Gökçe Bilgin: Okumak benim için daima bir ödev

Gökçe Bilgin'le yayımlanan ilk romanı 'Porselen Bir Mevzu'yu konuştuk. Bilgin, “İlk kitabını yazan bir yazarın heyecanını öne çıkarmak istedim” dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Gökçe Bilgin'in ilk romanı 'Porselen Bir Mevzu', İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Bilgin, bianet’te yazdığı yazılardan, oggito’da yayımladığı öykülerden aşina olduğumuz bir isim. Yazdıkları, bir gün bir roman ya da öykü kitabıyla edebiyat dünyasına çıkacağına dair bir hissiyatın oluşmasına zemin hazırlamıştı. Bu nedenle sanırım Bilgin'in yazılarını ve öykülerini bilenler, 'Porselen Bir Mevzu' ile karşılaşınca şaşırmamıştır.

İlk romanında kadın kahramanlarından yola çıkarak, okumak ve yazmak deneyimlerine odaklanıyor Gökçe Bilgin. "Okumak nedir?", "Yazmak nedir?" gibi sorular hep sorulagelmiştir ve iki soruya da birden çok cevap verilmiştir. Bilgin, bu soruların peşine düşüyor; okumanın ve yazmanın hazzını, elbette sarsıntısını kendi penceresinden aktarıyor. Romanını yalnızca okumak ve yazmak gerilimi üzerine inşa etmeyen Bilgin, romanın kahramanı Zümrüt’ler ile toplumsal olanın sorgulanmasından kendi bedenlerini keşfetmeye, siyasal göndermelerden sırlara kadar pek çok insani durumu katmanlı bir şekilde sunuyor. Sunmakla kalmıyor, okuru romana konu olan sorunları sorgulamaya da teşvik ediyor.

Gökçe Bilgin

Öte yandan 'Porselen Bir Mevzu' için feminist bir roman da demek mümkün. Romandaki kadınlar güçlü ve itirazlarını susarak, yazarak, okuyarak bile olsa dile getirmeyi başaran insanlar. Kadınlar eş, sevgili, evlat olmanın yanı sıra kendileri oldukça hayatlarındaki erkeklerin zihinleri bulanıyor. Öğretilmiş olan ile yaşadıkları arasındaki çelişki çaresizliğe doğru sürüklüyor erkekleri ancak yanlış anlaşılmasın, Bilgin, romanını feminist kavramlara boğmadan yazmayı başarmış bir yazar. Şunu da söylemek de mümkün sanırım: 'Porselen Bir Mevzu'yu okuyan erkek okur, dönüp kendisine bakma ihtiyacı hissedecektir; kadınlar zaten kendileriyle karşılaşacaktır.

'Porselen Bir Mevzu' ile ilgili bazı mevzuları da Gökçe Bilgin ile konuştuk.

Romanın ilk sayfalarından başlayarak, yazarın yazmak/anlatmak tutkusuna kendisini kaptırdığını hissettim. İlk romanıyla okurun karşısına çıkan yazar, kendisini gizlemeden ve romanın kahramanları Zümrüt’lerden daha çok anlatıyor, yorumluyor, duygularını, düşüncelerini paylaşıyor sanki. Yanılıyor muyum? Bile isteye tercih ettiğiniz bir yöntem miydi?

Birinci tekil şahıs anlatımlarda genelde bu izlenim oluşuyor. Kitabın ilk sayfalarında ne yapacağını düşünen ve bu düşüncelerini açık etmekten çekinmeyen heyecanlı bir yazar var. Evet, ilk kitabını yazan bir yazarın heyecanını öne çıkarmak istedim.

'YAZARKEN DAHİ KADINLARIN DÜNYASINI YARATTIĞIMI DÜŞÜNÜYORDUM'

Romanda neden bu kadar çok Zümrüt var? Kadınların yaşamak zorunda bırakıldığı belli bir sorunla, örneğin evlilik kurumuyla ilgili bir ortak mesaj vermeye çalıştığınız için mi?

Hem bir sürü kadın vardı hem de tek bir kadın. Kadınları bir bütünün parçası olarak ifade eden genelgeçer kurallardan rahatsız bir yazar gibi davranmaya çalıştım. Hem evli hem de evlilik kurumuyla bağdaşmayacak şeyler yapmaya hevesli olabiliyordu karakterlerim. Hem söz dinleyen tiplerdi hem de iç sesleri hariç kimseyi ciddiye almayacak kadar avare tiplerdi. Dahi kadınların dünyasını yarattığımı düşünüyordum yazarken. Bu dünya dahi erkeklerin dünyasından farklı olmalıydı. Yoğun çelişkiler barındıran, konuşkan bir dünyaydı orası. Kendi kendilerine anlata anlata karar veriyorlardı. Sesleri önce içlerindeydi. Bu gürültü dışardan anlaşılmasın da istiyorlardı. Önce kendileri gürültülerine alıştılar. Sonrası kolay oldu.

