YAZARLAR

Gitmek mi zor, gideni anlamak mı?

Göç etme fikri aklına bir kere düştükten sonra ondan artık kurtulamayanlardan, “kendi değişimimi gerçekleştirmek zorundaydım” diyerek “gidenlerden” biri olan Gökhan Kutluer, zaman zaman düştü, ama bir süre sonra yeniden kalktı. Bisikleti çalındı, açlıkla sınandı, ama ışık hep içeri süzülerek onu ayağa kaldırdı.

''Her insanın gitmeye hakkı vardır,

onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir.''

Amin Maalouf

Samed Behrengi’nin kaleminden çıkan ve dünyanın en devrimci balıklarından biri olan Küçük Kara Balık, “Ben bilmek istiyorum” der. “Hayat gerçekten bir avuç yerde durmadan dönüp durmak, sonra da yaşlanıp gitmek mi; yoksa bu dünyada başka türlü yaşamak da mümkün mü?”

Açık denizleri ve farklı akarsuları merak eden, bu dünyada başka şekilde yaşama seçeneklerini sorgulayan, yola koyularak korkularının üzerine gitmek isteyen cesur gençler var. Yola çıkmak isterler çünkü o derenin nerede bittiğini ve oradan nasıl denizlerin başladığını bilmeleri gerekir.

Son yıllarda yurtdışına gidenlerin gitme süreçleri ve oradaki yaşantıları hakkında genellikle çevremizden işittiğimiz veya bizzat tanık olduğumuz kişisel yaşam öyküleri üzerinden fikir sahibi olduk.

Kimisi bunları Y veya Z kuşağına atfedilen davranış kalıplarına yoruyor; kimisi bir kuşağı anlamanın aslında ülkenin içinden geçtiği dönemin parametrelerini anlamakla eşdeğer olduğunu anımsatıyor.

Ancak bunların kitaplaştırılması, suya yazmak yerine kağıt üzerinde iz bırakması, hayal bu ya, gelecekte gençlik politikalarına veya yürütülen AB destekli projelere etki etmesi açısından anlamlı ve kıymetli.

Çünkü tüm bu göç hikayeleri aslında gençlerin ve dolayısıyla da bizim yaşadığımız zamanın ruhunu anlamada bir araç.

Sosyolojinin babası kabul edilen İbn Haldun, Mukaddime’de aslında kuşaklara dair çok net bir tespitte bulunur: “Geçmiş geleceğe, suyun suya benzediğinden daha çok benzer.” Dolayısıyla, her giden genç, aslında bir önceki kuşağın eksikliğini, bir önceki kuşağa dair kendi eleştirilerini kapatmak, bir önceki kuşağın gerçekleştiremediği hayallerin peşinden gitmek için de gider.

Göç etme fikri aklına bir kere düştükten sonra ondan artık kurtulamayanlardan, “kendi değişimimi gerçekleştirmek zorundaydım” diyerek “gidenlerden” biri olan 37 yaşındaki Gökhan Kutluer’in hayatından damıttıklarından oluşan Türkiye’den Gitmek’in üçüncü baskısı tükeniyor.

Türkiye'den Gitmek, Gökhan Kutluer, 246 syf.,Yitik Ülke Yayınları, 2019

Gökhan, Türkiye’den özellikle son 10 yılda göç etmeye karar veren, ağırlıklı olarak toplumsal sebeplerden motivasyonunu alan gençlerden biri. O, kendi tabiriyle “İtalya’ya kapağı atanlardan”. Onun gibi gidenler arasında doktorlar, mühendisler, öğrenciler, akademisyenler de var.

Çoğunun da ulaşmak istedikleri şeyler, çok yüksek ve lüks hayat standartları değil. Sadece daha özgür, daha sevecen, daha az kaotik ve daha insan onuruna yaraşır yaşam standartları... İyi yaşam arzuları var. Geleceğe yönelik düş kurma yetilerini geri kazanmak istiyorlar. Demokrasi ve hukuk devletine duyulan özlem, iyi bir gelire sahip olma, çocuğuna iyi bir kamusal eğitim verme arzusu var.

