Fotoroman Kralı Halûk Durak: 'Meğer hepsi bir yalanmış'

Bütün ilginç hikâyelerde olduğu gibi, Halûk Durak'ın da hayatı Beyoğlu’nda değişir. Bir gün Yeşilçam’a girer, yıllarca çıkamaz. Halûk Bey, kısa sürede fotoromanların aranan yüzü olur...

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Bir söz vardır, “Yiğit nâmıyla anılır!” Ondan bahsedildi mi, adından çok nâmı söylenir: Fotoroman Kralı. Sanki adının önüne bu unvan eklenmezse onu kimse tanımayacakmış gibi. Onu tanıyanlar için Halûk Durak değil, “Fotoroman Kralı Halûk Durak”tır. Moda’da muhtelif saatlerde ona tesadüf edebilirsiniz. Uzun boyunun tadının çıkarır gibi, ağır ve edâlı yürür. Kartpostallarda fotoğraflarına baktım. Ara sıra dilimizin ucuna gelen bir şeyler olur, bir türlü hatırlayamayız. İşte, “o şey” onun gözlerinde ışıldıyor. Akşamüstü oturduk bir kahveye, buralı rüzgârlar esiyor… Halûk Bey’i görünce selâm verenler, selâm alanlar… O da hemen herkesi tanıyor. Fotoroman Kralı mağrur… Gelip geçenlerden birini bana gösteriyor. “Bak” diyor, “Bu giden adam çok önemli bir insan: Çetin Tunca! Bizim ‘Gelincik’ filmini de çeken, ödüllü bir görüntü yönetmenidir. Nereden geliyor biliyor musun? Her gün saat 11’de tramvaya biner, iskeleye iner. Vapura binip, Beyoğlu’na geçer. Beyoğlu’nda sinema camiasından eski arkadaşlarının toplandığı bir yer var. Bu yaşında bile her gün oraya gider. Bu insanlar bu ülkenin gizli şöhretleridir”. Çetin Tunca’dan konuşmak, uzak bir şehir görüntüsünden konuşmak gibi. Halûk Bey, umulmadık zamanlardan söz açıyor. Anılar, geçip giden bir gölgede aydınlanıyor.

Berken Döner ve Haluk Durak

ELAZIĞLI AİLENİN YAKIŞIKLI OĞLU

Halûk Durak, Elazığlı bir ailenin oğlu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Elazığ’da bitirir. 1966 yılında, üniversite okumak için İstanbul’a gelir. Kadıköy Rıhtım’daki Kadıköy Mühendislik ve Mimarlık Özel Okulu’nun Mimarlık Bölümü’ne kaydolur: “Rahmetli babam, okula yakın olsun diye Moda’da, Elif Pastanesi’nin karşısında bana bir ev tuttu. Moda hâlâ sayılı semtlerimizden biridir ama o yıllarda daha farklıydı. Bilim, sanat, siyaset dünyasının önde gelen isimleri Moda’da yaşardı. Örneğin Fenerbahçe takımının üç yöneticisi de Modalı’ydı: Faruk Ilgaz, Tahsin Kaya, Metin Aşık… Beşiktaşlı olmama rağmen bu bana gurur verirdi. Mesleğimin zirvesinde olduğum yıllardı. Haldun Taner ile mahalleden tanışıyorduk. Benim yaş grubu Modalıların ‘ağabey’ diye hitap ettiği biriydi. Haldun Taner, o dönem Milliyet Gazetesi’nde yazıyordu. Gazetenin spor servisine sık sık uğrar; Can Bartu, Altan Erbulak, Namık Sevik, Şansal Büyüka gibi isimlerle sohbet ederdim. O günlerin birinde, Ziya Şengül'le yemeğe çıkacaktık. Aramızda da hararetli bir tartışma sürüp gidiyordu. Ziya Şengül'e  ‘Ziyacığım eninde sonunda......’ dedim. Arkadan bir ses: "Modalıı!...

