Nefes almanın eşitsizliği

Beck sınıflı toplum ve risk toplumu olarak ayrı iki toplum düzeni çizerken, sınıflı toplumun itici gücünü “açım” çığlığı olduğunu, risk toplumunda ise “korkuyorum” feryadının devinimi harekete geçirdiğini söyler. Fakat bugünkü topluma baktığımızda yaşadığımız pandemi süreci boyunca üst sınıftan olmayan herkesin hem "açım" hem de "korkuyorum" seslerinin yankılandığını duyuyoruz.

Google Haberlere Abone ol

Munise Nur Aktan*

2016 yılının ilkbaharında, bitmeyen bir korku sarmalının içerisindeyken Frank Furedi’nin Korku Kültürü adlı eserini tanıtan bir yazı yazmıştım. Dört sene sonra yeniden, Persephone’nin yeryüzüne çıkıp baharın gelişini müjdeleyeceği bir zamanda, başka bir korkunun pençesine düştük. Bu sefer ne zaman ve nerede karşımıza çıkacağı belli olmayan bir patlamanın bilinmezliğiyle mücadele etmiyoruz belki ama bu korkunun da ondan aşağı kalır yanı yok.  İçerisi ve dışarısı ayrımlarını çok koyu çizgilerle çizen bir virüs hayatımıza girdi ve “dışarısı” bir tehdit haline geldi. Bilmenin imkansızlığından nefes almanın imkansızlığına savrulurken ortak bir duyguyla karşılıyoruz olanları; korku.

Duygular sosyolojisinin siyaset bilimi ve ekonomi-politikle yakından ilişkiye sahip kavramlarından biri olan korku; herkes için eşit uzaklıkta mı, yoksa kendini bazı insanlardan sakınıyor mu soruları pandemi sürecinin ilk günlerinde önemli tartışmalardan birini yarattı. Dokuzuncu haftasını bitirdiğimiz kapanma sürecinin ilk günlerinde yine popüler olan ve anlamlı bir şekilde özellikle üst sınıfın dilinden düşürmediği sloganvari cümlelerden biri “hepimiz aynı gemideyiz” ifadesiydi. Bir günah çıkarma, arınma ya da belki sözde bir eşitliğin konforu üzerinden herkesi iyi hissetmeye davet olarak özellikle üst sınıflar için adeta kullanışlı bir kalkandı bu ifade. Hastalığın sınıfsal ya da kültürel ayrım gözetmeden herkese bulaşacağına ve her kapıyı çalacağına olan bu referansı temellendirme adına enfekte olmuş küresel ve yerel çapta ünlü isimler de kullanıldı. Mart ayının ortalarında test yaptırabilmenin aslında bir lüks olduğu henüz anlaşılamamıştı ama çok kısa bir süre içinde sadece bazılarının teste erişim sağlayabildiği bir döneme girildi ve bu hastalığın kesin teşhisinin konmasının dahi neredeyse bir “lüks”olduğu fark edildi. Sınıfsal anlamda ciddi bir kırılma ve yüzleşme sürecinin en pratik ve sert şekilde yaşandığı bu günlerde elbette tek sorun hastalığın var olduğunu öğrenebilmek için test yaptırabilmek değildi. Hastalığın bulaşmasının önüne geçme ve kamu sağlığı yararı adına evde kalın çağrıları bir anda, üst sınıfın göz kamaştıran, saray yavrusu, bol odalı, havuzlu, sıcacık evlerinde verdikleri pozlarla kendini gösterme, ilgi açlığını giderme, “sosyal sorumluluğumu ben de yerine getiriyorum” şovuna dönüştü. “Halkla” tüm fiziksel teması tamamen ortadan kaldırmak adına özel adasına çekilen, süper lüks yatlarıyla denize açılan, herhangi bir hastalık ihtimaline karşı evinde solunum cihazları istifleyen ünlü ve ünsüz tüm üst sınıflar zaten halihazırda var olan toplumsal yarığı iyice beslemeye başladı.  Peki, gerçekten aynı gemide miyiz? Bu yazıda tüm bu örnekler ve temel bir soru ışığında 2020 baharında korona virüsünün sebep olduğu Covid-19 pandemisi sınıfsal temelli korku ve risk hiyerarşisi üzerinden incelenmeye çalışılacaktır.

