YAZARLAR

Gizli oy, açık utanç, müşterek umut

Nesini eleştireceğiz AKP’nin? Bundan sonrası adil yargı önünde hepimize hesap vermeleri için neler yapabileceğimizi düşünüp planlamaya kaldı. Ama bunun için bile bugünün ana akım muhalefet partilerini itelemek zorundayız. Ne yazık ki! Dedim ya, yapmamız gereken tek şey, şöyle derin bir nefes alıp kuvvetlice ve hep birlikte üflemek. Ama o nefesi ille de birlikte almamız ve birlikte üflememiz lazım.

AKP’ye tek bir kez bile oy vermedim. O konuda içim çok rahat. Kendimi bildim bileli, -ki kendimi öğrenmeye bugün MHP ve AKP’yi oluşturan kesimlerin inşa ettiği toplumsal bağlamda başladım- “hadi oradan” dışında cevap verdiğim herhangi bir siyasi önermeleri olmadı. Sırf aralarında büyüdüm diye yaptıkları her haksızlığa, adaletsizliğe olanca gücümle karşı çıkmayı da boynumun borcu bildim. Siyasi ya da ideolojik olmanın ötesinde etik ve ahlaki bir derdim vardı onlarla. Gene var ve hep olacak. İçine doğduğum, toprağında büyüdüğüm her ne varsa kuruttukları; kelimeleri, cümleleri ve duaları bile ağız yakacak denli zehirledikleri için.

AKP, gecekondu mahallelerini, “kentsel dönüşüm” tezgâhıyla yıkmaya başladığında, “Allah Allah, bir siyasi hareket, içinde büyüyüp serpildiği dünyayı, kendi evini niye bu kadar hırsla ve hınçla yıkıp dağıtır ki?” sorusunun peşine takılıp kendileri için kurdukları dünyayı anlamaya çalıştım. Yaptıkları şey memleketi, damındaki demir filizleri fırsat bulununca yeni kat çıkmaya hazır vaziyette açık duran bir apartkonduya çevirmekten ibaretti. Yani tam da şehre işçi olarak gelmiş ve konut hakkı ihlal ve ihmal edilmiş babasının başını sokmak için yaptığı gecekondudan başka sınıf atlama sermayesi olmayan bir mirasyedi evladın yaptığı şeyi yapıyorlardı. Bütün memleket sathını kendilerine babalarından kalan bir gecekondu arsası gibi görüyor ve öyle değerlendiriyorlardı. Hepsi bu.

Yalnız yaşadığımız şehirleri değil, dini de TOKİ’leştiriyorlardı. TOKİ demek beton, rant ve borçlu/bağımlı kitleler demekti. Din de onların ellerinde bu “yatırım”ları kutsamaya yarıyordu. Alabildiğine küçük nüfuslu bir zümre “hayrına” rant üretmek için dağı taşı betona buluyor, bu yolla borçlu/bağımlı hale getirdikleri kitleleri avutmak için de Allah, kitap, bayrak, vatan, artık dağarcıklarında ne varsa sayıklıyorlardı. Sonra o borçlu/bağımlı kitlelerin muhtaçlığına dayanarak daha fazla beton atıyor, daha fazla rant elde ediyor ve daha büyük kitleleri borçlu/bağımlı hale getiriyorlardı. Ve tabii Allah, kitap, bayrak, vatan demeye de daha çok ihtiyaç duyuyorlardı. Taife-i AKP’yi radikalleştiren şey de buydu. Bastıkları yerde ot bitmediği gibi, dokundukları her şey çimentoya kesiyor, dillerine değen her kelime de piyasa virüsüyle hastalanıp ölerek mundar oluyordu.

Yıllardır bunları yazar ve söylerim. Ama artık bunları yazmanın, anlatmanın bir manası yok. Hepimiz, her birine şahidiz. Harç bitti, yapı dağılıyor. Açık ve net bir şekilde bir dönemin sonunu yaşıyoruz. Sömürebilecekleri hiçbir şey kalmadı. Yarattıkları borçluluklar ve bağımlılıklar da iyice kırılganlaştı. Görüyorsunuz, kurdukları suç ortaklıkları bile iflas ediyor. Hem de büyük bir gürültüyle. Midemizin bulantısını sarkazma, acı şakalara yaslanarak gidermeye çalışıyoruz. Birçoğumuz bu manzaranın ortasında kalakaldığı için kendisine duyduğu acıma hissini, “bu toplum böyle, buradan başka bir şey çıkmaz”larla telafi ediyor. Hülasa, kulak arkalarımız bile satıldı. İmanımız gevredi.