‘Eninde sonunda değil, önünde sonundadır o. Bir daha duymayayım!’ dedi. Bu sesin sahibi Haldun Taner Usta'ydı. Buna bugün dahi dikkat ederim. O yerleşik semt kültürü bana kendimi hiç ‘yabancı’ biriymişim gibi hissettirmedi. Mahalle muhakkak bir köşesinden sizi kucaklardı. Parklar, bahçeler, deniz kenarları, sokaklar derin ve anlamlıydı”. Fakir ama gururlu yıllardır, pikaplardan sokaklara kırkbeşliklerin sesi taşar, Kadıköy sokaklarından “Mavi Işıklar” geçer. Hey dergisinden artist fotoğrafları biriktirilir, aile çay bahçelerinde gazoz içilir. Kalbin kadar temiz bir sayfa açılır, büyüklere “cansız bir hatıra” gönderilir. Babaların kulağı radyonun ajans haberlerindeyken, genç kızlar sırlarını “Güzin Abla”ya anlatır. Nişanı kız tarafı yapar, düğün merasimlerinde Dario Moreno’nun “Deniz ve Mehtap” şarkısı çalar. Demirelci ve Karaoğlancı aileler bu merasimde birlikte eğlenir. Öğrenci evlerinde Ruhi Su “longplay”i dinlenir, “Arkadaş”lara “Hasretinden Prangalar Eskittim” hediye edilir, “Demirbank iyi günler diler” .

FOTOROMANLI ZAMANLAR

Banliyo trenlerinin camından dünyaya bakan delikanlı, Orta Atlas’ta gezinen ellerinin yardımıyla yeni bir hayat kurmayı düşler. Nasılsa bulunur onu alıp götürecek bir rüzgâr. Öyle de olur. Bütün ilginç hikâyelerde olduğu gibi, onun da hayatı Beyoğlu’nda değişir. Beyoğlu… Henüz haritası çıkarılmamıştır. Olsa olsa bir su birikintisi, bir ara sokak şahidiniz olur. Çakmak, tütün tabakası, cep aynası, çakı satan tezgahlar, kış gecelerinde soba yakılan figüran kahveleri, film şeritleri, senaryo taslakları, film afişleri dolu çöp kutuları, sigara kokusu sinmiş hanlar yerli yerindedir. Halûk Durak, bir gün Yeşilçam’a girer, yıllarca çıkamaz: “İstiklal Caddesi serüvenler vaat ederdi. Buranın birbirine benzeyen tek bir günü olmamıştır. Benim hayatım da orada değişti. Okulum bitmiş, mesleğime başlamıştım. Arkadaşlarla bir kahvede oturuyorduk. Otuzlu yaşlarında bir bey yanıma yaklaştı. ‘Ben fotoroman yönetmeni Alev Akakar. Günaydın Gazetesi’nin Saklambaç ekine fotoroman yapıyorum. Sizinle de bir fotoroman çekmek isterim’ dedi. Şaşırdım, bir an ne diyeceğimi bilemedim. Çok hızlı karar vermem gerekiyordu. Bir an da ‘Olur tabii’ deyiverdim. Alev Bey, Erman Han’daki Çiçek Film’in adresini verdi. Ben tabii o piyasadan kimseyi tanımıyorum. Ertesi gün çekinerek gittim. Erman Han, adeta Yeşilçam’ın kalbiydi. Her katında en az iki tane yapım şirketi vardı. Katları çıkıyorum: Er Film (Berker İnanoğlu), Özer Film (Enver Özer)… Nihayet Çiçek Film’i buldum. Sahibi Arif Keskiner’di (Çiçek Arif). Kardeşi Abdurrahman Keskiner'in (Apo Gardaş) şirketi Umut Film ile yazıhaneleri müşterekti. Kapının üstünde iki isim yazıyordu: Çiçek Film-Umut Film. Sol taraf Arif Keskiner’in odası, sağ taraf Abdurrahman Keskiner’in odası. Alev Akakar ile sözleştiğimiz gibi buluştuk. Eşi, sinema sanatçısı Nükhet Egeli ile birlikte bir fotoromana başladık. Biter bitmez Saklambaç’ın orta sayfasında yayımlandı. Böylece hayat hikâyemde bir fotoroman sayfası açıldı. Çekimler stüdyo ile sınırlı kalmıyordu. İstanbul’un her yerindeydik.

