Gazinolar, pavyonlar, âlemler

Böylelikle, gündelik hayatlarında cimri, muhafazakâr, zalim olan erkeklerin, gece hayatında kendilerini cömert, müşfik, seküler yapmalarıyla, taşra gazinolarında gece hayatının karnavalı başlar…

Google Haberlere Abone ol

Osman Özarslan

meyhane mukassi görünür taşradan amma,

bir başka ferah, bir başka letafet var içinde.

Nedim

-I- ÂLEM

Âlem kelimesinin bir tarihi var. Bugün en genel kullanılışı, Elham suresinin “rabb-ül alemin” ayetindeki gibi… Başka galaksiler, başka metafizik düzlemler (cinler, periler), ve cümle mahlukatın eko-sistemini de içine alacak şekilde oldukça genişletilmiş bir mekansallık ve bu mekansallığa bağlı varoluşlar. Öte yandan tüm bu âlemler ve anlamlar içinde, âlemin bir anlamı da, eğlence ile dünyevileşme. Daha doğrusu dünyevileşmenin istiaresi olarak, âlem, Anadolu irfanı içinde hayatın gelip geçiciliğinin müstearı. Bu bakımıyla, âlem bilhassa dinsel göndermelerinin dışında, gece hayatında, Aramice’deki ilk kullanıldığı şekliyle Latince’nin seküler’ine benzer bir anlamda (bu dünyanın işleri, mevsimler, sezonluk işler) dünyevileşme olarak kullanılıyor. Ama bu dünyevileşme yani sekülerleşme, Fransız devriminde ona atfedilen anlamına benzer bir politiklik içermiyor, daha müstehzi daha hercai bir şey var burada… Dünya hayatını âlemleştirme, yani dinsel-siyasal (alemdarlık) formlardan soyutlayarak, onu eğlenerek tüketme, onu tüketerek, dahası ne bu dünya için ne de ahiret için bir birikim yapmayarak dünyevi zamanı sonsuzluk için bir fırsat olarak takdim eden dinsel zamana ve dünya malına istihza etme…

Bu istihza ve hercailik bizi biraz 14. Louis zamanında icad edilen courtier (saraylılar)liğin, Barok ve hedonist keyifçiliğin, Fransız devriminden sonra aldığı seküler terbiye ile mondenleşme hikayesine doru götürüyor. Cumhuriyet Türkiyesi'nin bir muasırlaşma normu olarak belirlediği adab-ı muaşeretin kendisini Frankafon bir mondenlik olarak tanımlamasının nedeni, Cumhuriyetin kendisini modellediği Fransa, Almanya, İsviçre gibi Avrupa ülkelerinde, Weber’in çok doğru bir şekilde gözlemlediği üzere, Protestanlığın disiplinci inşaasının, seküler boş zaman pratikleri ile birlikte icad ve inşaa edilmiş olması. Başka türlü söylemek gerekirse, modern kamunun inşaası, eğlence ve boş zaman pratiklerinin salon adabına göre dizayn edilmesini de içeren bir şeydir.

Burada ise ister istemez, elitliğin ya da saray adabının, belirli nezaket kuralları etrafında, eğlenceyi kamusal ve resmi tutma arayışı ile Bahtin’in bakış açısı ile söylersek, ahalinin her şeyi bedene, belden aşağıya, gırtlağa, vücudun atıklarına ve sıvılara indirgeyen üstelik bunları yaparken saraylılar ve saray adabını murdarlaştıran brüleskler, farslar icad etmesi arasındaki gerilime geliyoruz.[1]

Parizyen, courtiyer mondenliğin kutsal dünyasını murdarlaştıran, barok ve karnavalesk eğilimler elbette Türkiye’de de fazlasıyla var. Hatta bu baroklaştırma bizzat monden ve âlem kelimeleri üzerinden başlıyor: Cumhuriyet elitinin monden dediğine, avam âlem diyerek kendi habitusunun rengini veriyor. Cumhuriyetin arzuladığı ışıl ışıl aydınlatılmış, döpyesli fraklı salonlar, hemen Çankaya’nın çeperindeki ilk mahallede yerini batakhaneye bırakıyor; Ankara’ya en yakın köye varıldığında ise, cumhuriyeti, eğlenmek için Ayı postuna girip kendisini ayı yapmış, yüzüne kara sürüp kendisini Arap yapmış, erkeklerin kendisini kadın, kadınların kendisini erkek yaptığı, tuhaf eğlenceler karşılıyor. Elitler salonları, ahali karnavalı bırakmıyor. Zeus ile Diyonizos arasındaki savaş bir türlü bitmiyor…