Haşmetlu saray taifesinin yüksek sayelerinde dinin ve dindarın itibarının, o dine inananlar dahil ve hatta başta olmak üzere, ahali nezdinde bu kadar “sıfırlandığı” başka bir döneme şahit olmadı şu an hayatta olanlar. Ama tarih meraklıları Osmanlı’nın yıkılış sürecinde de dinin, din adamlarının ve cemaatlerin tam olarak bugün AKP için gördükleri işlevi üstlendiklerini, hem o dönemde hem de Cumhuriyet’in kuruluşunda ortaya çıkan tutkulu laiklik ve sekülerleşme arzusunun da temelini böylece attıklarını bilirler. Bu nedenle ne hukuki bir doktrin olarak laikliğin ne de bireylerin gündelik hayatlarında kamusal işlerini görürken yaslandıkları bir etik çoğulculuk imkânı olarak sekülerliğin kökü dışardadır. Kelimeler ve hatta yasa metinleri çeviri bile olsa, o kelimelere ve yasa metinlerine duyulan ihtiyaç gayet yerli ve topyekûn bir ikrah duygusunun tezahürüdür. Her ikisinin de kökleri bulunabilir “bin yıllık” devlet geleneği ve ortak yaşam tecrübelerimiz içinde. Devletin kendi bekası için ahaliyi birbirine kırdırmadığı her tarihsel bağlamda her ikisinin de izleri rahatlıkla sürülebilir. Taaa Abbasi Halifesi’ne kiralık asker olmak suretiyle devletlu vasfı kazanan Tuğrul Bey’den, bugün onları bayraklaştıran “yerli ve milli”lerin modernist karakterlerini ısrarla inkâr ettikleri II. Mahmut ve II. Abdülhamit’e kadar.

Neyse. Ne diyordum? AKP’ye hiç oy vermedim. Yani başlıkta sözünü ettiğim ve burada özeleştirisini vermeye çalıştığım utanç verici gizli oy o değil. Yukarıdaki paragraflar AKP’ye neden asla oy vermediğimi, beni bundan neyin alıkoyduğunu ifade etmek içindi. Kendilerini iyi tanırım. Bu nedenle herhangi bir şekilde, herhangi bir işlerine eyvallah demedim, demem. Aksine, görünenin altındakine dair anlayabildiklerimi dilim yettiğince anlatmayı yalnız siyasi değil, etik bir yükümlülük olarak gördüm.