.

Her şey yolunda gidiyordu. Lâkin Sansür Kurulu fotoromanları da denetlerdi. Bunun da yolunu bulmuşlardı. Senaryoya sansürden geçecek bir şekil verilir, Ankara’ya gönderilir, sonra yönetmen yine bildiğini çekerdi. Benden önce de fotoromanlar çekiliyordu ama benimle birlikte yeni bir devir başlamıştı. Örneğin Kadir İnanır benden önceki dönemdendir, fotoroman çıkışlıdır. Fotoromanlar zengin-yoksul, iyi-kötü, kadın-erkek, güzel- çirkin vb. gibi karşıtlıklara dayanan hikâyelerden üretilirdi. Fotoromanda oynamanın kriteri yakışıklı veya güzel olmaktı! Görsellik çok önemliydi. 'Cumartesi Saat Dörtte', senaryosu fotoroman için yazılmış ilk fotoromandı, ondan öncekiler bir filmden uyarlamaydı. Örneğin Türkan Şoray’ın Can Gürzap ile oynadığı ‘Metres’ adlı film, Bulvar Gazetesi’nde fotoroman olarak yayınladı. Rekor kırmıştı. Gazetelerin tirajı fotoroman ile artardı. Ben Bulvar ve Yeni Asır Gazeteleri, Saklambaç ve Renk ilavelerinin fotoromanlarında oynadım. Türkiye’de en çok fotoromanı olan benim. Benim yer aldığım bütün fotoromanlar özgün senaryolar üzerine kuruluydu. Senaryoların çoğunu Safa Önal yazardı. Ben o kadar şanslıyım ki ülkemizde fotoromanın duayenleri ile çalıştım. Bunların başında, Artun Yeres, İrfan Tözüm, Samim Değer gelir. Tabiî bu yönetmenlerin yanı sıra, hatıra binaen oynadığım fotoromanlar da vardı. Nazan Saatçi ile başrolünü paylaştığım 'Sevgim Asla Ölmeyecek' sanırım son fotoromanlarımdandı”.

Halûk Bey, kısa sürede fotoromanların aranan yüzü olur. Hayatının değişmeye başladığının farkındadır ama bunun tadını çıkaracak hiç zamanı yoktur. Öyle ki bir seferinde aynı sette, aynı anda iki fotoroman birden çeker, yapımcıya söz vermiştir, her ikisi de yetişmek zorundadır: “Çok zordur fotoroman çekmek. Yönetmenin anlık görüntüyü alması lazım. Sinemada bir bakışı kaçırsan bile, öbür bakışta telafi etme şansın var. Fotoromanda ise o an o konuşma balonuna uyman gerekiyor. Bir de insanın yüzü öğleden sonra oturur. Naçizane tavsiyem sabah –öğlen arası stüdyoda fotoğraf çektirmeyin. Oysa biz çekimlere çok erken başlardık. Sabah 8’de sette olmam lazımdı. Delikanlılık çağımız, gece en erken 1’de yatıyoruz. Çekimlere yetişmek için Kadıköy İskelesi’nden kalkan ilk vapura atlardım. Tek tük insan olurdu. Cigarasını yakmaya çalışan iskele görevlisi, tezgahtar kızlar, hamallar, fabrika işçileri, kaptanlar… Bir de artistler! Öğrenciler bir sonraki vapurun yolcusuydular. Şafak vaktinin İstanbul’u emekçilerindi. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar uykusuzu bir arada göremezsiniz. Bu saatlerde hepsi birbiriyle dost, halden anlayan bir tavır kuşanırdı.

.