Gökhan, gitmeye karar verme sürecini, gidişini, yerleşme sürecini ve sonrasını anlattığı bu kitap sayesinde iyi kalpli insanlarla tanıştığı, benzer dünya görüşüne sahip okurlarla bir araya geldiği, yalnız olmadığını gördüğü, kendisini plazalar içinde ve kartvizitler üzerinden yükselme üzerinden değerlendiren insanların başarı kriterleri içine hapsetmediği için mutlu.

“Göçmenliğe adım atmak, yeni bir bilgisayar oyununa hangi zorlukta başlayacağınızı seçmek gibi bir şey” diyor.

İki bisiklet ve iki bavula sığdırdığı yaşamıyla derenin nerede bittiğini görmek için elindeki sınırlı kaynağa rağmen gitme kararını ise şu şekilde anlatıyor: “Denemek istiyorum. Yapamaz ve geri gelirsem; denedim olmadı der, geçerim. Böylece zihnimde koca bir keşke kelimesiyle yaşamam. Ancak şimdi denemek istiyorum. Ne kadar uzağa gidebileceğimi görmek, tek başıma en fazla neyi ya da neleri başarabileceğimi ölçmek istiyorum.”

Giderken kulağında Demir Demirkan’ın şarkı sözleri: “Bu adam gitti gider, yorgun argın. Usulca buradan göçer. Kırgın üzgün. Bu adam gitti gider.” Hemen ardından da “Çağıran bir şeyler var hep beni uzak şehirlerde” diyen Umay Umay’ın buruk sesi...

Her gidiş yolculuğunun arka planı kişiye özeldir, biriciktir, çok katmanlıdır.

Kimisinde aile bağlarının zayıflığı, kimisinde ailesinin kendisinden beklediklerini Türkiye’deki kısır istihdam ortamında karşılayamamanın verdiği hayal kırıklığı, kimisinde merak ve maceraperestlik, kimisinde de potansiyelini daha iyi gerçekleştireceğine olan inanç yatar.

Gökhan’da bunların hepsi azar azar birleşmişti. Eğitim sistemine, istihdam sektörüne, toplumsal ilişkilere, bireysel hırslara öfkeliydi. Bu öfkeyi de dindirmek yerine iliklerine kadar hissetmek, bu öfkeyi iyice tanıyarak yönetmek istedi. Böylelikle öfkeyi yapıcı bir yöne çevirebildi. Duygusal sağlamlık kasını güçlendirdi.

Gökhan, denedi. Denemeye de devam ediyor. Kuşak araştırmacısı Evrim Kuran’ın o harika tabiriyle “aklının ipiyle kalbinin kuyusuna inebildi”. İnmeye de devam ediyor. Kuyunun sonu yok.

İlk başta haritada keçeli kalemle etrafına dev bir halka çizdiği Bergamo şehrine yerleşti. Alplerin civarında, senelerce Gökhan’ın televizyonda hayranlıkla izlediği İtalya Bisiklet Turu’nun geçtiği coğrafyanın tam ortasında, ormanları, dağları, tepeleriyle adeta ona bir vahaydı burası...

Şehre adım atar atmaz telefonundaki eski fotoğrafları silmekle başladı işe, çünkü özlem duygusunu harekete geçirecek hiçbir şeyle karşılaşmak istemiyordu artık. Telefonunda olduğu gibi hayatında da artık yepyeni şeylere alan açmaktı niyeti.

O günden beri Gökhan hep bisiklet sürdü. Ernest Hemingway’in o meşhur sözünün izinden giderek, ülkenin kıvrımlarını, tepelerini, üzerinden geçtiği her karış toprağı bisiklet sürerek, bir gün kuzeye, diğer gün güneye, sonra batı ve doğuya giderek, yorgunluktan gözleri yaşarana, bacakları tutmayana dek sürdü. Bisiklet üzerinde hayatına dair en önemli kararları aldı. Tutkusu olan bisikletlerle ilgili iş alanlarının peşine düştü her zaman... Çünkü artık hayatının anlamını bunda bulmuştu.

Zaman zaman düştü, ama bir süre sonra yeniden kalktı. Bisikleti çalındı. Günlüğüne “yapayalnızım, yalnızlığım bir an olsun geçmiyor. En son ne zaman biri beni bir yere çağırdı, bilmiyorum”, diye yazacak kadar yalnızlığı yaşadı; “Zihnimde besinsizlikten kıvranıp duran bir sürü düşünceye çare ararken bir hayaletten daha fazlası olabilmek neredeyse imkansız”, diye yazacak kadar da açlıkla sınandı.

