesela hastaysa, seferiyse, dışarıda hayati tehlike varsa, bu adama Cuma namazı farz değil. O öğle namazı kılacak.

Bir de sıhhatinin (geçerli olmasının) şartları vardır; mesela Cuma namazının sağlıklı olabilmesi için devlet başkanının (Halifenin) “Burada Cuma namazı kılınır demesi lazım. Oradaki imamı da devletin tayin etmesi lazım. Devlet deyince kim? Devlet adına tüm insanların halifesi (ne demek; yerine bakan demek). Cenab-ı Hak, insanın her birini kendine halife kılmıştır. Sosyal hayatta da Allah’ın bize verdiği halifelik yetkisini seçimlerle bir dini halifeye devrediyoruz. Devlet başkanına veriyoruz. Buradan şunu anlıyoruz devlet olmadan Cuma namazı olmaz. Ama 1923’de öyle bir devlet gelmiş ki dini yasaklıyor. Yani rakı masasında müftü tayin eden devletin atadığı imamla mı Cuma namazı olacak? Atatürk’ün cenaze namazının nasıl kılındığını bilir misiniz? Öldüğü zaman Dolmabahçe’de Diyanet İşleri Başkanı sanırım Şerafettin Yaltkaya, ‘Namazı kılalım’ diyor. Fevzi Çakmak falan da var. ‘Tanrı uludur’, ‘tanrı uludur’ diyor, ‘selam size’, ‘selam size’ diyor. Böyle bir cenaze namazı ya da Cuma namazı beni tatmin eder mi? Etmez. Peki başka devlet var mı? Yok. Öyleyse ne yapacak Müslüman? Dini işleri için devlete güven kalmayınca. Cumhuriyet dönemi, dini olarak biraz Selçuklu devletinin dağılmasından sonraki döneme benzer.

Dini cemaatlerin bazıları hocaları etrafında toplanmasıyla -Nurculuk ve Süleymancılık gibi- (Bu isimler Devlet tarafından bu cemaatlere biraz da aşağılamak için verilmiş isimlerdir), bazıları da var olan tarikatleri cemaate dönüşerek ortaya çıktı. Anadolu Selçuklusundan sonraki Osmanlı Beyliği, Karesi Beyliği, Germiyanoğulları Beyliği gibi... Yani cemaatler yeraltına inmiş dini devletçiklerdir.

Bugün gelinen noktada hâlâ böyle mi bakılıyor?

son Cemaatin yeni lideri Alihan Kuriş, Denizolgun'un cenazesinde... (Daire içinde)

Ne zaman ki devlet dine karşı olan tavrını değiştirip her türlü dini faaliyeti destekler hale geldi, bu artık değişti. Bu özellikle AK Parti döneminde başladı. Askerlerin etkisinin azaldığı 2010 Anayasa değişikliğinden sonra dini hizmetlere karşı bir baskı var diyebilir miyiz? Bırakalım Sünnileri, diğer inanışların, (Şiilerin, Alevilerin, Caferilerin) üzerindeki baskılar da kalktı. Dolayısı ile bugün cemaatlerin, “devlet hüviyeti” taşıma misyonuna ihtiyacı kalmadı. Bu 1940’larda böyle miydi?

Sizin yazınızda anlattığınız ‘devletle ilk bir araya gelme’ 12 Eylül sonrası gerçekleşiyor…

27 Mayıs darbesinden sonra devletin kendisine tehlike olarak gördüğü bir “Nurculuk” bir de “Süleymancılık” var. Bir yandan da göstermelik de olsa bir demokrasi var. Bir yandan cemaatler sağ partilerin oy deposu. Demirel’in Adalet Partisi’nin oy deposu. MHP dahi yetmişli, seksenli yıllarda cemaat ile çok yakınlaştı. Rahmetli Türkeş’in Kemal Bey Abi ile iyi ilişkileri vardı. Ama cemaat MHP’ye oy vermedi. Niye vermedi? Verirse marjinal bir partiye odaklanmış olacağını, hedef haline geleceğini düşündü.

Peki o yıllarda yekpare şekilde ‘şunu destekleyelim’, ‘buna oy verin’ şeklinde bir tutum var mıydı?