Yoğun çalışırdık… Bir fotoroman ortalama beş-yedi gün arası biterdi. İrfan Tözüm bir sinema filmi çeker gibi titiz davranırdı. O kadar çok insanla beraber oynadım ki! İlk aklıma gelenler… Dişi Şeytan’da Şehnaz Dilan’la oynadım. Artun Yeres’in yönettiği fotoromanlarda Maksim Gazinosu’nda sahneye çıkan Pınar Hanze ile beraberdim. Nilgün Saraylı ve kardeşi Bahar Öztan ile beraber çok çalıştık. Sibel Turnagöl, o zamanlar çok genç, on yedi-on sekiz yaşlarındaydı. İrfan Tözüm’ün çektiği bir fotoromanda benimle birlikte bu camiaya adımını attı. Sonra diğerleri gibi sinemaya geçti. Fotoroman çok rağbet gören, çok talep edilen bir sektördü. Tanınmak için, halkın seni benimsemesi için iyi bir vitrindi. Türkiye’nin her yerinde hayranlarım vardı. Mektup yazanı mı ararsın, şiir yollayanımı mı ararsın… Bir gün hiç unutmam, kış mevsimi. Karanlık bir hava. Rumeli Caddesi’nde çekim yapıyoruz. Acı bir fren sesi duyduk. Genç bir kız, bana doğru koşmak için arabanın önüne atılmış. Koştu, boynuma sarıldı! Birden neye uğradığımı şaşırdım”.

ŞİMDİ REKLAMLAR

Halûk Bey’in yıldızı parlar. Mimarlık mesleğini bırakır, hayatını fotoromandan kazanmaya başlar. Fotoroman oyunculuğu ona başka kapılar açılmasına vesile olur: “Çekimlere başladıktan bir hafta sonra Çiçek Film’den arandım. ‘ManAjans’tan seni arıyorlar’ dediler. Ben de o zamanlar piyasayı hiç bilmiyorum. ‘Hayırdır?’ dedim, ‘Bunlar da fotoroman işi mi yapıyorlar?’ ‘Yok yahu, burası reklam ajansı. Seninle görüşmek istiyorlar. Bir hanımefendi telefon numarası bıraktı’ dediler. Hemen aradım. Hanımefendi beni ajansa davet etti. Ertesi gün Esentepe’ye ManAjans’a gittim. İçeri bir girdim ki… Karşılaştığım manzara beni çok mutlu etti. Kocaman bir pano ve o panoda benim fotoromanlardan kesilip tutturulmuş en az on fotoğrafım!” Onları görünce çok mutlu oldum. Reklam filminde fotomodellik teklif ettiler. ‘Reklamın türü ne?’ dedim. ‘Türkiye’de tanıtımını ilk defa sizin yapacağınız Derby tıraş bıçağı!’ dediler. Hemen reklam çekimlerine başladık. Bana teklif edilen ücret aklımın ucundan bile geçmezdi. Böylece reklam dünyasına adım atmış oldum. Bir anda hem fotoromanda hem de reklam filmlerinde oynamaya başladım. Aranan bir fotomodel oldum. Tıraş bıçağından sonra KİP’in reklamında oynadım: ‘Erkekler İçin Erkekçe Giyim’. Sonradan Haydarabad Nizamı’nın karısı olarak oldukça ünlü ve varlıklı bir insan olan Manolya Onur, o yıllarda gencecikti. Ankara’dan yeni gelmiş bir güzellik kraliçesiydi. Nişantaşı’nda pansiyonda kalırdı. Onunla Eros İç Çamaşırları’nın reklamlarında oynadım. Sloganını da unutmam: ‘Kadında Güzellik, Erkekte Eros’. Televizyon reklamları da çektik. En son 90’lar başında Eti Bank reklamında oynadım”.