BİR ÖZELEŞTİRİ

Ama verdiğim bir oydan ölümüne utanıyorum. Aklıma her geldiğinde başım yere eğiliyor, yüzüm kızarıyor. O da 2014 yerel seçimlerinde oldu. Şimdi artık serbest bırakabilirsiniz kahkahanızı. İtiraf ediyorum, Mustafa Sarıgül’e oy verdim. Hem de “tatava yapma bas geç” sloganını ilk duyduğum andan itibaren, “bu ne biçim iş, kim, ne hakla söyler böyle bir şeyi” diye isyan etmeme rağmen. O esnada Şişli’de yaşıyordum. Sarıgül’ün yarattığı rant tertibatının elbette farkındaydım. Nasıl olmayayım? Dedim ya, kentsel dönüşüm tezgâhını çalışıyordum zaten. İstanbul yerel seçimlerinde hem büyükşehirde hem ilçelerde gösterdikleri adaylar yüzünden HDP’ye o kadar kızgın olmasam gene oy vermezdim Sarıgül’e. Niye mi kızmıştım? Diyarbakır’dan aday çıkarırken gösterdikleri özen ve isabetin binde birini bile esirgemişlerdi İstanbul’dan. Elbette kazanamayacakları belli olan yerlerde ortaya koydukları boşvermişliği anlardım. Ama kazanabilecekleri bir yer vardı; Beyoğlu. Sırrı Süreyya Önder’i, Gezi İsyanı’nın anısı ve enerjisi capcanlıyken Beyoğlu Belediye Başkanlığı’na aday gösterseler orayı “söke söke” alırdık. Şişli’de otursam da koşa koşa gider çalışırdım onun kampanyası ve Beyoğlu için. İstanbul nasılsa kaybedilecekti. Bilmiyor muyduk yani? Ama birkaç sağlam ilçe belediyesi üzerinden öyle güzel dayanışır ve direnirdik ki İBB’ye hep birlikte. CHP de kaybedecekti İstanbul’u, Sarıgül’ü aday gösterdiği anda belli olmuştu bu. Akıl bunu diyordu ama, ah o çaresizlik. Utana sıkıla, elim yana yana verdim o oyu. Sebebi CHP’yi tanımamamdı. İçimde toplu iğne ucu kadar bir yerden, belki bir bildikleri vardır, sesi geliyordu. Parti içi dengelerle ilgili bir dolu şey söylendi, bütün argümanlar mesnetsiz ve çelişkilerle doluydu. Sarıgül bir çeşit şantaj mı yapmıştı ne? CHP de “nasılsa kazanamaz” deyip Şişli’yi Sarıgül’den kurtarmak istemişti, falan. İstanbul’u verip Şişli’yi mi almıştı yani? O ne mantıksızlıktı öyle?! Doğrusu CHP’nin içinde ne olduğu beni hiç ilgilendirmiyordu.

Aynı yıl Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanlığına aday gösterdiklerinde dersimi almıştım çoktan. “Nasıl olabilirdi böyle bir şey!” Yapabileceğim her tatavayı yaptım. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstermek kadar AKP’ye yarayan bir şey yoktu çünkü. Erdoğan’ın karşısına bir “Çakma Erdoğan” adayıyla çıkmışlardı. Erdoğan’ın biraz daha kitap okumuş bir versiyonuyla. Dedim ya, öbür tarafı iyi tanıdığım için bu hamlenin AKP’ye yarayacağından adım gibi emindim. Ayrıca beni bir daha, verdiğim oyla rezil etmelerine izin veremezdim. Belli ki bildikleri bir şey de yoktu. 2018’de Muharrem İnce’ye de oy vermedim. Gene itiraf ediyorum, seçim ikinci tura kalsaydı ya da Akşener aday olup Millet İttifakı oylarını bölmeseydi oy verirdim. Aday’ın İnce olduğu bir durumda Akşener’in adaylık arzusundan vazgeçmemesini de çok görmedim doğrusu. Gönlüm cezaevindeki cumhurbaşkanı adayına, Selahattin Demirtaş’a oy vermekten yanaydı, öyle de yaptım. Kazanamasa bile yalnız olmadığını, ondan vazgeçmediğimizi göstermenin bir yoluydu bu. Yine de bir yandan gözümle ve aklımla durumu kavramaya çalışıyordum. İnce ve CHP’nin seçim gecesi hepimize yaşattıkları sayesinde pişmanlık duymaya da vaktim olmadı. O geceyi de asla unutmayacağım. Böğrüme koca bir öküz gibi yerleşti olup bitenler. Hatırladıkça her neredeysem oradan koşarak uzaklaşmak istiyorum. Yenilgisine sahip çıkmayı beceremeyenlerin zaferinden ne hayır gelirdi ki? Sahi konuştuk mu o geceyi yeterince? Nasıl çöktü CHP’nin öncülük ettiği izleme merkezi? Becerilemeyen tam olarak neydi? Teknik altyapı mı? Hiç sanmıyorum...