Yetmişli, seksenli yıllarda bütün mesaimizi dini hizmetlerin ileri gitmesi için harcıyorduk. Kuruluşumuzda Süleyman Efendi’nin verdiği mesaj şudur; “İnsanlar sel gibi cehenneme gidiyor. Bizim maksadımız sel gibi cehenneme akıp giden Ümmeti Muhammed’in evladından kurtarabildiğimizi kurtarmak olmalı.” Bu devirde gençler din dışı hayata özendiriliyor, birinin çocuğu içki içse “vay oğluma ne güzel içiyor” diyor. Süleyman Efendi’nin devleti ele geçirmek gibi bir hedefi asla olmamıştır. “Daha çok ulaşabildiğimiz insanlara temel dini eğitimi verelim dini hayatı yaşatalım…” Amacı bu olmuştur.

Mesela şu anda ismini vermeyeyim, iki büyük bürokrat bizim cemaatte yetişmiştir. Ama cemaatte ‘paralel şekilde devleti ele geçirelim’diye bir anlayış hiç olmamıştır. Bizden mezun olur, halka karışır.

‘CHP’YE OY VERİN DENDİ AMA OLMADI’

Ama bir yandan yurtlar, Kuran kursları, okullar açıyorsunuz. Dolayısıyla devletle işiniz var. Yani bu hizmetleri yapmak için en iyi çalışabileceğinizi düşündüğünüz bir partiye destek vermiyor musunuz?

Tamam devletle işimiz var. Adalet Partisi döneminde benim kursları açmama, dernekleri işletmeme biraz gönülsüz de olsa izin veriyor. O da askerlerin izin verdiği ölçüde. Biz de iktidar olmaya yakın ve dine düşman olmayan kitle partilerine oy verdik. Mesela bizim tespitimize göre Demirel masondur Müslüman değildir. Biz onun mason olduğunu biliriz. Fakat kurumsal olarak dini hizmetlere karşı duramaz. Çünkü onun oy deposu sağ kesim.

Kemal Bey Abi derse ki, ‘Adalet Partisi’ne oy verin, verilir. Ki demiştir de. Ne zaman der? Seçimlerden kısa süre önceden bildirilir. Hiç firesiz veririz. Özal’da da öyle olmuştur. O zamanlar doğrudan oy potansiyelimiz yüzde biri geçmezdi belki. Ama etkilediğimiz oylarla yüzde onu bulabiliyorduk.

Ahmet Arif Denizolgun vefat ettiAhmet Arif Denizolgun vefat etti

Köylerde başka bir teşkilat yok. Orada cemaat mensubu hoca köylüleri toplayıp kime oy vereceğini söylediği zaman etkili olabiliyor. Ya da muhtar, hocaya ‘Kime oy verelim?’ dediği zaman, oylar oraya verilebiliyor. Bunun tek istisnası CHP oldu. Son 16 yıldır CHP’ye oy verilmesi de istendi. Ama oylar CHP’ye akmadı.

Mesela hangi seçim döneminde?

2011-2014 seçimlerinde. Yerel seçimlerde Antalya gibi bir yerde CHP’ye oy verildi. AK Parti’ye ‘düşman’ dendi. Ama buna rağmen cemaatin tabanı AK Parti’yle iç içe geçmiş olduğu için en az yüzde ellisi yine AK Parti’ye oy verdi.

Muhafazakar bir kitleye bunu nasıl açıklıyorlar? Sonuçta kendi tabanının gönlü AK Parti’ye daha yakın değil mi?

Benim tenkit ettiğim dönem bu. Ahmet Bey rahmetli (Ahmet Denizolgun) maalesef bir 28 Şubat projesidir. Bahane üretilerek AK Parti karşıtlığını sürdürdüler. Örnek vereyim. Cumhurbaşkanı siyasi kimliği ile siyasi saiklerle bir mesaj veriyor. Ne diyor? “Bizim dinimiz Alevilik, Şiilik, Sünnilik dini değildir. Bizim dinimiz İslamdır.” Cemaat lideri AK Parti’ye oy verdirmeyecek ya. “Gördünüz mü, mezhepsiz” diyor. Dini bir ayrılık yaratıyor. “Ahmet Bey abimizin sözünde hikmet vardır” diye inanıyorlar. Cemaatin başındaki zatın (Cemaat eşittir Devlet inancıyla) Ululemr olduğuna inanılır. İslam’da Ululemre itaat farzdır.


YARIN: SÜLEYMANCILARIN YENİ LİDERİ KİM? CEMAAT BUNDAN SONRA NE YAPACAK?

Süleymancılar yeni liderini seçtiSüleymancılar yeni liderini seçti