Derby tıraş bıçağı reklamı

KARTPOSTALLI KUTLAMALAR

Halûk Bey artık reklamların aranan yüzü, fotoromanların “kral”ıdır. Yüzü taşrada yollar, yolculuklar düşleyen kadınların ezberindedir. Genç kız odalarındaki endam aynalarında sureti asılı kalır. Bununla da yetinmez. Kırmızı-mavi kaplı harita metod defterinin arasında kartpostalları biriktirilmeye başlanır: “Kartpostallar o dönem çok önemliydi. Bu sektörde rahmetli Tarık Akan ile başa başa giderdik. Çiğdem İşbilir ile çok kartpostalımız vardı. O da sonradan sinema oyuncusu oldu. Bayram, yılbaşı vs. öncesi ajanslara sipariş gelirdi: ‘Bize Halûk Durak’lı kartpostal gönderin’. Müthiş satılırdı. Hiçbir işi küçümsemeyin. Bu işin de geri plânında yoğun bir emek vardı. Çok ciddi prodüksiyonlar, set çalışanları hatırlıyorum. Bir dönem gelin –damat konseptinde kartpostallar çok tuttu. Serpil Çakmaklı, sinemaya adım atmadan öce ilk çalışmasını benimle yaptı. Kartpostallarda yan yana pozlar verdik. Sanırım on yedi yaşlarındaydı. Üç sene önce Moda Caddesi’ndeki As Sineması’nın (Günümüzde Moda Sport Universe) oradan yürüyorum. Biri arkamdan sesleniyor: ‘Halûk Beeey, Halûk Beyyy… ‘ Yeri gelmişken şunu da söylemekte fayda var. Bizim kuşağın ünlüleri hayranlarını asla kırmazdı, tanımadığın belli ama buna rağmen o kişiye saygıyla yaklaşmak, sanki tanışıyormuşsun gibi davranmak kabul görürdü. ‘Buyrun’ dedim… ‘Sizi görünce çok heyecanlandım. 80’li yıllarda, Güneydoğu’da askerdim. Bayramda bana bir kartpostal geldi, Serpil Çakmaklı ve siz vardınız. Hâlâ evimin başköşesinde durur' dedi. Çok duygulandım, nerelere gittim… “

ONUN SİNEMALARI

1970’lerde İstiklal Caddesi’nde, sırtında yakası kalkık bir ceket, cebinde imzaladığı artist fotoğraflarıyla bir “kral” dolaşır. Kadınlar kalplerinin en genç kız köşesini ona ayırır. Beyoğlu tarihinde fiyakalı bir sayfa daha açılır: “Bu arada sinemadan teklif geldi. Çok yoğundum, sinemaya fazla zaman ayıramadım. Bir gün Uğur Film’nden beni aradılar. Uğur Film, Memduh Ün ve Şerif Gören’in şirketiydi. Şerif Gören, ‘Gelincik’ diye bir film çekecekmiş. Cüneyt Arkın, Fatma Girik ve benim oynamamı istiyormuş. Çekimler için Side’ye gittik. Aşağı yukarı yirmi gün Side’de kaldık. Cüneyt Arkın ailesi ile birlikte geldi: eşi Betûl Hanım, oğulları Murat ve Kaan. Cüneyt Arkın ailesine çok düşkündü. Fatma Girik, ‘çekimin olmadığı bir gün denize gidelim’ dedi. Fatma, Türk sinemasının en farklı karakterlerindendir. İnsan sevgisinin yanı sıra hayvan dostuydu. Levent’teki evinde dört cins köpek beslerdi. Köpek sevgisinin yoğun olduğunu biliyordum da bu kadarını tahmin etmemiştim. Fatma ile beraber bir koya gittik. Havlularımızı serdik oturuyoruz, kimse yok. Baktım, bize doğru başıboş bir sokak hayvanı geliyor. Takibe aldım. Fatma köpeği görünce çok sevindi, sevmeye başladı. Ansızın köpek Fatma’yı ısırdı. Ben çok korktum. ‘Hadi, doktora gidiyoruz’ dedim. Fatma, gayet sakin… Gitti, elini deniz suyuna soktu. ‘Birazdan kan durur’ dedi. Sonra da çantasından çıkardığı bir fular ile elini sardı. Hiçbir şey olmamış gibi de denize girdi, çıktı. Bunu hiç unutmam”.

.

Halûk Bey, zaman içinde sinema dünyasından hemen herkesle tanışır, dost olur. Artık Beyoğlu’nun “yerli”si sayılır. Öyle ki iskambil oynayan kabadayılar, vatmanlar, Karaköy rıhtımında barbut atanlar, kasketi yana yıkık serserilerle de iyi geçinmesini öğrenir. Set işçilerine, emekçilerine sahip çıkar. Beyoğlu o zamanlar bir sinemalar semtidir: “Filmi çektik, bitti. Pazartesi günü Atlas Sineması’nda vizyona girdi. O yıllarda sinemalarda ‘fener’ dedikleri bir ışıklı afiş hazırlanırdı. Çok gösterişli olurdu. Pazartesi gününü iple çektim, heyecanla Beyoğlu’na çıktım. O fenerde, Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Halûk Durak adını görünce bir keyiflendim ki. Elmadağ’a kadar yürüdüm. Divan Oteli’nin karşısında Şan Sineması vardı. Orda da gösterimdeydi. Ne yıllardı… Düşünsenize bir gecede üç reklam filmim birden oynuyor, yüzlerce kartpostaldayım, sinema salonlarında filmim oynuyor. O yaşta bir insan daha ne ister?”