Yaşamsal tecrübelerimizin ve hayal gücümüzün sınırlarını belirlediği korkularımızın bile pek öngöremediği bir süreçten geçiyoruz. Elbette insanlığın salgın hastalık, acı ve ölümle ilk imtihanı değil, fakat geçmişe kıyasla bu deneyimlerin epey uzağında geçirdiğimiz yaşamlarımızda bu dönem önemli bir kırılma noktası oldu. Korku Kültürü’nün yazarı Furedi’nin ifade ettiği gibi, egemenlerin korkuyu beslemek için kullandığı; doğanın kendini beğenmiş uygarlıktan alacağı öç efsanesi bir nevi gerçek oluyor; doğa cezamızı bizi kendisinden uzak tutarak ve (aslında şanslı olan bazılarımızı) dört duvar arasına hapsederek kesiyor. Tekrar geçmiş üzerinden referans vermemiz gerekirse; insanlık tarihi boyunca yaşanan binlerce afet, felaket ve savaş sırasında muhtemelen benzer şok dalgaları yaşanmıştır ve fakat felaketin tanımı her zaman yaşanan döneme göre sınırlarını yeniden çizmiştir. Bu bağlamda değerlendirirsek eve kapanmak zorunda kalınan yaklaşık dokuz hafta ve önümüzde daha ne kadar evde durmamız gerektiğinin belirsizliği bugün yaşadığımız şeyi benzersiz bir felaket tanımına sokuyor. Bu felaket tanımı tıbbi, psikolojik ve sosyolojik olmasının yanında çok güçlü iktisadi bir kabusu da beraberinde getiriyor. Elbette bu ekonomik kabus tüm sınıflar için aynı şiddetle yaşanmıyor.

Pandemi sebebiyle dünyanın birçok yerinde yapılan evde kalın çağrıları aslında belli bir kitleyi, sınıfı ve zümreyi açık ya da zımni bir şekilde kayırarak dile getiriliyor. Karantina sürecinin ilk haftalarından itibaren acımasız bir gerçek olarak herkesin yüzleştiği ve bir süre sonra doğal bir olguymuşçasına kabullenilen bir durum söz konusu: Sistemin işlemesi ve devamı için bazıları gözden çıkarılabilir ve bazıları “daha az değerli”. Bu durum elbette sadece içinden geçtiğimiz döneme özgü değil fakat pandemi süreciyle birlikte daha da keskinleştiği ve vahşileştiği aşikar. Bu noktada Ulrich Beck’in Risk Toplumu’na referans vermek gerekiyor. Risk paylaşımının niteliği, modeli ve araçları servet bölüşümünün nitelik, model ve araçlarıyla ayrışır ve fakat bu durum risklerin, korkuların, tehdidin ve tehlikelerin zümre ya da sınıfa özgü biçimlerde bölüşüldüğü gerçeğini değiştirmez; sınıf ve risk arasında gerçek anlamda bir örtüşme vardır. Risk bölüşümü tarihsel bağlamda geçmişten bugüne dek sınıfsal hiyerarşiye her zaman sadık kalmıştır, ama bu sefer tersten: “Servet tepede birikir, riskler dipte.” Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki risk toplumu ve korkular dünyası sınıflı toplumu ortadan kaldırmaz, aksine güçlendirir. Tam da bu sebeple basit bir şekilde ifade etmek gerekirse “aynı gemide değiliz”. İlk günden itibaren herkesi kapsayacak bir sokağa çıkma yasağının olmaması, işverenlerin ücretli izin konusunda takındıkları tutum, yoğun risk altındaki kargo ve market işçilerinin çalışma şartları ve süreleri, sağlık emekçilerinin kendilerini koruyacak yeterli teçhizata sahip olmadan uzun saatler boyunca çalışmak zorunda kalması, evden çalışma şekline birçok işverenin yanaşmaması, evde kalınacaksa da bunu yıllık izinden kesen işverenler, ne olursa olsun çalışmaya devam etmek zorunda olan mavi yakalılar ve inşaat işçileri bu yarığın bir ucunda ve bahsedilen geminin neresinde belli değil. Yarığın bir diğer tarafındakiler ise geminin oksijeni bol, virüsten uzak -yakın olsa bile uzak- ve belli ki en güzel kamaralarında.