-II-TAŞRA

Taşra, Osmanlı’da İstanbul’un tarihi yarımadası dışında kalan her yer demek. Tarihi yarımadada somutlaşan şey ise, elbette devlet imkanlarının letafeti, ticaret ve gece hayatının bütün kombinasyonları… Geri kalan yerler ise sonradan dile yerleşeceği biçimiyle “allahın ..ir ettiği yerler” . Örneğin, Ahmet Turan Alkan, Tanzimat Dönemi Osmanlı’sında, Üsküdar’ın bile sürgün yeri olduğundan bahseder, benzer temalara Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun eşi Eren Eyüboğlu’na Kilyos’ta askerdeyken ve İsmet Paşa’nın emriyle folklorik yurt gezileri yaparken yazdığı mektuplarda da rastlarız. Dışarıda kalmak, merkezin imkanlarının dışında olmak demek taşralı olmak. Dolayısıyla taşra dediğimiz şey, bir idari birim olmanın ötesinde, bir varoluş hali; tekdüze, akmayan, herkesin birbirini kaşık sepetine kadar bildiği… yabancılığa ve mahremiyete yer olmayan bir duygulanım coğrafyası. Ama taşrayı kuran şey ise aslında kent, daha doğrusu taşralının kente bakışı, kenti; ışıklı sokaklar, bitmeyen eğlence ve zamanın insanın varoluşunun üzerine karabasan gibi abanan ağırlığının bu ışıklı sokaklarda askıya alındığını sanışı…

Bu yanılgı ya da illüzyon, aslında tam da kapitalist modernliğin yaratmak istediği bir yanılgı. Eğlencenin metalaştırılabilen ve belirli bir tempoya sokulabilen pratikler olarak tanımlanması, geri kalanın ise folklorden yabanıl ritüellere doğru giderek aşağılayıcı bir skalada tasnif edilmesi. Başka türlü söylemek gerekirse, eğlence biraz modernliğin (metalaştırılabilen) boş zamanı icad etmesi, biraz da kapitalizmin eğlenceli boş zamanı metalaştırma pratiklerine dönüştürmüş olmasından kaynaklı olarak, eninde sonunda kentli bir şey olarak görülüyor. Kent ve modernlik, çünkü, Vertog’un Kameralı Adam ya da Chaplin’in Modern Zamanlar filmindeki gibi, tempolu bir yer. Kentlerin dışında kalan yerler ise, bu temponun dışında (örneğin, Tarkovski ya da Bela Tar’ın filmlerindekine benzer bir şekilde) akmayan geniş mekanlardan oluşuyor. Özellikle kent hayatı içinde, koşuşturma ile geçen bir işgünü temposunun norm haline gelmesinden sonra, modernlik üretkenlik, verimlilik, sekülerlik gibi nosyonlar aracılığı ile, yalnızca önemli bir varoluş biçimi olan münzeviliği tasfiye etmekle kalmıyor, daha da ötesi folklorik çalışmalar aracılığıyla da, eğlencenin avam hali olan Diyonizyak yönlerini ya tasfiye ediyor ya da onu taşralaştırıyor.

Tüm bunların üzerine 60’lardan 2000’lere uzanan Türkiye’de, eğlence kentli bir şey olarak hepten tescil ediliyor. Bu yıllar aynı zamanda, benim Goodstein’den yola çıkarak, erkeklerin niteliksiz deneyim dediğim yılları. Tadımlık kent fragmanları: askerlik, cezaevi, hastane, genelevi, lunapark, pavyon, resmi ziyaretler…

