Minerva’nın baykuşu mu yoksa yarasa mı?

Korona sonrası dünyanın eskisi gibi kalamayacağı kesindir, fakat yeni dünyanın daha adil, daha eşit ve daha özgür olacağının da hiçbir garantisi yoktur. Ne Kafkaesk nihilist karamsarlık ne de soyut abartılı iyimserlik, devrimci duruş, Gregor Samsa’ya dönüşmeyi reddeden, olası daha adil bir dünya düzeni için seyirci değil, kurucu olmayı benimseyen tutumdur.

Google Haberlere Abone ol

Josef Hasek Kılçıksız*

Korona salgınıyla mücadelenin endişe verici yönlerinden biri de insanların hükümetlerin acil durum önlemlerini hızlı bir şekilde içselleştirip kabul etmeleridir. Kısıtlamaların çoğunun gerekli ve doğru olduğunu, bu çekinceye rağmen, belirtelim. Asıl sorun, buradaki kör itaatkârlığın özgürlük için endişe verici boyutlarda bir tehlike içerdiği gerçeğidir. Özgürlük zaten 11 Eylül 2001'deki terör saldırılarından sonra güvenlik lehine kısıtlanmıştı. Şimdiyse sağlık için kurban ediliyor. Üstelik bu kısıtlamaların bir kısmının kalıcı olduğundan söz ediliyor.

Korona salgını nedeniyle başvurulan kısıtlamalara karşı protestolar, aptalların bir ‘özgürlük tiyatrosunda sahne alışını andırıyor. Bu aptallar, meselenin bir sistem sorunu olduğunu göz ardı ederek bu felaket için kimin suçlu olduğunu kesin bir dille bildiklerini iddia ediyorlar.

Amerika’da yaşayan bir arkadaşım tanık olduğu ilginç bir olayı anlattı: Birkaç gün önce, Texas’ta kendilerine Özgürlük Savaşçıları diyen bir grubun en önünde yürüyen tepeden tırnağa silahlı bir savaş gazisinin dövme yapan bir dükkânın önüne gelerek, dükkânın sahibine koruma önerdiğini söyledi. Çünkü dükkân sahibi, resmi yasağa rağmen, dükkanını yeniden açmak istiyordu. Gazi, “Görünüşte değil, gerçekten özgürlük ve küçük işletmeler için ölmeye geldik.” diye bağırmış. Ben, Allah akıl fikir versin, diyorum.

Korona krizi herkesi etkiledi. Ancak kriz, seks işçilerini özellikle sert vurdu. Korona krizinde seks işçileri taş ile sert duvar arasına sıkışmış durumdadır. Karantinadan bu yana yüzlerce seks işçisi gelirsiz kaldı. “Bu gece nerede uyuyabilirim? Bugün bir şeyler yiyebilecek miyim? Hastalanırsam ne olur?” gibi varoluşsal sorunlarla mücadele etmek zorunda kaldılar. Çok azının köşede birikmiş bir tasarrufu vardı. Devlet yardımı almak ise, demokratik ülkelerde bile, ağır işleyen, bıktırıcı bir süreçtir. Bazıları yasağa rağmen çalışmaya devam ettiler. Bu yüzden birçoğu hayatlarını riske attı. Sokağa çıkma yasakları ve sosyal mesafe nedeniyle çoğu ağır para cezalarıyla karşılaştı. Post karantina sürecinde de aynı durumun devam etmesinden endişe ediyorlar. Zira “müşteriler” virüs nedeniyle çok daha temkinliler, toplum ise onları şimdiden virüsü yayan vektörler olarak görmeye başladı bile.

Salgın kapalı bir kripto toplumu da yarattı. Daha önce terör tehlikesi nedeniyle kamu güvenliği adına, şimdiyse kamu sağlığı adına sözüm ona “kolektifin iyiliğini” önceleyen zehirli bir sarmaşık tüm dünyaya yayılmaktadır.

Ülkeleri için bir şeyler yapabilmenin sözde idealist vizyonuyla motive olan kalabalıklar, kelimenin tam anlamıyla, halkın hatta dünyanın iyiliğinin bireyinkinden çok daha önemli olduğu algısını yayıyorlar. Fakat bunu yaparken soyut bir devlet, halk ve kolektif kavramı üzerinden hareket ediyorlar. Aslında bu kripto ikliminde yeniden üretilen şey, değişik sofistike sürümleriyle erktir, iktidardır. Zira kalabalığa devredilmiş bütün bireysel iradeler kripto bir iktidar alanına işaret ederler.

