Emperyalist kültüre genel bakış

Bugün emperyalist ülkelerin sömürgeleştirdiği, kurum ve kuruluşlarına üye ederek yedeğe aldığı ama sömürmekten ve kullanmaktan bir an bile geri durmadığı ülkelerden aldığı artı değerler artık ülkelerinin işçilerine, emeklilerine bu ülkelerdeki işbirlikçilerine yetmemektedir. Sefalet ve zenginlik arasındaki uçurum sihirli fasulye gibi büyümektedir.

Google Haberlere Abone ol

Tacim Çiçek*

Genel olarak, günümüzde otantik ve saf bir “ulusal kültür”den söz etmek olanaksız gibi; çünkü sermayenin devinimi el attığı her ülkede yaşamı, söylemleri, edebiyatı, sanatı, siyaseti, ekonomiyi de kendisine benzetmekle yetinmez, dönüştürür de. Böylece farklı bir egemen kültür hüküm sürer.

Biliniyor ama yinelemek gerekiyor: Geçen yüzyılın sonlarındaki İngiliz Sanayi Devrimi feodaliteyi çökertti. İlerici yeni egemenler makinelere dayalı üretim için işçi sınıfının ebesi oldu. Süreç içinde, ilerici egemenler kendileri ve gelecekleri için işinin ustası politikacılar, sendikacılar, kanun koyucular, uygulayıcılar ve silahlı koruyucular yetiştirdi. Önceleri yetkin olmayan bu profesyoneller zamanla yetkinleşip erkin vazgeçilmezleri oldu. Marx’ın “insanlar hangi düzeyde ortam yaratırsa, ortam da aynı düzeyde insan yaratır” saptamasına uygun olarak, sanayi devriminin oluşturduğu yeni ve devrimci sınıf, cehennem olan ortamdan kurtulmak ve kendisi olabilmek uğruna tarih sahnesine çıktı. Böylece Marx’la Engels’in insanlık ütopyası bütün ülkelerin işçileri birleşin, yeni ve devrimci sınıfın vazgeçilmez ilkesi, ütopyası oldu.

Yazılıp söylenen hiç mi hiç önemli değildir.

Dünya çapındaki emek/sermaye çelişkisi açısından Ekim Devrimi tarihin en önemli eylemidir. Bunun gerçekleşmiş olması, yıkılmış olmasından çok daha önemli bence. Önemi gerçekleştirilmiş olmasından kaynaklanıyor.

Dünya, hiçbir zaman Ekim Devrimi öncesine dönemez. İsterse yeryüzünde bir tek komünist kalmasın, gerçek bu. Çünkü bu gerileme insanlık açısından geçicidir. Dünyadaki emek/ sermaye dengesi emek aleyhine geri kaymıştır ve bu süreç kısmen de olsa devam ediyor. Kazanılan mevziler büyük ölçüde kaybedilmiştir. Sermayenin azgın ve de örtülü saldırıları sonuçta geçici bir zafer kazanmıştır. Fakat sermayedarların (emperyalistler) arasındaki çelişkiler de keskinleşiyor. Bu yüzden reel sosyalizmin çökertilmiş olması, sermaye dünyasını da çökertmiştir anlamına gelmiyor. Çünkü hâlâ temel çelişkiler sürüyor. Vahşi kapitalizmin sistem krizi kendi içinde büyüyor. Geçici önlemler de işe yaramıyor ekonomik kriz derinleşiyor. Sorunları çözmek yerine ertelendiğinden kaynaklanıyor bu. Yapısal krizler onun sonunu getirmeye gelişiyor. Kârlarını arttırmak için ve geleceklerinin önünü açmak sevdasından vahşi kapitalistler, 1970’lerden sonra yeni bir yapılanma içine girdi. Bu yapılanmaya “Yeni Dünya -Düzeni” dediler. Yeni bir uluslararası birliğin kurulmasını global gündemin ilk maddesi yaptılar. Reel sosyalizmin yıkılmasıyla başlatılan karşı-devrim dönemi şimdilerde “globalizm ve yenidünya düzeni” söylemiyle dışa vuruluyor. İstikrarsızlıklarından, krizlerinden ve içsel çelişkilerinden kurtulabilmek için emperyalistler, bugün yeniden kültür emperyalizmine geçmiştekinden daha çok sarılıyorlar.

