Göksel Aymaz: Kapitalist modernleşme insanı baştan çıkarıyor

Göksel Aymaz'la Yordam Kitap tarafından yayımlanan çalışması 'Militan İyimserlik'i konuştuk. Aymaz, "Ne yapması gerektiğini bilen insan kötümser olmaz" dedi.

Fotoğraf: Levent Kulu
Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Akademisyen-yazar Göksel Aymaz, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde lisans ve lisansüstü düzeyde sosyal teori, iletişim sosyolojisi, eleştirel teori ve iletişim antropolojisi dersleri veriyor. Geçmiş yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde Sosyal Antropoloji de okuyan Aymaz’ın şu günlerde 'Militan İyimserlik' isimli son çalışması yayımlandı. Yordam Kitap’tan çıkan çalışmasında çağın sıklıkla kullanılan “militan” ve “iyimserlik” kavramlarını bir araya getiren ve günümüzü, ortaya çıkan bu yeni anlam üzerinden yorumlayan Aymaz’la konuştuk.

'NE YAPMASI GEREKTİĞİNİ BİLEN İNSAN KÖTÜMSER OLMAZ'

Henüz kitabın girişinde Ernst Bloch’a atıfla “umut ilkesi”nden bahsediyorsunuz. Kaldı ki kitabınızın isminde de bir “iyimserlik” var. Kapitalizmin her geçen gün yeniden üretildiği, pandemi koşullarının işçiyi/yoksulu zor bir girdaba sürüklediği şu günlerde iyimserlik meselesini nasıl yorumluyorsunuz?

İyimserlik meselesini, militan bir iyimserlik meselesi olarak yorumluyorum elbette. Şu yaşadığımız günlere alışıldık gündelik yaşam kalıpları, gündelik düşünce kalıpları içerisinde baktığımızda kötümser olmamak neredeyse mümkün değil. Ama militan iyimserlik, gerçekliği bu kalıpların dışına çıkarak bilme meselesidir. Ve aslında gerçek bir iyimserlik de budur. Ham hayalle kalmayıp bizi sonuca götürecek gerçek bir iyimserlik, öncelikle, kaygı, korku ve ümitsizlik yayan gerçeklikten hiç korkmama, onunla hiç çekinmeden yüzleşme girişimi olarak başlar. Sonra her şeyin değişebileceği ve demek ki değiştirilebileceği fikrine erişmekle devam eder. Dünya böylelikle insanın eylemliliğine açılır. Eylem halinde olan insan, kaygı ve umutsuzluğa sürüklenmez; dünyayı eylem halinde bilmek, kırgınlık ve umutsuzluktan yücelmedir. Covid-19 salgını ve bu salgınla birlikte eşitsizlikçi tüm yapı, kurum ve ilişkileriyle açığa çıkan kapitalizm, insanın doğayla ve insanın insanla süregelen ilişkisinin sonucu; aldanımsız bir yüzleşme bize bunu söylüyor. Ne yaparak bu noktaya geldiğimiz çok belli. Bu bilgi, ne yapmayı bırakırsak ve artık ne yapmaya başlarsak cehenneme dönmüş bu dünyadan göz kamaştırıcı bir cennet manzarası çıkartabileceğimizin bilgisini de içerir. Ne yapması gerektiğini bilen insan kötümser olmaz. Soruda, günümüz koşullarını tarif ederken “girdap” metaforunu kullandınız. Kitapta da değiniyorum, Immanuel Wallerstein’in yirmi birinci yüzyıl için kullandığı bir metafordur bu. Ölümünden önce yaptığı bu son uyarıda bir girdabın ortasında olduğumuzu söyler Wallerstein; girdabın ortasında olan bir insanın yapması gereken şey bellidir: İlkin, hangi kıyıya çıkacağına karar vermek, sonra da hali hazırdaki çırpınışlarının kendisini o kıyıya götürecek bir eylem olup olmadığından emin olmak! Nereye varmak istediğimizi biliyor ve hali hazırdaki eylemlerimizin de bizi oraya götüreceğinden eminsek, niçin kötümser olalım?

Bilgi teorisinden hareketle “militan iyimserlik”i, insanın dünyayı henüz eylem halindeyken bilmesi, olarak tanımlıyorsunuz. Bu bilme pratiğinin, tekilden çoğula dönüşme hali mümkün mü? Bilginin sosyalizasyonunu özellikle siyasal bağlamda nasıl yorumluyorsunuz?