Ulrich Beck’in belirttiği üzere alt sınıflar güvenlikten uzak olmayı ve sakınılması gereken tüm riskleri kendine çeker. Bu elbette bir tesadüf değildir çünkü üst sınıflar risk karşısında güvenliği ve risk muafiyetini satın alabilirler. Neredeyse bir kanun gibi apaçık olan şey; risklerin sınıflara özgü bölüşümüdür. Bu bağlamda, risklerin yoksullar ve “zayıf”lar üzerinde yoğunlaştığı; korkunun, tehdidin, tehlikenin, krizin yükselişe geçtiği dönemlerde sınıfsal karşıtlıklar keskinleşir. İfade edildiği gibi gerçekten “yoksulluk hiyerarşik ama kirli hava tabakası demokratik” midir? Bu cümleyi içinden geçtiğimiz döneme uyarlarsak sınıflar hiyerarşik ama korona virüsü demokratik ve eşitlikçi midir? Böyle olmadığını geçtiğimiz dokuz hafta içerisinde doğrudan tecrübe ettik. Eve kapanabilmenin bir lüks sayıldığı, solunan havadan korunmak için basit bir maskeye dahi ulaşımın ciddi bir sorun haline geldiği, bahçeli ve korunaklı evlerden yapılan “evde kal” çağrılarının anlamsızlığı, tedarik edilmesine ihtiyaç duyulan temel besinlerin sınıflara özgü farklılığı pandemi vesilesiyle içinden geçtiğimiz sürecin pek de eşitlikçi olmadığını gösteriyor. Bununla birlikte birçok Batı ülkesinin renkli ve güzel sıvaları da bir bir dökülüyor. Bir zamanların harikalar diyarı ABD’de sağlık hizmetinin nasıl çöktüğünü; özellikle göçmenlerin, siyahilerin, en alttakilerin hiçbir sağlık hizmetinden yararlanamadığını ve şehirlerin gettolarında insanların tek başına öldüğünü görmekteyiz. Sürecin başında sürü bağışıklığı yöntemiyle aslında kendi yurttaşının bir kısmının gözden çıkarılabilir olduğunu açık seçik beyan eden neoliberalizmin ana vatanlarından biri olan İngiltere ise bu seçimden vazgeçmek zorunda kaldı. Bu ilk aşamadaki yanlış kararın bir sonucu olarak bugün İngiltere’deki ölüm sayısı İtalya’yı bile geçmiş durumda. Bu örneklerden yola çıkarak ve küresel ölçekte kamu sağlığı adına yapılmayan yatırımları göz önüne alarak neoliberal politikaların sağlık alanı üzerindeki etkisine kısaca değinmek gerekiyor.

1970’li yılların ortasından itibaren neoliberal politikaların hayata geçirilmesiyle birlikte neredeyse tüm toplumsal mekanizmalar piyasa odaklı, toplumun yararından uzak ve bireyi merkeze alan bir şekil almaya başlamıştır. Hayatın hemen hemen her noktasında fark edilir büyük bir kırılma yaratan bu dönüşüm özellikle eğitim ve sağlık alanında geri dönülemez bir eşitsizliği ortaya çıkarmıştır. Neoliberal politikaların bireysel olanla toplumsal olan arasında yarattığı gerilim bugün yaşanılan küresel sağlık krizi aracılığıyla belki de en şiddetli dışa vurumlarından birini yaşamaktadır. Sağlık, piyasanın vicdanına ve keyfine bırakılamayacak kadar önemli bir alanken bugün o da aynı eğitim sistemi gibi; verimlilik, etkinlik, girişimcilik, esneklik, rekabet gibi kavramlarla anılan bir “sektör” haline gelmiştir. Özel hastaneler hasta bireyi müşteri pozisyonuna koymakta, sağlık hizmetinden çok deyim yerindeyse lüks bir otel hizmeti sunmaktadır. Burada başa dönmemiz gerekirse neoliberal politikaların sunduğu tüm bu bireyci yaklaşımlar aracılığıyla üst sınıflar güvenliği, riskten muafiyeti ve daha az korkuya sahip olmayı satın alabilirken piramidin altındaki daha geniş bir alanda kalan alt sınıflar ise sağlık gibi temel bir hizmetten yoksun; riske, korkuya ve aslında ölüme terk edilmektedir. Bugün yaşanılan sağlık krizi, neoliberal politikalar, risk, korku ve ölümler arasında çok güçlü bir bağ vardır.