Özellikle erkeğin, modernlik ile bu karşılaşmaları, modernlik fragmanları, kapitalist modernliğin eğlence üzerinden yarattığı illüzyon ile birleştiğinde, ortaya ister istemez karnavalesk bir sonuç çıkıyor. Aslında kendileri de taşralı, kır yoksulu ya da kente varoşlardan henüz giriş yapmış ailelere mensup olan kadınlar, sigara ve içki içerek, kuaföre giderek, taşralı erkeklerin niteliksiz deneyimlerinden akıllarında kalan, “modern kadın/şehirli kadın” arketipini canlandıracak bir transparan gerçekliğin öznesi haline getiriyorlar kendilerini.  Böylelikle, gündelik hayatlarında cimri, muhafazakâr, zalim olan erkeklerin, gece hayatında kendilerini cömert, müşfik, seküler yapmalarıyla, taşra gazinolarında gece hayatının karnavalı başlar…

-III- ERKEK(LİK)

Günümüzde Meyhane olarak bilinen, Emile Zola’nın gerçekçi romanı, 1930’larda İsmail Müştak Mayakon tarafından çevrildiğinde, kitabın ismi Türkçeleştirilmemiş, Asomuar olarak bırakılmıştı. Halit Ziya Uşaklıgil kitaba yazdığı kısa önsözde durumu şöyle anlatıyor:

Asomuar: ifrat ile dövmek, kafasına vurarak öldürmek ve boş, bol lâflarla sersemletmek manasına gelen assommer mastarından müştak, hayvanları öldürmek için başlarına vurulan topuz demektir. Aynı zamanda fena cinsten müskirat satan aşağı sınıftan yerler için de mecazen kullanılır. Bunlar da bir nevi maktel -ölüm yeri- demek olduğundan, muharrir kitabın başlıca mevzuu olan meyhane için bu namı kullanmıştır. Mütercim, bu kelimenin Türkçesini araştırmaya yeltenmemiş, aynile almış ve pek isabet etmiştir.

Aşırı (ifrat) dövmek, kafaya vura vura öldürmek, hayvan öldürmek için kullanılan topuz, boş laf ile sersemle(t)me ve kalitesiz içkiler (müskirat) satılan batakhane, meyhane, gazinolar (bir nevi ölüm yerleri)… Herhalde erkekler dünyasında, batakhane ile barok arasında gezinen ölümcül karnavaleski, hem semiyotik hem de etimolojik olarak böylesine zengin, canlı göstergeler ve çağrışımlarla izah eden bir başka kelime daha yoktur.

Taşra gazinoları ile ilgili saha çalışması yaparken, konsomatrislerin gazino ile ilgili kullanmayı en çok sevdiği metaforların başında adam mezbahada kelle koparma geliyordu ki, bunun anlamı, ahmak müşterinin hesabının türlü numaralarla kabartılması[2] ve alabildiğine ezilmesiydi. Günümüzde erkeklik çalışmalarının en önemli başlıklarından birisi, erkeklerin kadınlara çektirdikleri kadar, kendilerine ve birbirlerine karşı verdikleri amansız mücadelenin sonucunda yaşadıkları gereksiz eziyettir. Pınar Selek buna kısaca, sürüne sürüne erkek olmak diyor ve ekliyor, erkeklik en çok erkeği ezer. Benzer temaya, Serpil Sancar’ın ve Nadire Mater’in erkeklik üzerine yazdıklarında da rastlarız.

Çünkü taşranın erkekleri, modernliğin asudeliğini vaad eden fragmanların içinde, karnavalesk bir şekilde, zengini, müşfiği, hovardayı, kabadayıyı performe ederken harcarlar ve harcanırlar. Gazinonun tertibatı bunun üzerine kurulmuştur. Mauss’un hediye nosyonunda ifade ettiğine benzer biçimde başlayan hediyeleşme merasimi, giderek erkekler arasında bir harca(n)ma müzayedesine dönüşür. Buradaki harcama da herhangi bir harcama değildir. Bataille’in Potlaç nosyonuna benzer bir şekilde, fazlanın statü kuracak şekilde törensel harcanmasıdır. Burada şu soruyu sormak meşrudur, taşrada fazlayı bulmak nasıl mümkündür, bir yoksunluk ve yoksulluk mekânında fazlalık nasıl üretilmiş olabilir? Bu sorunun yanıtı paralı dediğimiz tipoloji için, kendisinin ve ailesinin bütün gelirinin, kendi bohem dünyasında fazlalıklaştırılmasıdır. Paralı, zengin değildir, parayı sevmeyendir, parayı taze sevendir, parayı puşta yakıştırandır… Onun bu cömert savurganlığı, gece hayatı âleminin hercailiğine göz kırpmaktır.