ESKİ DEFTERLER

İki hafta kadar önce Sedat Peker’in aslında Korkmaz Karaca’yı takdim ederken söyledikleri, doğrudan doğruya CHP ile ilgiliydi. Tıpkı, Süleyman Soylu’yu takdim ederken söylediği her şeyin doğrudan doğruya Erdoğan’la ilgili olması gibi. Baykal kasetinin, kamuya faş edildiği tarihten daha önce ortalarda dolaşmaya başladığı ve pazarlık(!) konusu yapıldığı ihtimali çıktı ortaya. CHP henüz bu konuda bir açıklama yapmadı. Bildiğim kadarıyla Baykal da konuşmadı. Sanki böyle bir şey olmamış gibi davranmayı seçtiler ve bu açıdan hakikaten iktidar partilerini andırıyorlar. Ortada danışıklı dövüşe dayanan bir muhalefet anlayışı vardı demek ki o dönemde.

“Kentsel dönüşüm” tezgâhına ve TOKİ’leşmeye takıntılı biri olarak aklıma gene 2004’te AKP’nin hazırladığı Kamu Reformu Yasa Tasarısı esnasında CHP’nin yaptığı ateşli muhalefet geldi. Çünkü o tasarı geçseydi TOKİ diye bir şey olmayacaktı. Yerel yönetimler, AB standartlarında bir özerkliğe sahip olacakları için, yerel muhalefet aracılığıyla belediyelerin yapabilecekleri birçok işe müdahale etme şansımız doğacaktı. Ve merkezi devlet bu kadar semirip kanımızı ememeyecekti. Çünkü siyasi yetki ne kadar yerelleşirse, yerel muhalefet de o kadar etkinlik kazanır ve merkezi dengeler. AKP’nin o yasa tasarısını hazırlarken iki amacı vardı. Olur da bir darbeyle merkezi iktidarı bırakmaları gerekirse nasılsa yerel yönetimlere dönebileceklerini düşünüyor, kendilerince geleceğe yatırım yapıyorlardı. Ayrıca AB’ye verdikleri sözlerden birini yerine getiriyor, yani takipçisi olacaklarını söyledikleri uyum sürecinde bir aşama kaydetmek üzere göstere göstere risk alıyorlardı. CHP, mevzuyu “ülkenin bölünmez bütünlüğü” ve “üniter yapı” nokta-i nazarından ele almıştı. Oysa sosyal demokrat bir partinin siyasi gücün ve devlet erkinin yerele yayılmasını arzu etmesi gerekirdi. Ama tabii CHP’nin, iktidarda AKP varken o türlü bir sağa çekmesi kaçınılmazdı. Niye kaçınılmazdı sahi? Neyse!

Sonunda dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer eliyle yasa tasarısı gündemden düşürüldü. AKP bir daha asla o tasarıyı meydana çıkarmadı. Çünkü, CHP’nin ateşli muhalefeti sayesinde AB’ye, “gördünüz mü, şimdilik burada duralım, bu engeli aşamıyoruz” deme şansı elde etmişlerdi. “Ay biz de aslında gücün tamamını elimizde tutmak isteriz, yasa tasarısının geçmemesi gayet işimize geldi” diyecek halleri yoktu ya. Siyasi erki yerelleştiremeyince ne mi yaptılar? Merkeze alabildiğine yapıştılar. TOKİ de o yapışmanın mıknatısı oldu. Yerel yönetimlerin birçok yetkisi artık TOKİ’de. Hani arada bir deniyor ya, “ne yapsın İmamoğlu, ne yapsın Yavaş, hökümat izin vermiyor ki?” diye. Hah işte ben de diyorum ki, buralara kolay gelmedik. İktidarıyla, muhalefetiyle emek emek oluşturdular bu örüntüyü.

YENİ DEFTERLER

Şimdi artık zurnanın zırt dediği yerdeyiz. Rüzgâr döndü, fırtınaya dönüşmek üzere, belki bir kasırga da bekliyordur hepimizi. Hal böyle iken şimdi muhalefeti eleştirmenin vakti mi?