Bilginin ait olduğu entelektüel alanla değiştirme arzusunun yeşermesini ümit ettiğimiz kitlesel politika arasında gönlümüzce işleyen bir bağ kurmak her zaman zor olmuştur. Ama sadece zordur, imkânsız değil. Entelektüel alanın aktörleri, akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar vs. toplumun bütünü düşünüldüğünde belki de ortaya koydukları bilgiden en az çıkarı olan kesimlerdir. Bu bilgiden en fazla çıkarı olan kesimlerse genelde bu bilgiye en az ilgi duyan, bu bilgiye erişmenin kültürel araçlarına, donanımına en az sahip olanlardır. Ama, bildiğiniz gibi, felaketler insana bazı haklar verir ve yoksulluk, itilmişlik, umursanmazlık da büyük felaketler olduğundan insana bir yığın konuda epeyce hak verir. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü vurgusu yapan siyasetçiye ilgi duymamak, terk edildikleri kaba saba hayatın barbarca bir şey olduğunu söyleyen entelektüele öfkelenmek, bir yazarın ekmek ve hürriyet isteyen yazılarından ötürü hapse atılmasına ses çıkartmamak, “yanlış parti”nin seçmeni olmak gibi haklar da buna dâhil. Ama aynı zamanda bu felakete uğramışlıkları onların dostu olan entelektüele da bazı haklar verir. Bunun en başında da gerçeği yüzlerine söyleme hakkı gelir. Kitlelerin halihazırdaki gerçekliğinde, yaşadığımız hayatın onlara yönelmiş büyük şiddeti vardır. Entelektüel, bu şiddete seçkinci bir tiksinmeyle bakamayacağı ya da bakmaması gerektiği gibi, bu şiddetin politik tercih ve kültürel beğeni olarak açığa çıkan sonuçlarına popülist bir yaltaklanmayla da bakamaz, bakmamalıdır. Entelektüel, kendi huzurunu bozmayı göze alarak, iyiyi, güzeli ve doğruyu bulma yolculuğunda kitlelere eşlik eder, onlarla birlikte yürür. Düşüncenin gerçeklik karşısında ortaya koyduğu ütopik kopuş, politikadaki karşılığını ancak bu şekilde bulabilir. Ve elbette bu yöntem entelektüel için her zaman açık bir risk niteliği taşır, bu değişmez.

Militan İyimserlik - Sosyal Bilimler İçin Bir Epistemoloji, Göksel Aymaz, 192 syf., Yordam Kitap, 2021.

'HALK OLMADAN BİR ŞEY OLMAZ'

Sol partilerin, siyasal iktidarı konu alan “ilk seçimde gidecekler” ya da “son kozları artık, vadeleri doldu” gibi söylemlerini hem militan hem de iyimserlik bağlamında nasıl okumak lazım sizce?

Hayatta arzu ettiğimiz şeylerin gerçekleşmesi için onları gönlümüzden geçirmemiz yetmez. “İlk seçimde gitmek” günün gerçekliği içinde bir olanaktır sadece. Ama bu gerçeklik içinde başka olanaklar da var. Bugünün olanakları içinden hangisinin geleceğin gerçeği olacağına insan eylemliliği karar verir, en azından (diğer koşulları göz ardı etmiş olmamak için) bu konuda belirleyici olur diyelim. O yüzden, sol parti ve politik oluşumların, politikanın ABC’si düzeyindeki o basit ve kullanışlı bilgiyle davranması gerekiyor: Halk olmadan bir şey olmaz.

Şu anki sistemden “yarar sağlayamayanların” bireysel olarak “yırtma” isteği üzerinde de duruyorsunuz. Son günlerde kripto para meselesini hatırlattı bu durum bize. İyimserlik bağlamında bu durumu nasıl yorumlarsınız?

Dijital kapitalizmin bir trendi bu ama daha temelde, daha kadim bir mesele olarak, kapitalist modernleşmenin insana verebileceği zevklerle ilgisi olduğunu düşünüyorum. Kapitalist modernleşmenin verebileceği canlı zevkler, modern insanı ilk andan itibaren baştan çıkartıyor. Herkes bu tür zevklerin kucağına atılmak istiyor. Gayet açık ki mevcut sistemde çalışmayla, sabırla, emekle olacak iş değil bu. Kolay yoldan ulaşmak gerekiyor. Ne derler hani, “girişimci” olmak lazım. Bu yüzden büyük bir hırsla, “Başaracağım!” diyor girişiyoruz: Başaracağım! “Kumarcının, büyük kaptanın sözü” diyor buna Balzac, “kurtardığından çok adam batıran söz”. Apaçık bir kumar yani. Bir kişiyi kurtarsa bile yığınla insanı batırıyor. Kripto para, çok anladığım, hâkim olduğum bir konu değil. Ama her haliyle bana bunu çağrıştırıyor. Yükselen bir trend oluşunda, gelecek kaygısının, dünyaya yönelik karamsarlığın etkin olduğuna hiç şüphe yok. Kapitalizmin dijitalleşmesi, bunun altyapısını sağlıyor sadece.