Ama, Paralı gece hayatında harcayan ve harcananlar konusunda tek başına değildir, onun hemen yanında Belalı vardır. Performatif bir şekilde, gece hayatının habitusunu tahkim eder, meseleleri çözer, gerektiğinde ölerek, öldürerek, yaralanıp yaralayarak, hapis yatarak, kendi bedenini gazinoya ve gazinodaki ‘dava’sına siper eder. Belalının durumu biraz Lacan’ın aşkın tarifi ile ilgili meşhur “aşk sende olmayan bir şeyi, onu senden istemeyen birine vermeye çalışmaktır” ikilemini hatırlatır. Erkekler dünyasında, kendisinin ve başkalarının kanı ile gazinonun duygusal ekonomisi içerisinde kendisini var etmeye çalışır, Belalı.

Ne var ki, gece hayatının duygusal ekonomisi, Paralı ve Belalı’nın kadınların erotik bedeninin dışında tutulmasını mecburi kılan ama erotik bedeni mekânın dışından bir üçüncü aracılığıyla, Yakışıklı, kılınmasını talep eden bir mekanizma ile çalışır. Yakışıklının parasızlığı, güçsüzlüğü ve dışarıdanlığı, yani onda eksik olan her şey, onu gazinonun diğer erkeklerinin hepsinden daha güçlü yapar. Böylelikle konsomatris, gece hayatının dışında bir erkeği hayatına alarak, gece hayatının erkeklerinden intikam almış olmakla kalmaz, aynı zamanda, kendi bedenini gece hayatı içinde, dokunulmaz ve ulaşılmaz kılar ki, benim erkeklik müzayedesi dediğim şey de başka türlü mümkün olamaz.

-IV- HOVARDA

Konsomatris, gazinoların kadın öznesi. Tüketme, yiyip-bitirme (Consume) kökeninden gelen, Fransızca bir sözcük; içki içilen yer (Consomasyon) ya da içki içmeye eşlik eden kadın arkadaş gibi anlamları var.,

Hovarda(lık) ise âlemdeki erkeklerin genel iddiası ve öznellik talebi. Saçıp-savuran, yemeyi içmeyi, çapkınlık yapmayı seven anlamına geliyor. Köken olarak o da consume gibi tüketmeden türüyor.

Hem hovarda hem de konsomatrisin dönüşlü başka anlamları da, tüketme ve tükenme. Bunu gene etimolojik olarak, hovarda kelimesinde daha net bir şekilde görüyoruz, zira hovarda ile hurda aynı kökten geliyor; dolayısıyla aslında her hovarda bir hurda, ıskarta adayı. Üstelik, Uşaklıgil’in etimolojik açıklamasına benzer bir şekilde; boş konuşmalarla sersemletilmiş, aşağı sınıftan batakhanelerde kafasına vura vura ıskartaya ayrılmış bir hurda. 

[1] Robert Darnton’un The Forbidden Best-Seller of Pre-French Revolution isimli çalışması Fransız Devriminden hemen önce yasaklı kitapların büyük bir kısmının, kraliyet ailesini pornografik bir dünya içinde betimleyen edebi metinler olduğunu söyler;  Lyn Hunt’ın The Many Bodies Of Marie Antoinette Political Pornography and the Problem of the Feminine in the French Revolution isimli çalışması da tıpkı Darnton’unki gibidir ama spesifik olarak Marie Antoinette’in pornografik, kan emici, arsız bedenlerinin gene popüler kitaplar, çizgi romanlar ve taş baskı süslemeli eserlerde nasıl inşaa edilip dolaşıma sokulduğuna odaklanır. Avamın her şeyi belden aşağılaştırması ve eğlenceli hale getirmesinin sınıfsal ayrımları ise M.Bahtin’in Rabelais’in Dünyası isimli çalışmasında muazzam bir şekilde ele alınır.

[2] Bu konsomatrislerin en sevdiği ritüellerden birisi, burada paradan daha büyük bir şey var. Erkekler saçma bir şekilde para harcadıkça, konsomatris kadınlar “adam öldürüyorlar yetişin dostlar..” diye bağırarak, şölene diğer konsomatrisleri de davet ederler…