Hem de tam vakti. Ya şimdi konuşacağımız ya sonsuza kadar susacağımız, susturulacağımız bir vakitteyiz. Çünkü apaçık ortada gelecekte ne türlü bir iktidarla uğraşmak durumunda kalacağımız. Görmemek için de her şeyden, herkesten, gelecekten umudu kesmek lazım. AKP ve MHP ile sağcılıkta ve devletçilikte yarışan bir CHP-İYİP iktidarıyla uğraşacağız şu ya da bu şekilde. Bir yandan iktidardaki ile (son derece yanlış bir taktiği takip ederek) iktidarın dilinden yarıştığı ve kendisini onun çakma versiyonuna dönüştürdüğü için, bir yandan İYİP’le ittifakı sebebiyle iyiden iyiye sağa çeken ve hatta oraya park etmeye niyetli bir CHP, CHP’nin klasik seçmeni de dahil hiç kimsenin derdine çare olamaz çünkü.

Üstelik merak etmeyin, muhalefete yönelik hiçbir eleştiri AKP’ye yaramaz. Eskiden de yaramazdı. AKP’ye yarayan bütün o şeyleri bizzat muhalefet partileri yaptı, onları eleştirenler değil. Neyse ki artık AKP’ye yarayabilecek hiçbir şey yok, gerçekten gidiyorlar. Belki din kitaplarında anlatılan türde bir kıyamet kurtarabilir onları, ama iktidarda tutarak değil, bu dünyada hesap vermelerine mahal bırakmayarak. Şöyle derince bir nefes alıp kuvvetlice üflemek lazım bulundukları yere doğru. Ama işte Millet İttifakı’nın ana aksını oluşturduğu muhalefet o nefesi ancak birlikte alabileceğimizi, şu anda yapmaları gereken yegâne işin, herkesin, kendi olduğu yerde ama yine herkesle birlikte nefes almasını örgütlemek olduğu gerçeğini yalnızca inkâr ediyor. “İktidara yarar” diye kendilerine yönelik eleştirileri olduğu kadar, AKP-MHP operasyonlarının yarattığı öfkeyi dile getirenleri de susturmayı, sakinleştirmeyi tercih ediyorlar. Toplumun kendisini ifade edeceği tüm kanalları “ama AKP’ye yarar” tıpasıyla kapatma işgüzarlığı bütün vakitlerini alıyor.

2019 yerel seçimlerinde Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyelerini almalarını sağlayan taktiğin, şimdi de işe yarayacağını zannediyorlar herhalde. Ama yaramıyor. Yaramayacak. Ayol üstünden herkesin kendini köşesinde terk edilmiş hissettiği, buna artık kesinlikle kanaat ettiği bir salgın geçti. Bitmeyen ekonomik kriz, kayıp milyarlar, suç ortaklarının ifşaları, bütün bir “millet”i Uluslararası Tahkim’le tehdit eden bir cumhurbaşkanı... Emin milleti batağa sürüklediği borçlar ödenirken etrafta olmayacağından. Belki de bu yüzden bu kadar ısrar ediyordur herkesi borçlandırmakta. Şanzımanı dağılmış, zembereği boşanmış bir iktidar var ortada. Topluma, “uhulet ve suhulet”le davranma telkininde bulunansa muhalefet. Elbette ne hak-hukuk ne anayasa tanıyan bir iktidarla sokakta hesaplaşmanın bedeli herkes için çok ağır olacaktır. Fakat Meclis’teki muhalefete düşen, insanları iktidarın yaptığı gibi evlerine tıkmak ve susturmak değil, o muhalif enerjinin örgütlenip akabileceği kanallar yaratmaktır. Yapıyorlar mı bunu? Topluma umutla, hevesle tartışabileceği bir şey, birlikte hayal kurabilecekleri ortamlar sağlayabiliyorlar mı? Emin olun AKP gidecek, ama bunu yapamayan bir muhalefet zafer kazanmış olacak mı? Nasıl yönetecek Türkiye’nin her biri derin birer yaraya dönüşmüş krizlerini? Daha evvel derdik ya: AKP kaybetti ama muhalefet de kazanmadı diye. Önümüzdeki ilk seçimde, ilk andaki sevincin hemen ardından gene aynı cümleleri etme ihtimalimiz var ne yazık ki...