KÜLTÜRSÜZLEŞTİRME

Sözlük ya da ansiklopedik karşılığını bir kenara bırakalım. Kültür, doğanın verdikleri dışında insanın yarattığı her şey diye tanımlanabilir. Kültür üst başlığı altında “burjuva kültürü,” “proleterya kültürü”, “genel kültür”, “ulusal kültür”, “Batı kültürü” vs. isimlendiriliyor. Daha çok Anglosakson niteliktedir çağdaş kültür. Bu kavramın gerçek yaratıcısı HERDER, kültürü bir ulusun, bir halkın ya da bir topluluğun yaşama biçimi olarak tasarlamakla bu kavrama tarihsel boyut kazandırmış. Evrensel niteliği olan kültürün, “kitle iletişim araçları” aracılığı ile geliştirilen yozutulmuşluk ise “kitle kültürü”dür. Yaygınlaştırılan ve medya ile dayatılan bir kültürdür.

Emperyalizm, “bir devletin, başka bir devlet ya da devletler topluluğu üstündeki iktisadi, askeri, kültürel vb. egemenliği…” olarak açıklanıyor. Bu egemenliğin kurulması ilk önceleri zora dayanıyordu. Basitleştirirsek, kaynaklar ve üretilen mallar için pazar, güçlenmek ve daha çok birikim ve ucuz işgücü için bir devletin bir başka devlet ya da topluluklar üstünde zoraki egemenlik kurması. Avcı örneği ile açıklamaya çalışayım. Bu benzetme Bekir Yıldız’a ait. Almanya’yı anlattığı bir kitabında bu örneğe yer verir.

Eskiden av peşinden koşan avcılar, avdan hoşnut kalamıyormuş. İstedikleri gibi avlanamıyorlarmış. Ama günümüzün avcıları oldukça akıllı… Çünkü avların su içmeden yaşayamayacaklarını biliyorlar. Bu yüzden subaşlarına gizleniyor ve bekliyorlar onları. Kolayca avlanıyorlar. Yorulmadan, peşlerine düşmeden ve fazlaca da emek harcamadan… Üstelik de zalimce… Sözde olan ve kalanlar subaşlarının nasıl ele geçirildiğini düşünedursunlar.

Geçmişten günümüze dek yaşam alanını genişleten ve kendi kültürünü dayatan emperyalistler, kitle iletişim araçlarından da yararlanmaktadır. Kendi yaşamlarını, kültürlerini, sanat ve edebiyatlarını, yiyeceklerini, içeceklerini, eğlencelerini, müziklerini vs. vazgeçilmez ve tek doğruymuşçasına yaymaktadır. Çünkü emperyalizmin ulaştığı teknolojik düzey “ulus devlet” kavramını hiçleştirmiştir.

Lenin, 1916’da yayımlanan “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı yapıtında buna uzunca yer vermiştir. Günümüzde gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere yaptıkları yardımlar (kredi, hibe vs.) bir insanın diğer bir insana yaptığı yardım ya da ödünç vermesi gibi değil asla. Bunları veren ülke/ler, bunları alan ülke/ler/den ödün/ler bekler. Hatta bunu ikili anlaşmalarla sağlama bağlar. Yaptığı yatırımları işine gelmediği zaman başka yerlere (ülke/ler) götürme tehdidinde bulunur. Haydar Tunçkanat, Amerika İle İkili Anlaşmaların İçyüzü adlı kitabında Türkiye ile Amerika arasındaki iktisadi ilişkilerin boyutlarını sergilemiştir. Bu kitaptaki veriler, bağımsızlığımıza(!) gölgenin gölgesini düşürmektedir. Tunçkanat’ın tespitinden bu yana değişen ve gelişen gerçeklerin, öncekileri de arattığı bambaşka bir gerçekliktir. Çünkü verilen kredilerin nerelere, ne zaman, nasıl harcanacağı karara bağlanmıştır. Bunun dışına çıkılması olanaksızdır. “Kale” bir defa içten ele geçirilmiştir.

