Gerçeğin önemi

Özgür aydın bilir ki, “gerçek” yalnızca olmuş bitmiş bir olgu değildir. Gerçek, olan, olmakta olan ve oluşturulacak olan bir süreçtir.

Google Haberlere Abone ol

Mustafa Nesim Sevinç

Antikçağdan bugüne kadar, “felsefe doğruluğun araştırılması” olarak tanımlanmıştır. Bundan dolayı her zaman, her konuda önce felsefeye başvurup ilk tanımlar felsefede yapılır. Felsefeni, alanı çok geniş ve karmaşık olduğu gibi, kendi içinde değişiklikler ve ayrıklıklar gösterir. “Gerçek” ve “doğruluk” kavramları, felsefe çalışmalarının odağındadır.

İncelemelerim de, Antikçağdan günümüze kadar, “gerçek,” kavramının tanımın yapılmasının neden olduğu, çeşitli felsefelerin ayrı ayrı kuruluşunu, birbirine yakınlık ve uzaklığın olduğunu, düşünürlerin, hatta aynı görüşe sahip düşünürlerin arasında bile, “gerçeğin ne olduğu” tanımında bir uzlaşı oluşmadığını gördüm.

Hatta Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi dinlerde birbirinden çok farklı yorumlar olduğu gibi, bilimsel diyalektik materyalizme inandığını söyleyenler için de farklı yorumlar olduğunu da gördüm. Çünkü, bazı kavramların açıklanmasında zorluk çekilir. Gerçek kavramı da bunlardan biridir. Düşüncenin, bu kavram karşısındaki davranışları, bu kavrama ilişkin yargılardır. Öğrendim ki, bir felsefeyi çepeçevre anlayıp başarısını belirtmek isteyenler, özellikle o felsefenin doğruluk anlayışı üzerinden, konulara derinlemesine eğilmek zorundadır.

Nesnel gerçeğe ulaşmak hiç de kolay değildir. Öncelikle metafizik alandan çıkabilmek, ontolojik ve epistemolojik pencerelerden bakabilmek de gerekir. Ayrıca inançlarımızın, öğretilmiş düşüncelerimizin ve ideolojik bakışımızın bizi sınırlayan dar alanlarından da çıkmamız gerekir. Bunları yapmazsak, ulaşmaya çalıştığımız nesnel gerçekliği çarpıtma, onu kendi inanç ve düşüncelerimize uydurma tehlikesi ile de karşı karşıya kalırız. Çünkü insanlar, gerçeklerden çok, inanmak istediklerine inanma eğilimi gösterirler. Bu bilimsel deneylerle kanıtlanmıştır.

Gerçeklik nedir? Gerçekliğin sözel tanımı, eş deyişle bilginin nesnesi ile bağdaşması, burada sorgusuzca kabul edilmektedir. Ama bilinmesi gereken şey, her bilginin evrensel ve güvenilir ölçütünün ne olduğudur. Felsefede gerçeği araştırma yöntem ve yolları çok fazladır. Bana göre, gerçeğin araştırılması, “ne”ye gerçek, “ne”ye gerçekdışı diyebileceğimizin belirlenmesi ve süreçlerinin aydınlatılmasını da kapsamalıdır. Araştırma yapılırken, öznel ve nesnel süreçleri, duyu, duygu, düşünce, davranış ve eylem yanında nesne, olay ve olgular ele alınarak tarih bilinci, çevre koşulları, toplumsal ve ekinsel yapı analizleri ve yöntembilim üzerine çalışmanın gerekli olduğu unutulmamalıdır.