Barınma ve beslenme gibi temel ihtiyaçları gidermekte, vize süresini yönetmede sorun yaşadığı zamanlar oldu. Sırt çantasını alıp Bologna'dan Floransa'ya yürüyerek gitti. Beş günde toplam 130 kilometre yürüdü. İtalya’ya düşecek gezginler için alternatif bir gezi planı hazırladı.

Gökhan, şu anda bağ bozumu ve şarap üretim stajı için bir süreliğine Roma’dan Toscana’ya taşındı. Bir yandan da dijital pazarlama alanında kendi şahıs şirketini kurdu; süresiz oturma izni var artık. Onu hiç kimsenin tanımadığı yerlerde yapabileceklerini görmek, potansiyelini daha da keşfetmek istiyor.

Kitabı yazdığı, yani ilk aşamada bir göçmen olarak zor süreçleri yaşadığı 2016-2017 yıllarında İtalya’da yeniydi. Şimdi artık göçmenlikte sekizinci yılına girdi ve istediği, arzu ettiği kaliteli bir yaşam sürüyor. Mücadele verdi, zorluklardan geçti ama sonunda ferahlığa ulaştı. Tenis hobisine geri döndü; fotoğrafçılıktan para kazanmaya başladı. Ruhunu besleyen unsurları çoğalttı.

“Türkiye’ye geri döner misin?” dediğimde ise yanıtı net: “Türkiye'de kendimi güvende hissetmiyorum. Bir arada olduğum insanların birlik beraberlik ve bir toplum olabilme gibi konulardaki eksikliği beni ürkütüyor. Oradaki politik iklim değişmedikçe Türkiye'de yaşamam mümkün gözükmüyor. Gündelik şeyler yaparken huzurlu olmak, kimsenin yargılayan gözlerle bakmadığını bilmek bile geri dönmemek için başlı başına yeterli bir sebep.”

Kimisi geride tavşan kanı demli çayı veya bol köpüklü Türk kahvesini, kimisi anne poğaçasını, kimisi Boğaz vapurunu, kimisi Kordon’u bıraktığı için dertlidir gidenlerden... Gökhan, “gideceğim ülkenin her kahvesi zaten güzeldi,” diyor tüm duygusal yüklerinden arınarak.

Bu hayatı gerçekten istediği için onu “takıntı” haline getirdi ve hedefe kilitlendi. Kahve falları, tarot falları, bilumum kiliselerde yakılan dilek mumları da eşlik etti ona bu hedefe adanmışlığında... Kendi tabiriyle, “savaştan” önce kahinlerine danışan krallar misali, “hayalini, kaçacağı yer kalmayana kadar kovalamak” idi gayesi...

“Küçük şirkette çalışamazsın, büyük şirkette çalışamazsın, kurumsal şirkette çalışamazsın, aile şirketinde çalışamazsın. Nerede çalışırsın sen?” diye ona sitem eden babasına çocukluğundan beri kendisini kanıtlama telaşını bir yana bırakmıştı artık.

“Yaraların, ışığın içeri girdiği yerdir” diyen Mevlana’yı doğrularcasına yara da aldı, düştü de, ama ışık hep içeri süzülerek onu ayağa kaldırdı.

Gökhan, bir yandan da sosyal medya hesabı üzerinden, İtalya’nın farklı bölgelerindeki yaşantılardan, geleneklerden, gündelik rutinlerden detay paylaşıyor. Bu detaylar kah su bardağında beyaz şarap, kah Orcia vadisine karşı kurumaya bırakılmış yatak çarşaflarıyla Pienza’dan, kah Nobile yamaçlarında Montepulciano’nun siyaha çalan leziz üzümlerinden, kah Sibirya kurduyla Monte Nuvolau’ya tırmanış sürecinden veya Lago di Braies’de bir teknenin içinden oluyor. Gökhan, seyahat tutkusunu sosyal medya üzerinden takipçileriyle paylaşırken, onun bu cesur adımını izlemek isteyen gençlere de ilham kaynağı oluyor. Çünkü Z kuşağının çok aradığı “sahiciliği” veriyor onu takip edenlere...

Gökhan’ın özelinden yola çıkarak, toplumsal barışa, gençlerin taleplerine, toplumun temel açmazlarına çözüm üretecek daha fazla göç hikayelerine kulak vermemiz gerek.