Kültür emperyalizmi sözde “uygarlık” adına yaşam buluyor. Şimdi bir ülke düşünün: Demiryolu ya da karayolu yapılmış. İnsanlar getirilen otomobillerle on günde gidecekleri yerlere birkaç saatte gidebiliyor. Geride dokuz buçuk gün kalıyor. “Bu zamanı nasıl geçireceğiz?” diye düşünüyorlar kara kara. Radyo, ardından televizyon vs geliyor. Bunların programlarıyla bu aparatları getiren ülkelerin yaşamları, giyimleri, içitleri, mutfakları vs. onlara âdeta şırınga ediliyor. (Teknik gelişmenin insanlığın zararına olduğunu söylemiyorum asla. Niyetin altını çizmek istiyorum. Kalemini arkadaşının gözünü çıkarmak için kullananla, duygu ve düşüncesini yazmak için kullananın arasındaki fark gibi dediğim niyet…) Bunun için kâhin olmaya gerek de yok. Şöyle bir çevremize, sokağımıza, caddemize, şehrimizin gözde mekânlarına baktığımızda görebiliriz çok renkliliğimizi(!) Hep başkası olmak…

EMPERYALİZM

Lenin’e göre, emperyalizm için şu beş tanım yapılabilir.

“1. Üretimin ve iktisadi yaşamda belirleyici rol oynayan tekelleri yaratacak ölçüde bir gelişme düzeyine erişen sermayenin yoğunlaşması,

2. Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşması ve bu “mali sermaye” temelin de mali bir oligarşinin oluşması,

3. Mali ihracatın tersine, sermaye ihracatının özel bir önem kazanması,

4. Dünyayı paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması,

5. Dünya topraklarının en büyük kapitalist devletlerarasında bölüşülmesinin tamamlanması.”

(Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması)

Lenin’in saptamaları salt 1916 ile sınırlı değil ne yazık ki. Öngörüleri bilimsel bir yaklaşımın sonuçlarıdır. Bugün gücü dünyadaki artı-değerden kopardığı pay ile orantılı emperyalist ülkeler için dünya bütüncül bir pazardır. Globalizm ve kültür, emperyalistlerin krizlerini ertelemelerini, karşı-devrimi canlı tutmalarını ve dünya emekçilerini örgütsüzleştirmeyi amaçlamaktadır. Çünkü dünya emperyalist sistemi aynı zamanda bir pay ve güç hiyerarşisidir. Emperyalistlerin az gelişmiş ülkelere bağımlılığı azalırken, az gelişmiş ülkeler artan bir bağımlılıkla varlıklarını sürdürmektedirler. Sömürenlerinden kurtulamamaktadırlar. Fakat teslim de olmuyorlar, uzlaşmıyorlar da…

Elbette ki sermayenin devinimi karşısında kimse yel değirmenleri önünde çaresiz kalan Don Kişot olmak istemez. Çünkü sermaye devinimi tek yönlü vektör gibi gelişimini tamamlayacak ve kendi doğasından kaynaklanan girişimi gereği yeri sanal bir cennete çevirecektir. Sonra teknoloji her ne kadar egemenlerin erkleri için olsa da sonuçta insanlığın yararınadır. Makineleşmenin işini kolaylaştırdığını gören işçinin bir süre sonra sevinci hüzne ve kaçınılmaz bir öfkeye, hatta kine dönüşürken dört saat aynı makineyle üretime katlanmasını isteyen patronun suçlu olduğunu görmesi, kavraması ve anlaması gerekiyor. Bu bilinç verilmelidir. Bu bilinç sanal cennetlerin, gerçek cennetler için yıkılmasına yardımcı olacaktır. Emperyalist ülkelerin varsılları (sayıları dünya genelinde yaklaşık 300 bin kadar) dünyanın efendileri, diğerleri de onların köleleri olamaz, olmamalı. Dünya işçilerinin büyük bir bölümü atıl bir hâle getirilerek -karın tokluğuna- çalışanların öcüleri yapılamayacaktır. Çünkü dünyadaki kâr hırsı için insansızlaştırmayı düşünen sistemler, insanlık dışıdır. Bir yandan sefaleti, diğer yandan zenginliği yaratmak büyük bir çelişkidir.