Fransız Devrimi sonrası aklın egemenliği sorunu giderek politikleşti. Aşırı bir savla, bilim adamlarının öncülüğünde yavaş yavaş inşa edilen bir akıl diktatörlüğünde yaşadığımızı söyleyebilirim. Filozofları Platon'dan John Rawls'a kadar uzanan o büyük kanon kapsamında incelersek, Aydınlanma’nın akıl diktasıyla nasıl yer değiştirdiğini daha iyi anlayabiliriz.

Bu akıl diktasının, genç bilim adamları ve kalabalıklar üzerindeki baştan çıkarıcı etkisi yadsınamaz. Virüse karşı olası aşı ve ilaçlar, umutsuz bir gerçeklikte giderek direnç ve sebat sembolleri haline geldiler.

Buradaki abartılı bilimsel iyimserlik yeni bir “Minerva’nın Baykuşu” mitinin inşasında özenle kullanılmaktadır.

Roma mitolojisinde Minerva, (Yunan mitolojisindeki muadili Athena) bilgelik, strateji, zanaat, savaş ve düzene yeniden kavuşma tanrıçasıdır. Akılla donatılmıştır. Sembolü de baykuştur. Baykuş, gece görme yeteneği yüksek bir kuş olması bakımından akşam karanlığı çökünce kanat çırpıp avlanır.

Minerva’nın Baykuşu söyleni, insanlık tarihinin akışına dair bilgeliğin ve idrakin, günün hasılatını gece toplayan bir baykuş edasıyla, her şeyin ancak olup bittikten sonra bir muhasebesinin yapılabileceğine dair mitolojik bir analojidir.

Hegel, “Grundlinien der Philosophie des Rechtes” adlı yapıtında siyaset kuramını Platon'un mağarasından çıkarıp ışığa kavuşturma sürecinde bu mitten faydalandı. Ve en parlak anların en karanlık zamanlardan sonra geldiğine dair bir umut kavramsallaştırmasına bu mit üzerinden vurgu yaptı. Ancak abartılı Hegelci iyimserlik, hakikatin bir bütün olduğu ve tekamüle ermeden ona bir isim konulamayacağı gerçeğini zaman zaman göz ardı ediyor.

Kısacası yarasayı Minerva’nın Baykuşu ile karıştıranlar var.

Korona krizinde, Macron ve Trump gibi politikacılar virüse karşı bir savaştan söz ettiler. Eğer bu doğruysa, hakikatin bu savaştaki ilk kurban olduğunu belirtelim. Çünkü kapitalist üst aklın salgına benzer kriz dönemlerinde kendi kendini sokan bir akrebe dönüşen tüketim paradigması aslında bunalımın bir Homo Economicus ve sistem sorunu olduğunu gösteriyor.

“Rakamlardan başka bir şey olmayan bizler, kaynakları tüketmek için doğduk.” der Horatius. Sayıları giderek artan yoksullar, tüketim etiğinin çalışma etiğine galebe çaldığı kapitalist akıl uyarınca, bal yapmayan arılara dönüştü (rüldü) ler.

Horatius’un çağcıl muadili Wittgenstein’dır. Wittgenstein’ın iç içe geçmişlikten kurtulmuş yeni bir pratiğin inşası için kentten, kalabalıktan, kendiliksiz kendiliklerden, hakikat-ötesinden (post-reality) kaçarak, yalnız başına, izole, koskoca bir dağı ya da küçücük bir barakayı ev edinişi ve bu evi varlıkları için bir olanak haline dönüştürmesi, modern insan için ne yazık ki esin kaynağı oluşturmuyor.

Zira birine ya da bir şeye yaslanmadan var olunamayacağına dair bir “anti Homo habilis sosyalliği”, tüm bu süreçte yalnız kalmayı bir zayıflık ve noksanlık olarak belletti. Oysa kalabalığın bir uzvu olmaya motive eden sosyallik bence Homo Sapiens’in laneti olmak üzeredir.

Homo Sapiens’in sosyalliği, hepsi birbirine entegre ve her açıdan kapitalizm için “kullanışlı” devasa bir sosyal ağ ve ilişkiler bütününden oluşuyor. İşte bu yanılsamalı sahte sosyallik salgınla birlikte, bugünden sonra her türden sorgulamaya ve yıkıma açık hâle geldi.

Bu krizden sonra Homo Sapiens, ya evrimi tersine işleten bir yaşama pratiğini devreye sokup kendi mağarasının duvarlarına resim çizmeyi, işaretler çakmayı yeniden öğrenecek, ya da mağarasının dışında kurduğu göz kamaştırıcı (bu kamaşma “körlükle” eşdeğerdir), yanılsamalı yaşam uğruna, üretim ağının dışında kalan yaşlıları kapitalist tanrılara kurban olarak sunacak. Homo Sapiens bu bağlamda aslında sosyal utilitaryanizme dair ahlaki bir ikilemle karşı karşıyadır. Bu ikilem, Homo Sapiens’in yaşam pratiğini köktenci bir şekilde değiştirmeye zorlayan bir salgının sosyal Darwinist karakteri nedeniyledir.