Muhalefete yönelik her eleştirinin (hele bugünlerde) nasıl bir öfkeyle karşılandığını görüyor ve sebebini de gayet iyi anlıyorum. Mevcut anaakım muhalefet partileri insanların çaresizliklerine o kadar çok yatırım yaptılar, önümüze çıkardıkları adaylar, stratejiler ve siyasetlerle öyle büyük başarısızlıklara imza attılar ki kimimiz niyetlerini sorgular oldu. Kimimiz ise tek çaremizin ne olursa olsun onları desteklemek olduğunu düşünecek kadar karamsarlığa büründü. Niyet okuyarak siyaset yapılabileceğine inanmıyorum. Sonuçta her siyasetçinin başlıca niyeti iktidar olmaktır ve bu yeterince kötü bir niyettir bireysel etik zaviyesinden baktığımızda. Önemli olan siyasetçinin iktidar olma niyetiyle kendisinin değil, bizim ne yaptığımızdır. İktidar olmak isteyen herkesin niyetleri iyice okunmalıdır elbette, ama iktidar isteğinin o niyetleri müzakereye açık tuttuğu da akıldan çıkarılmamalıdır.

UMUT FİLİZLERİ

Öte yandan, Millet İttifakı’nın ancak hiçbir zaafını konuşmadığımızda iktidar olabileceğini düşünenler kadar umutsuz olmayı da reddediyorum. Çünkü böyle düşünenlerin “tatava yapma, bas geç” dedikleri her durumda utanç verici yenilgiler yaşadık hep birlikte. Payıma düşeni yukarıda anlattım. Ha, ama CHP’den şunu öğrendiğimi de söylemem lazım. Sayelerinde oyumla aramdaki duygusal ilişki bitti. Onu bir pazarlığın konusu yapmayı ve siyasete dahil olmak için başvurabileceğim diğer yollardan ayırmayı öğrendim. Şundan gayet eminim. Cumhurbaşkanlığı seçiminde, AKP-MHP koalisyonunun adayı karşısında yarışı kim önde götürüyorsa oyum ona gidecek (Gönlüm Kılıçdaroğlu’nun aday olmasından ama bunun için bu ara ürettiği bütün söylem çeşitlemelerinden kurtulmasından yana). Fakat milletvekili seçiminde oluşmasını umduğum sol ittifaka oy verecek, hatta müsaade ederlerse çalışmalarına da destek olacağım. Niye mi? Millet İttifakı partilerinin iktidarda, güçlü bir solun ise muhalefette olduğu bir siyasi denklem belirmeye başladı. Bu belki de son 100 yılın en umut verici gelişmesi. AKP’den geriye muhalefet edecek kadar bile bir siyasi güç kalacağını sanmıyorum. Yere düşen bir büyük ve çürük karpuz gibi parçalanacaklar. Herkesin birbirinin en derin suçlarını bildiği yerlerde böyle olur. Suç ortaklığı kavi bir ortaklıktır, doğru, ama o denli kavi olduğu için de dağıldığında herkes için yıkıcı olur.

Fakat Millet İttifakı’nın sürükleyici gücü olduğu bir devlet bağlamı, hele o devlet bunca merkezileşmiş ve çürümüş vaziyetteyken, hiç de kolay dengelenemez. Bu kadar güç, eline geçtiği herkesi yakıcı bir ateşe dönüştürür. Üstelik Millet İttifakı’nın siyasi simaları fazla tanıdık ve çok eskiler. Dolayısıyla onların idaresinde, AKP öncesi devletin yeni bir versiyonuyla karşı karşıya kalma ihtimalimiz de var. İyi ama AKP’yi doğuran da, AKP öncesi devlet değil miydi? İki aydan beri dinlediğimiz yeraltı ifşaları AKP’nin bir devlet projesi olduğunun kanıtları değil mi? Yani her kim bu devletin iktidarına gelirse, onunla yine hep birlikte uğraşmamız gerekecek. Çünkü, siyasiler anlamadıkları için beğenmeseler de, Türkiye’de örgütlü-örgütsüz toplumsal muhalefet onların her birinden ve toplamından çok ilerde. AKP’nin, şişeden 2013’te Gezi İsyanı’yla çıkan cini geri sokma girişiminin sonuçlarını yaşıyoruz hep birlikte. O zamandan beri direniyor toplum, hem de her yerde. Dolayısıyla direnci iyice arttı ve AKP öncesi devletin sınırlarına da sığmayacak. Bugün muhalefette, ama belli ki yarın iktidarda olacak siyasi partiler o dirençle ne kadar etkileşim içine girerlerse o kadar hızlı ve kolay olacak AKP dönemini, AKP öncesi döneme benzeme tehlikesine düşmeden geride bırakmak. Mehter yürüyüşünün alemi yok artık.