Dilde, yaşamda, siyasette emperyalist kültüre özenmek, onun takipçisi olmak, yaşananlara seyirci kalmak hiç kimseye bir şey kazandırmayacaktır.

Bugün emperyalist ülkelerin sömürgeleştirdiği, kurum ve kuruluşlarına üye ederek yedeğe aldığı ama sömürmekten ve kullanmaktan bir an bile geri durmadığı ülkelerden aldığı artı değerler artık ülkelerinin işçilerine, emeklilerine bu ülkelerdeki işbirlikçilerine yetmemektedir. Sefalet ve zenginlik arasındaki uçurum sihirli fasulye gibi büyümektedir. Kültür emperyalizminin edebiyat, sanat, resim, şiir, öykü, roman, sinema, tiyatro, sosyal yaşam, eğlence vs. askerleri bir bir düşmektedir. Metropollerde açlar, işsizler, evsizler çığ gibi artmaktadır. Küresel direnişin öncüleri işsizlerin, evsizlerin, açların ve sokak insanlarının olması rastlantı değildir. Kapitalist sistemin sorunlarını kapitalizmin çerçevesinde ve onun aklıyla çözemezsiniz.

Son olarak, “Kapitalizmin Düğümleri” adlı kitaptan bir bölüm özetlemek istiyorum:

Bize dünya cennetlerinden biri olarak anlatılan, tanıtılan Rio de Janerio'da olanlar, dünyanın başka başka yerlerinde de oluyor. Bu şehirde, yersiz, yurtsuz on binlerce çocuk sokaklarda yaşıyor. Çöplüklerden besleniyor. Geceleri gazetelere sarınarak uyuyor. Hayırsever bazı kuruluşlar belli merkezlerde bu çocuklara sıcak çorba dağıtıyor. Sıcak yatak sunuyor. Bu çocuklar sosyal bir sorun hâline geliyor. Son yıllarda bazı asker-polis emeklileri ve sivil faşistlerden kurulu silahlı örgütler, bu çocukları çok zalimce öldürüyor. Hem de güpegündüz. Seçtikleri birini kıstırıp ensesine bir kurşun sıkıyor. Kaçmaya çalışanı izliyor. Asla peşini bırakmıyorlar. Bir kısmı gecekondulara sığınıyor, bir kısmı her şeye karşın şehirde yaşıyor. Korkunç olan çocukların öldürülme gerekçeleri. Enselerine sıkılan tek kurşunla öldürdükleri çocukların üstüne iğneyle şu standart notu iliştiriyorlar: Kişisel olarak sana karşı değiliz. Hıncımız da yoktur. Ama senin hiçbir geleceğin yok. Üstelik de bizim çocuklarımızın geleceği önünde büyük tehlikesin. Seni bu nedenle öldürdük. Bu kıyımın birçok şehrimizdeki başıboş köpeklerin katledilmeleri gibi olmadığını kim söyleyebilir? Bu ayıp dünyanın efendisi olmak isteyen ailelere, işbirlikçilerine ve sözde sosyal adaletçilere yeter de artar.

Mao, “Gölün buz tutması birkaç günün işi değil, çözülmesi de birkaç günün işi olmayacak,” demiş. Çok doğru, çünkü "kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden/ya hep beraber ya da hiç birimiz…" diyen B. Brecht’i de hesaba katalım ve de üstümüze düşeni hakkıyla yapalım.

*Yazar