Özgürlüğün bedeli ölüm olabilir mi?

Risk altındaki grupları hiçe sayan ve kendi orta sınıf güvenli beyaz hayatlarını geri isteyenlerin özgürlüğü, ölüm riski altında çalışmayı reddeden emekçinin kapanma-güvenlik ve tazminat talebinin bir sosyal adalet ve hak talebini aşarak tanımlanır.

Google Haberlere Abone ol

Betül Yarar*

Nisan ayının başından beri Amerika, Almanya ve benzeri ülkelerde giderek yaygınlaşan ve maskesiz insanların, sosyal mesafe kurallarını pek de takmayarak, "özgürlük" adına yaptığı eylemlere tanık oluyoruz. Özellikle Amerika'dakiler Amerikan bayraklarının sallandırıldığı eylemlerdi. Almanya'da ise tonu çok düşük de olsa eylemler devam ediyor. Almanya'da aşırı sağ AFD partisinin bu eylemlerin organizasyonuna katıldığı biliniyor. Benzer "özgürlük" hareketi Amerika'da ise modern aşırı sağın bağışları tarafından finanse ediliyor ve büyük oranda Trump hükümetinin aldığı önlemlere karşı gibi görünse de Trump tarafından destekleniyor. Kürtaj karşıtı politikalara tepki göstermek için feministlerin dolaşıma soktuğu "Benim bedenim benim kararım" sloganını biraz bükerek kullanmaları, "Özgürlük ya da ölüm bana bırak", "Ya özgürlük ya da Covid-19 bana bırak" gibi slaganlarla yürümeleri de dikkat çekici.

Amerika'da bu hareketin en medyatik isimlerinden biri Alex Jones'un konuşmalarını ve yazılarını biraz takip ettiğinizde çok ilginç siyasal argümanlarla ve siyasetin duyguyla birleştiği yivlerle karşılaşıyorsunuz. Elbette genel olarak sorunun büyütüldüğünden ve getirilen kısıtlamaların ise Amerika'nın aleyhine olduğu tespitinden hareket ediliyor. Amerika'ya karşı olan belirsiz güçler sık sık telaffuz ediliyor. Bu güçler kimi zaman "sistem" kimi zaman "küreselci şirketler" olarak ifade ediliyorlar. Bunların serbest piyasa ekonomisine ve insan iradesine karşı hareket ettikleri ve Amerika'yı ve Amerikalıları teslim almak istedikleri ve onları bütünüyle itaat etmeye zorladıkları belirtiliyor konuşmalarda. Trump'ı seçimlerde desteklediği bilinen Jones bu belirsiz düşmanları nüfuzlular ya da kuruluşlar, yani "establishment" olarak da ifade ediyor. Komünist Çin, Dünya Sağlık Örgütü, Ulusal Sağlık Örgütü bürokrasisi bu nüfuzlu kuruluşlar arasında sıralanırken, hemen arkasından yine genel bir "sistem bürokrasisi" ifadesi kullanılarak ilgili tüm ulusal ve uluslararası kurumlar itham ediliyorlar. Jones bunların Trump'ı da etkileri altına aldıklarını ima ederek sözü Amerika'nın üstünde dijital, kültürel, ekonomik ve tıbbi bir baskı kurulmak istenmesine dair ileri sürdüğü komplo teorisine getiriyor. Hatta daha da ileri gidip bu kuruluşların sadece kendisini yıkmakla değil, çocuklarını bile elinden almakla tehdit ettiklerini ileri sürüyor bir televizyon programında. Ancak korkmadığını ekliyor. Kendisinin sistem karşısındaki bu kahramanca mücadele ve direnişine, sadece bu kuruluşlar saldırısı altındaki Amerikan bayrağını ve çekirdek ailenin imgesi insanlık bayrağını salladıkları zaman son verebileceğini ekliyor. Amerikan halkını da kendisiyle beraber ayaklanmaya çağıran bu yalnız kovboyun belirsiz bir otorite topluluğuna karşı açtığı bu savaşta azımsanmayacak sayıda insanı da sürüklediğini görüyoruz.

Eve-kapanma önlemlerine karşı benzer bir boykotun Güney Dakota eyalet başkanından geldiği biliniyor. Bu eyaletteki en büyük vaka sayısı domuz üretim işletmesinde ortaya çıkan vak'alarla ilgili ve burada yaklaşık 900 işçi aileleriyle birlikte tehlikeye atılmış. Tüm tepkilere rağmen eyalet başkanı kapanma karşıtı tutumundan vazgeçmemişti. Amerika'da Cumhuriyetçilerin yönetimde olduğu eyaletlerde de kapanmaya karşı tutumun genel kabul gördüğü biliniyor. Bütün bunlar Trump'ın Amerika'da açılma sürecini daha hızlı yürütebilmesini de mümkün kılıyor.