Nesnel gerçeklik bilincimizin dışında olsa bile, onu görebilmek ve algılayabilmek çok kolay bir süreç değildir. Buradaki problem, kişinin, görmek istemediklerini görmemesi, görmezlikten gelmesi, ya da yok saymasıdır. Kişi, en “doğru” ve “gerçek” yolun kendi inandığı ve bildiği yol olduğunu, diğer herkesin yanıldığını düşünür. Böylece kişinin anlayışı, bir süre sonra farklı gerçekleri duymaya kapanır, kör olur. Felsefede bilginin kapsamını, doğasını ve kaynağını araştıran, sorgulayan bir felsefe dalı olan epistemolojiye göre, “bilgi ile gerçeğin uyumu bilginin doğruluğunu” sağlar.

“Gerçek” kavramı, ancak nesne, olay ve olguların içsel, zorunlu bağıntılarını, birinden diğerine geçişi, devinimin çelişme, değişme, gelişme yasalarını ve değişimlerin “süreç” olarak kavranmasını içeren bir bilgilenme sürecinden sonra, üretimle ortaya çıkan somut ve nesnel ürün olarak tanımlanabilir. Gerçeğin araştırılması, yaşamak için ihtiyaçlarımızın karşılanması, değişen yaşam koşullarında kendimizi ve çevremizi düzenlemek, topluma bağlı olarak kendimizi geliştirebilmek için zorunludur.

Gerçeğin düşünsel yansıması “felsefe”yi, duygusal yansıması “sanat”ı, oluşturduğu gibi, eylemsel (duygu, düşünce ve etkinliğin) amaçlı birlikteliği ürünlerini de “bilim”, “teknoloji” ve “ekonomi politiği” oluşturmaktadır. İlkçağdan beri, yaşamın, gerçekler üstüne değil de, birtakım ham hayaller, boş inan ve dogmalar üstüne örgütlenmesini isteyen insan sayısı, günümüzde de az değildir. Kimisi, bunu bilgisizliğinden, kimisi cehalet ve bağnazlığından, kimisi de çıkarları yüzünden istemektedir. Gerçeklerin üzerinin örtülmesi ya da saptırılmasının neden olduğu bilinç boşluğu, geniş insan topluluklarının uyanmasını engellediği gibi, sömürülmelerine de neden olur. Diğer taraftan gerçeğin sürekli araştırılmasının, insanlığın gelişmesine yapacağı katkı da engellenmiş olur.

Gerçeği araştırmayan kişi ve toplumlar, yaşamlarını iyileştiremedikleri gibi, gelişmekte olan toplumlar karşısında, giderek varlıklarını kaybederler. Diğer bir ifadeyle gerçeğin araştırılması, bir sahip olma sorunundan öte, bir var olma sorunudur. Bugüne kadar insandaki duygu, düşünme ve eylem yetilerinin her biri, gerçeğin araştırılması sürecinde yetkinleşip ürünler vererek uygarlığın oluşmasını sağlamıştır.

“Bir anlamda insanlık tarihi, gerçeği özgür usuyla araştıran ve yaşamın gerçekler üzerine kurulmasını isteyenlerle, gerçeklerle yüzleşmek istemeyenler arasında geçen çatışmanın ve savaşların tarihidir.”

Zincirlerini kırmış aydınlar, çalışmalarının sonucunda, bilimselliği benimseyerek, tüm dünyada özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin gerçekleşeceği laik, hümanist ve bilimsel tutumlu bir dünya insanlığının kurulması için çalışırlar. Her aydının amacı, sarsılmaz bir kararlılıkla, böyle bir evrensel gerçekliğe katılmak ve katkıda bulunmak olmalıdır. Özgür aydın bilir ki, “gerçek” yalnızca olmuş bitmiş bir olgu değildir. Gerçek, olan, olmakta olan ve oluşturulacak olan bir süreçtir. Bu nedenle, var olan gerçeklerden yola çıkarak, gerçekleştirilmesi gerekenlere ulaşmanın araştırılması, us, bilimsel bilgi ve bilgeliğin ışığında, dayanışmanın gücüyle, güzel bir yaşamın kurulması sorumluluk ve görevi herkesten önce aydınların işi olduğudur.