Hal böyle iken, AKP’yi eleştirmek kadar beyhude iş yok şu anda. Çünkü ne kendilerini ne da başka bir şeyi değiştirecek güce sahipler. Artık o tarafa baktığımda, yola atılmış bir elma eşeleğini sarmış sinekler görüyorum sadece. Nesini eleştireceğiz AKP’nin? Bundan sonrası adil yargı önünde hepimize hesap vermeleri için neler yapabileceğimizi düşünüp planlamaya kaldı. Ama bunun için bile bugünün ana akım muhalefet partilerini itelemek zorundayız. Ne yazık ki! Dedim ya, yapmamız gereken tek şey, şöyle derin bir nefes alıp kuvvetlice ve hep birlikte üflemek. Ama o nefesi ille de birlikte almamız ve birlikte üflememiz lazım. Bu da partili muhalefeti pamuklara sarmalayan kirpivari tarafgirlikle olmaz. CHP’nin geçmiş 20-30 yılın sağlam bir muhasebesini yapması, İYİP’in kendine çekidüzen vermesi ve sekterlikten kurtulması gerekiyor bir an önce. Yapmadıkları her muhasebe ayaklarında birer pranga ve bunca yavaş, ağır kanlı ve hareket kabiliyetinden yoksun olmalarının sebebi de bu.

Daha başladıkları anda “özeleştiri yapın, 20 yıldır orada ne yapıyordunuz anlatın bize” diyen herkese “öyle bir mecburiyetimiz yok, dizlerimizin üzerine çöküp af mı dileyelim?” diyen Deva ve Gelecek partilerinin halleri ortada. Af dilemeleri gerekmiyordu ama bize hangi yanlışlara, suçlara ortak olmaktan neden vazgeçtiklerini söylemelilerdi ki, biz de vicdanımızda tartalım onları. Yapmadıkları her özeleştiri, siyasi duruşlarına bir ikirciklilik olarak yansıdı ve iddialarının çok gerisinde bir yerlerde takılıp kaldılar. Kendilerine elbette güvenmiyorlardı, çünkü iyi biliyorlardı nelerin ortağı olduklarını. Topluma da güvenmediklerini susarak ve özeleştiriden kaçarak gösterdiler. Bu nedenle siyasetteki etkileri sınırlı kaldı. Öyle bir dönemdeyiz ki, o hiçbir şeyden anlamadığını, hiçbir şeyin iyisini hak etmediğini düşündüğünüz toplum, sırtındaki küfede geçmişte kırdığı fındıkların kabuklarını taşıyan kimseye yüz vermiyor. “Şu suçlara ortak oldum, pişmanım” diyeni de yalnız dinlemekle kalmıyor, (bence ne yazık ki biraz fazla kolayca) af bile ediyor. Bu, içinde olduğu dönüşümü yavaş ve fazla kurban vermeden tamamlama arzusunun yarattığı bir tür “feraset”in sonucu olsa gerek. Göreceğiz zamanla neye evrileceğini.

Hülasa, eleştirilmek her siyasi hareketin hakkıdır ve ancak eleştiriye açık olarak kendisini iktidara taşıyacak esnekliği kazanabilir siyasi partiler. “Tatava yapma, bas geç” denilerek girilen her seçim, her siyasi manevra baştan kaybedilmiştir; çünkü müşterek akla, çabaya, heyecana sırtını dönmüştür, oralarda onaylanmayacağını gayet iyi bilmenin verdiği muhafazakârlıkla malûldür. Hal böyle iken ve hüznümüze, kederimize, yasımıza umudu katarak elde edebileceğimiz ortak bir zafer varken, bıkkınlığımızı, yorgunluğumuzu, öfkemizi, sabırsızlığımızı karamsarlığın dikenli paketine tıkıştırmanın ne alemi var?


Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.