Sadece bizim değil, karar alıcıların da bu tür göç hikayelerinin altını çize çize okuması, gençlere “dur gitme, kal bu şehirde” demek yerine gitme sebeplerini irdeleyerek, süregiden bu entelektüel ve beşeri sermaye erozyonunu yönetecek politika ve uygulamalar geliştirmesi gerek.

“Neden geri dönmezsin?” veya “hangi koşullarda geri dönersin?” sorularının yanıtları üzerinden, çağa uygun gençlik politikaları geliştirmeyeceksek, biz nasıl genç ülke olmakla övünürüz ki?  

Zamanının en önemli eğitim kuramcılarından John Dewey’in bile Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’ye gelerek Köy Enstitüleri’ni incelediği ve “benim düşlediğim okullar Türkiye’de kuruldu” dediği bir eğitim reformundan bugünlere nasıl gelindiğini, eğitimin neden bu denli keskin şekilde sınıfsallaştığını, her alanda olduğu gibi eğitimdeki vasatlaşmanın da ardındaki dinamikleri anlamamız gerek.

Çünkü bu vasatlaşmanın bedelini hepimiz yozlaşarak, hepimiz bıkarak, hepimiz göç ederek veya günün birinde göç etmenin hayalini kurarak ödüyoruz.

Gençlerdeki güvensizlik duygusunun ve adalet anlayışının sarsılmasının kaynağı ne?

Kendi mahallesinden olmayan gençlere ve göç edenlere yönelik ayrıştırıcı dilin sebebi ne? Gençlere parklarda özgürce oturmayı bile fazla gören kuşatılmışlığın amacı ne?

Ülkede yüzlerce üniversite varken bu üniversitelerin kaçı gençlere Batı standartlarında özgürleştirici, zihin açıcı ve “istihdam garantili” bir eğitim sunuyor?

İş başvurusunda bulunurken “forslu” bir tanıdığı olmadığı için ev genci olarak kalan, yeteneklerine göre değerlendirilmenin yani meritokrasinin artık ülkede hiçbir karşılığı olmadığını düşünen gencin yurtdışına gitme sebeplerini, insan kaynağımızı bu denli hoyratça yitirişimizi çözümledik mi yeterince?

Onları yargılamadan anlamayı, bisikletlerinin arka selesine atlayıp onlarla birlikte yeni yaşam mücadelelerinin iniş çıkışlı tepelerinde onların cesaretini gözlemlemeyi içten istiyor muyuz?

Cumhuriyetimizin 100.yüzyılını kutlarken, artık gençlerimizi 19 Mayıs’lardan geriye kalan günlerde de severek onlara daha yaşanır bir gelecek bırakmayı hedefliyor muyuz?

Gökhan ve daha nice küçük kara balığın derenin sınırlarını aşma çabasından, onların ruhlarını geri kazanma mücadelelerinden çıkarmamız gereken çok fazla ders var.

Bambu gibi esnek ama güçlü gövdeleriyle onların göç öykülerine tanıklık ettikçe, onları sabah uyandıranın çalar saat değil yeni yaşam gayeleri olduğunu anladıkça, gidenlerin “şımarıklıktan” veya “Euro ile para kazanma hevesinden” yurtdışına çıkmadıklarını daha iyi fark edeceğiz.

Bu nesli kaybedemeyiz.


Menekşe Tokyay Kimdir?

Uluslararası ilişkiler alanında Galatasaray Üniversitesi'nde lisans, Avrupa Birliği bölgesel politikaları alanında Belçika Katolik Louvain Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve Avrupa Birliği siyaseti alanında Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü'nden doktora derecesi olan Tokyay, 2010 yılından beri ulusal ve uluslararası haber ajansları için röportaj ve analizler yaptı. Uzmanlık alanları arasında AB siyaseti, Orta Doğu, çocuk hakları ve sosyal politikalar yer almaktadır. Kendisi Fransızca ve İngilizceden birçok kitabı Türkçeye kazandırdı. Aynı zamanda aylık klasik müzik dergisi Andante’de köşe yazarı olan Tokyay, bir yandan da sanat alanında önde gelen isimlerle ve müzik alanında üstün yetenekli çocuk ve gençlerle ses getiren söyleşi dizileri gerçekleştirdi.