Porselen Bir Mevzu, Gökçe Bilgin, 164 syf., İletişim Yayıncılık, 2021. 

Romanın önemli bölümü taşrada geçiyor. Taşra sıkıntısı nedir sizin için? Taşra, sadece kitap okuyan ve ‘aydınlanan’lar için mi bir sıkıntı mekanıdır?

Çocukluğum taşrada geçti. Yalnız bir çocukluktu. Aile bireyleri dışında arkadaşım yoktu. Rus romanlarındaki gibi bir aydınlanmadan bahsedemem fakat iç dünyamla uğraşmaya erken yaşta başlamamda etkisi olmuştur taşranın. Yorucu ve sıcaktı taşra, tüm gün yapılması gereken işler vardı. Daha erken uyuyup daha erken uyanmak gerekiyordu. Hayvanların bakımı, evin temizliği, çocuklarla uğraşmak, tarlada çalışmak gerekiyordu. Evlerde kitap köşeleri yoktu. Okumak ve bir şeyler hakkında konuşmak erkeklerin, çok az erkeğin sahip olduğu bir şeydi. Yaşadığım taşrada insanlar sadece çok çalışırdı, daima yapacak bir işleri olurdu. Küçük kadınların, çocukların, bebek olmayan herkesin çok çalışması gerekiyordu. Durup dinlendiklerinde, tuvalete gittiklerinde ya da uyumadan az önce kimi şeyleri düşlemeye ve istemeye zaman bulmuşlardır belki de.

'CİNSELLİĞİN DÜNYA EDEBİYATINDA BİLE YETERİNCE GÖRÜNÜR OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYORUM'

Zümrüt’lerin cinsel hayatlarına, cinsellikle ilgili hislerine ve düşüncelerine de yer vermişsiniz romanda. Türkiye edebiyatında kadın cinselliği yeterince ve gerçekçi bir şekilde yer aldı, dememiz mümkün mü sizce?

Cinselliğin dünya edebiyatında bile yeterince görünür olmadığını düşünüyorum. Okuduğum kitapların çoğundaki karakterler sevişmeyi sevmezler. Dünyayı değiştirmek ister karakterler ama biriyle yakınlaşmak istemezler. Her yere girmek isterler ama iki bacağın arasını dolduran sıcaklığı ve soğukluğu ifade etmeyi ucuz bulurlar ya da tercih etmezler. Böylece cinsellik kapalı ve ulaşılmayan gizli bir alan olarak hikâyelerin tam orta yerine oturur. Kadının saçıyla oynaması baştan çıkarabilir kahramanı mesela. Bu aslında komiktir. Birazcık düşününce bunu komik buluyorum. Yaratılmaya çalışılan gizemle dalga geçmeye başlıyorum. Açıkta olan bir memeyi kazağın altında durandan daha gizemli buluyorum. Yaptığımı özel bulmadım, ben sadece gereksiz ve komik görünen gizemden olabildiğince uzak durmaya çalıştım.

Roman, ‘kitaplar ve kitapların insanın hayatını değiştirmesi üzerinedir’ de diyebilir miyiz? Bu soru, okumanın sizin hayatınızdaki yerini de merak ettiriyor. Kitapla tanışmanız ve devamı hakkında ne söylemek istersiniz?

Roman okuruna iyi gözle bakmıyorum. Bütün hayalperestler kesin şu roman okurları arasından çıkıyordur. Şu kendini elindeki romana kaptırmış olan tiplerden bahsediyorum. Sayılarının çok olduğunu düşünmüyorum, neyse ki azlar. Okumak benim için daima bir ödev, mutlaka yapmam gereken bir ödev gibidir. Sıklıkla bu ödevi yeterince ve iyi yapmadığımı düşünüp kızarım kendime. Günüm ya okuyarak geçer ya da okumadığım için pişmanlık duyarak. Sıklıkla okumuyor olurum. Uyumadan kısa bir süre önce, 'yarın daha iyi okuyacaksın Gökçe', derim kendime.

Roman, içsel yolculuklara çıkarıyor okuru. Dış mekan, yardımcı karakterler ve ‘aksiyon’ hep içsel olanda varlık bulabiliyor. Bunu demek istiyorum ancak ‘yazar ne düşünüyor bu konuda’, diye merak da ediyorum. Dışımız içimizin bahçesidir. Karakterlerimin bahçesi biraz karışıktı, tıpkı hayat gibi. Yeterince başımızı uzatıp görmeye çalışırsak her şeyin iç içe geçtiğini ve epeyce karışık olduğunu görürüz. Peki karışık olana hazır mıyız ya da karışıklık dikkate değer midir? Bir sürü kitabın peşine takılıp büyük hayaller kurmuş olabilirim. Bir iç yolculuk istedim ama olup olmadığı ancak okurun yanıtlayacağı bir sorudur artık.