Kısa sürede şöhret olmasına rağmen, yol göstereni yoktur. Kendi yolunu kendisi bulur. Rüyada gezer gibi, el yordamıyla… Derken bir film teklifi daha gelir: "Kanun Gücü": “Yine Cüneyt Arkın’la beraber oynuyoruz, üstelik bu filme Cüneyt Arkın yönetmenlik yapıyor. Karlı kış günlerinde, Pera Palas Oteli’nde çalışıyorduk. Cüneyt, senede on iki film çekiyordu. Karateciydi. Modalı Hakkı Koşar’dan ders almıştı, siyah kuşağı vardı. Havada parende atardı! Cüneyt Arkın çok değerli bir sinema oyuncudur. Asla dublör kullanmamıştır! Filmi keyifle çektik. İlerleyen süreçte şarkıcı-türkücü filmleri furyası başladı. Sinema sektöründe birtakım sıkıntılar baş gösterdi. Gelen tekliflere kendimi kapattım”.

.

BULUŞMALAR: PAPİRÜS, TAKSİM SANAT

O vakitlerde Beyoğlu daha çok sinemacılarındır. Mekânlar müdavimleri ile birlikte anılır. Erman Han’ın altı katındaki Papirüs Bar’da, pazartesi ve cuma günleri sinema, tiyatro, edebiyat dünyasının isimleri toplanır: “Yaşar Kemal bütün ekibin başıydı, masalara tatlı tatlı sataşırdı. Rakı içilirdi. O gürültü patırtının içinde, Safa Önal da senaryo yazardı! Papirüs’ten çıkar, Taksim Sanat’a giderdik. Papirüs, Çiçek Bar’ın öncüsüydü. Çiçek Bar, başlangıçta Çiçek Film’in yazıhanesiydi. Bir gün Tarık Akan, yakın dostu Çiçek Arif’e, ‘Yahu biz senin yazıhanene gelip, içki içiyoruz. Sen iyisi mi burayı bara çevir. Hem sen para kazanırsın hem de bizim gibi insanlar bir mekân kazanır’ demiş. Arif’in de aklına yatmış ki orayı bar yapmış. Ben ömrümde Çiçek Arif kadar entelektüel seviyesi yüksek, her kesimden insan tanıyan, herkes tarafından sevilen bir insan görmedim”.

Zamanlar geçer… Türkiye için 70’ler tarihin ve toplumun vicdanında derin yaralar açar. 12 Mart Muhtırası, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı, Maraş Katliamı, Kanlı 1 Mayıs, sayısız hak ihlali ve tutuklamalar toplumsal bellekten silinmez. 12 Eylül 1980 Darbesi’nin biçimlendirdiği 80’li yılların bedelini de gencecik insanlar öder. Toplumdaki siyasi ve ekonomik sarsıntılar, kaçınılmaz biçimde kültür-sanat dünyasına da yansır. Halûk Bey de yavaş yavaş fotoroman-kartpostal-sinema sektöründen çekilir. Onun da bir parçası olduğu dönemin popüler kültürü masumiyetini yitirmiştir. Gelen teklifleri reddeder. Renkli televizyonların yaygınlaşması fotoroman devrini kapatır. İlk mesleğine döner, mimarlık ofisinde çalışmaya başlar. Yıllar önce Moda Plajı’nda gördüğü, o incecik genç kızı, Nesime’sini hiç unutmaz. Büyük bir tutkuyla bağlandığı Nesime (Kadırgan Durak) hanımefendi ile evlenir. Şimdilerde dinmiş bir sağanak gibi, sarı okul defterinde saklı.

.