'MARX, HEM TOPLAYAN HEM DE SALGILAYAN ELEŞTİREL ARIDIR'

Çalışmanızın bir bölümünde Militan İyimserlik kavramına pozitivizm bağlamını üzerinden Marx’ı odağa alarak değiniyorsunuz. Bu ilişkiyi açar mısınız?

Sosyal bilimler bir bilim olarak doğduğunda kaçınılmaz olarak pozitivistti. Çünkü o zamanlar bilimden doğa bilimleri anlaşılıyordu ve dolayısıyla bilimselliğin ölçütü de olgulara dayalı konuşmaktı. Pozitivizm elbette eleştirilecek yanları olduğu için sonrasında epeyce eleştirildi. Her şeyden önce konu, bütün duyguları ve tutumlarıyla birlikte yaşayan bir insan olunca, pozitivizmin dünyayı indirgediği olguların körlüğü ve dilsizliği aşikardı. Fakat iş, nesnel gerçeklik yoktur iddiasına kadar geldi. Maddeden kopmuş düşünce kıymete bindi. Çok klasik bir ifrat/tefrit meselesiyle karşı karşıyayız. Nesnel gerçeklik yoktur iddiası, ifrattır. Ama bilginin sınırlarını olguyla çizmek de zaten tefritti. Olgu, hali hazırda olmuş olandır, ölçüye biçiye, tartıya gelendir. Ama akışkan gerçekliği, halihazırda olmuş olanla sınırlandıramayız, henüz olmamış ama reel olarak mümkün olanı, yani gerçeklik içindeki olanağı da araştırmalı bilim. Düşüncedeki iyimserliği nesnel dünyada somut bir gerçekliğe eriştirmek böyle bakmayı gerektirir. Marx, bunu yaptı. Halihazırdaki gerçeklik hangi olanaklara gebedir? Olanağın gerçekleşmesi nasıl mümkün olabilir? Onun biliminin ufku buydu. Burada teorik bir tartışamaya hiç girmeden kestirmeden söylemek için bilim tarihinin o ünlü metaforuna başvurmak gerekirse… Marx, Francis Bacon’ın ne düşüncesizce veri toplayan emprik karıncasıdır, ne de kendi içsalgısıyla ağ ören skolastik örümceği; o hem toplayan hem de salgılayan eleştirel arıdır. İnsanlığın böyle bir bilime ihtiyacı var bugün.

Diyorsunuz ki, “Günümüz toplumsal dünyası, eskinin geçip gitmekte olduğu ve fakat yenisinin henüz gelmediği o devrimci diyalektik anın ta kendisidir.” Yakın zamanda iyimser olmayan fakat militan bir pratik bekliyor musunuz? Süreç nasıl gelişecek sizce?

Yine olanaklardan söz edebilirim sadece. İçinde bulunduğumuz gerçeklik insan eylemliliğine açık olanaklar barındırıyor. Bunların her biri reel olarak mümkündür. İçlerinden hangisinin nesnel olarak mümkün olacağına toplumsal dünyanın dinamikleri karar verecek. Tarihteki devrimci diyalektik anları da böyleydi. Yirminci yüzyıl başındaki Avrupa’yı düşünelim… Tam da böyle bir andı. Ama faşizm ile sonuçlandı. Toplumsal dünyanın dinamikleri üzerinde tayin edici rol oynayabilmek önemli. Bu da değişim güçlerine yakın durabilmekle, nabzını tutabilmekle ilgili bir şey. Böylelikle değişimin hızını abartma ve buna paralel olarak değişimi yavaşlatacak şeyleri de hafife alma eğiliminden kurtulursunuz ki politikanın büyük sorunudur bu. Bir iki fabrikada grev oldu diye değişim hızlanmaz. Ve buna paralel olarak, kültürel kimlik ve talepler de (bunlar sınıf kimliğinin açığa çıkma biçimleridir deyip) hafife alınacak şeyler değildir.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Pierre Bourdieu’nün “kültürel üretim alanı” çözümlemesini, daha somut olarak söylemek gerekirse, onun Flaubert ve 'Duygusal Eğitim' romanı üzerine yaptığı çalışmayı Nâzım Hikmet ve 'Memleketimden İnsan Manzaraları'na uyarlamayı denediğim bir çalışmam var, doktora tezimdi, daha önce rahmetli Enver Ercan kitaplaştırmıştı, şimdi sevgili Atilla Birkiye’nin editörlüğünde yeniden basılacak. Şairin ölüm yıldönümüne, 3 Haziran’a yetiştirme arzusundayız, onun hazırlıkları sürüyor. Yeni bir çalışma olarak da AKP iktidarı ile kültürel alan ilişkisi üzerine bir kitap düşüncesi var, şu sıralar onu yazmaya gayret ediyorum.