Hastalığın kendisinin sebep olduğu kayıplar ve yıkım dışında pandemiyle birlikte girilen kapanma dönemi ekonomik bir kabusu da beraberinde getirmiştir. Hiçbir birikimi ve sosyal güvencesi olmayanlar, günlük yevmiye usulüyle çalışanlar, bu süreç içerisinde işten çıkarılanlar, tamamen kepenk kapatan hizmet sektöründe çalışanlar, zaten halihazırda işsizler ve ücretsiz izne çıkarılanlar hastalığın yarattığı korkunun dışında belki daha da büyük bir kabusun içine itildiler. Zamanla daha da kontrolden çıkan yoksulluğun ve sefaletin geldiği noktada hem yerel hem küresel ölçekte insanlar hastalıktan ölmezlerse açlıktan ölecekler. Bu cümle ilk okuyuşta abartılı bir çıkarımmış gibi gelse de günlük olarak geçimini sağlayan insanlar için uzun süre çalışamamak paranın olmaması ve gıdaya erişememek anlamına geliyor. Dünya Çalışma Örgütü’nün ortaya koyduğu verilere göre ilerleyen süreçte pandemi sebebiyle tüm dünyada bir buçuk milyardan fazla insan işsiz kalabilir. Dünyanın dört bir yanında üst sınıfa dahil olmayan insanlar için yaşamsal krizin geldiği nokta gün geçtikçe korkunçlaşıyor. Böyle bir  süreçte olmayan bir parayla kiralarını ve faturalarını ödemek ve temel yaşamsal ihtiyaçlarını gidermek zorunda olan insanlar için karantina, kendini virüsten korumak için geçirilen bir süreçten ziyade başka bir hayatta kalma savaşını ve çok temel bir yerden açlık korkusunu simgeliyor. Güvenliğini ve yaşamının devamlılığını sağlayamayan birey hayatla ilgili kurduğu bağı sadece korku duygusu üzerinden ifade ediyorsa, bu durumun Hobbes’un ifadesiyle doğa durumundan ne farkı kalıyor? Ya da temel var olma sebeplerinden biri olan sağlık hizmetini olması gerektiği gibi veremeyen ve yurttaşının temel ihtiyaçlarını böylesi bir kriz anında sağlayamayan bir devletle yapılan toplumsal sözleşme acaba ne kadar geçerli kalabilecek?

Pandemi başladığı andan itibaren tüm dünyanın ama bazılarının daha fazla yüzleşmek zorunda kaldığı korkuların iktisadi bağlamda adaletsizliğine ve tıbbi risklerin eşit olarak dağılmadığına değinmeye çalıştık. Ulrich Beck sınıflı toplumun rüyasının herkesin pastadan eşit pay istemesi, yani aslında kendisine ait olanı istemesi, olduğunu söyler. Risk toplumundaki ütopya ise herkesin zehirlenmekten korunmasıdır diye devam eder. Hayatı salt risklerin belirlemediğini düşündüğümüz çünkü sınıfların varlığının tüm gerçekliğiyle hala ortada olduğu dünyamızda hem bizlere ait olan pastayı hem de rahatça, virüslerden uzak olarak nefes almayı istiyoruz. Beck sınıflı toplum ve risk toplumu olarak ayrı iki toplum düzeni çizerken, sınıflı toplumun itici gücünü “açım” çığlığı olduğunu, risk toplumunda ise “korkuyorum” feryadının devinimi harekete geçirdiğini söyler. Fakat bugünkü topluma baktığımızda yaşadığımız pandemi süreci boyunca üst sınıftan olmayan herkesin hem "açım" hem de "korkuyorum" seslerinin yankılandığını duyuyoruz.

Duygu coğrafyamızda tüm diğer sahip olduğumuz hisler gibi korkularımızın da kişisel ve sadece bize ait olduğuna inanırız. Seçimlerimizi, kararlarımızı doğrudan etkileyen; yaşamımızı şekillendiren korkularımız gerçekten biricik midir? Korkularımızda toplumsal bir grubun ve ait olduğumuz sınıfın ortaklığı vardır; bu yüzden korkular çoğunlukla tikel değildir. Doğa olaylarının herkese adaletli davrandığını ve eşitlikçi olduğunu düşünmek yaşadığımız dünyada gerçek bir aldanıştır. Deprem anında korunaklı evlerindeki üst sınıf dehşeti elbette hissedecektir ama geriye kalanlar bu dehşetin yanında gerçek ve mecazen bir yıkıntıyla mücadele etmek zorunda kalacaktır. Nasıl ki deprem eşitliğiyle gelmeyecekse pandemi de bizi aynı gemide olduğumuza inandırmaya çalışan herkese rağmen tüm adaletsizliğiyle gelmiştir. Risk ve korku alt sınıfa bol keseden dağıtılırken üst sınıf bundan muaf bir şekilde hayatın eve sığdığını iddia etmiştir. Bitirirken Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şu güzel dizeleri geliyor aklımıza: “Ölümden, ölmekten değil korkumuz; yaprak düşer, çiçek solar, soğur elbet yuvalar, taa eskiden, çok eskiden, binlerce yıldan beri.” Sonra aynı şiirden başka bir dize düşüyor aklımıza neden korktuğumuza dair; “düşmek boylu boyunca cepte vergi makbuzumuz…”

*Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi doktora öğrencisi