Schopenhauer’da her şeyin genel ilkesi ve harekete geçirici motivasyonu olan istenç (Wille), özü gereği kör, usdışı ve doyumsuzdur. Siz buradaki körlüğü, us dışılığı ve doyumsuzluğu kapitalist aklın tüketim paradigmasına bir gönderme olarak anlayın.

Bu saptamadan, dünyadan ve dünya zevklerinden el etek çeken Schopenhauerci münzevi yaşam pratiğini ve bir nevi “etik kaçış”ı salık verdiğim anlaşılmasın. Vurgu yapmak istediğim şey, herkesin birbirinin 'istenç’i üzerine çıkmaya çalışırken, önüne gelen her şeyi tüketmekte ve yok etmekte asla ama asla tereddüt etmediği gerçeğidir.

Demem o ki, insan bir araya geldiğinde kendisi ve doğa için büyük bir tehlike arz ediyorken, yalnız başına, doğa, kendisi ve tarih için üretici bir güç hâline gelebilir. Tibullus’un deyişiyle, üretken birey “yalnızlığından kendine bir kalabalık yaratabilir.” Üstelik anlaşılan o ki, post korona süreçlerinde modern çağın büyülü biraradalığı yerini tuhaf bir dağınıklığa bırakacak.

Max Weber, Guillaume Apollinaire, Gustav Klimt gibi pek çok düşünür, şair ve sanatçıyla birlikte on milyonlarca insanın ölümüne yol açan İspanyol Gribi deneyimine rağmen insanlık koronaya hazırlıksız yakalandı.

Bu tür ölümcül salgınlar kolektif hafızanın diğer kuşaklara aktarıldığına dair narrative tarih savını sorgulatacak bir hödüklüğü de açığa çıkardı.

Virüs cephe gerisine senelerdir yığınak yapan sosyal gerilimi ve çelişkileri de açığa çıkarmıştır.

Marksizm enerjisini, hakikatin gücünden alır. Ta ki korona virüsü gelip bu anlayışı yerle bir edene kadar, neoliberaller Karl Marx ve onun izindeki sosyalistlerin fikirleriyle alay ettiler. Fakat gözle bile görülemeyen bir virüs hatalı olduklarını gösterdi.

Marx sosyal adaletin tesis edilmesinde devletin vazgeçilmez rolüne vurgu yapmıştı.

Salgınla birlikte açıkça görüldü ki, sağlıksız insanlar, yaşları ilerlemiş olanlar ve yetersiz beslenmekten dolayı bağışıklığı güçsüz olan fakir kesimler virüs yüzünden hayatını kaybetme riskiyle en fazla karşı karşıya kalan kırılgan sosyal dokuyu oluşturuyor. Fakat kapitalist üst akıl ekonomik krizden onları sorumlu tuttu ve onları tembellikle suçladı. Ekmek bulmayan halk ayaklandığında neoliberaller onlara “pasta yesinler” dediler.

Zaman anlamı büküyor. Yaşadığımız sosyal iklim sözcüğün içeriğini aşındırıyor. Toplumda bir anlam krizi ortaya çıktı. Toplum, adeta Gogol’un ‘Ölü Canlar’ını andıran bir atmosferde yaşıyor. Ölüm için hayatın kıyıya çekildiği bir gerçeklikteyiz. İnsanlar yörüngelerinden çıkmış gezegenler gibi değişik uçlara savruluyorlar.

Korona virüs krizi sonrası neoliberalizmin önlenemez çöküşü yaşanırken, sistem kendi krizinden çıkmak için dağılmakta olan liberal-muhafazakâr ittifakı yeniden tesis etmeye çalışıyor.

Kahramanlık anlatıları ve milliyetçi çılgınlıklar üzerinden insanların gözünün tatlı bir sisle örtüldüğü bir ortamda, adaletsizlik, haksızlık, sömürü ve faşizan uygulamaların etkisinde bambaşka bir Türkiye bu sis perdesinin arkasına telaşla gözden kaçırılmak istenmektedir.

Korona sonrası dünyanın eskisi gibi kalamayacağı kesindir, fakat yeni dünyanın daha adil, daha eşit ve daha özgür olacağının da hiçbir garantisi yoktur. Ne Kafkaesk nihilist karamsarlık ne de soyut abartılı iyimserlik, devrimci duruş, Gregor Samsa’ya dönüşmeyi reddeden, olası daha adil bir dünya düzeni için seyirci değil, kurucu olmayı benimseyen tutumdur.

* PHD öğrencisi, asistan, Tampere Üniversitesi, Felsefe Anabilim Dalı, Finlandiya

Etiketler Karl Marx virüs korona