Amerika'da tüm ülkede ortaya çıkan bu eylemlere katılan kişilerle yapılan görüşmeleri içeren haberlerde Tanrı dışında bir otoriteyi tanımama eğiliminin, dinsel özgürlük talebinin (ibadetlere ve ibadethanelere getirilen kısıtlara tepki), bireysel iradelerinin hiçe sayılmasına yönelik eleştirilerin Amerika'nın girdiği ve daha da derinleşmesi ihtimali olan krizden duyulan korkularla iç içe geçtiği anlaşılmakta. Din temasının özellikle Amerika'da güçlü olduğunu Hristiyanların kutsal günlerinde bazı kilise liderlerinin (ki bunlara Cumhuriyetçi Parti'nin desteği de bilinmektedir) federal ve yerel hükümet yöneticilerine ibadetlere getirilen kısıtlamalar bağlamında açtıkları davalardan anlamak mümkün. Dolayısıyla, bu noktada bir parantez açarak, bilimsel bilgiye inanan laiklerle dindar muhafazakarlar arasındaki bu gerilimin Türkiye'ye özgü olmadığını belirtebiliriz. Ancak Amerika'da sağlık bakım mevzuatından vazgeçmek adına yapılan eylemlerde açık bir biçimde dini özgürlük kavramının bayraklaştırıldığı görülmekte. Bu özelliğin Amerikan sağını Kanada veya Almanya'daki benzerlerinden ayrıştırdığı söyleniyor. Özellikle orta sınıf beyaz muhafazakar Amerikalıların ve bu krizden en çok etkilenen küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin (ki bu grubun temel belirleyenleri erkeklerdir) korkularının derinliği kimseyi şaşırmayacaktır. Ancak bu noktada bir başka korkudan daha söz etmek gerekir. Bu da giderek büyüyen sosyal taleplerin toplumda adalet ve eşitliği özgürlüklerle birlikte ele alan yeni bir zihniyetin güçlenmesine neden olması ihtimalinden duyulan korku. İşte Trump ve Jones gibi siyasilerin daha belirgin bir biçimde hissettikleri bir diğer endişe bu: İşçilerin daha fazla hak talep etmelerinin ve daha eşitlikçi bir sağlık sistemi içinde yaşama arzusunun yeni bir toplumsal adalet talebine dönüşüp yükselmesi ihtimali. Fransa'da çoktan başlamış olan sarı yelekliler hareketine yol açan bir beklentinin gizlice yaygınlaşması ihtimali. Nitekim Almanya'da henüz çok güçlü olmayan bu siyasi algı ve eğilim radikal sağ parti AFD'ye olan sosyal desteğin düşüşünde kendisini göstermekte.

İlk anda bu muhalif sol grupların uzun süredir odaklandıkları kimlik politikaları ve göçmenler gibi azınlık haklarına dair meselelerden uzaklaşmalarıyla sonuçlanacağı kanısına yol açabilir. Ancak ortak sosyal yaşamın eşitlik ve adalet temelinde yeniden kurgulanması kapsayıcı bir düşünsel genişleme anlamını taşıyacağından, durum sanıldığı gibi olmayabilir. Nitekim pandemi tüm risk gruplarını eşitlediği ölçüde bu varsayım yıkılır ve risk gruplarına duyarlı çözümler konuşuldukça riskler kadar haklar da ilişkiye geçer. Bu noktada koronanın aslında eşitsizlikleri eklemlediği söylenebilir. Zira neoliberal, neomuhafazakar ve otoriter zihniyetlerin açtığı yaraları görünür kılması bakımından pandemi oldukça güçlü bir turnusol kağıdı değildir de nedir?

Özgürlük adına yapılan yukarıda bahsedilen eylemler bizi özgürlük kavramı hakkında daha derin düşünmeye iter. Özgürlük sol literatürde tanımı ve yeri sabit bir kavrammış gibi kabul gördüğünden, ilk anda hakkında pek şüphe duyulmayacak, tanıdık bir kavram gibi görünür. Bu noktada onun liberal sağ düşünceyle iç içe geçen uzun bir tarihi olduğu hatırlanmalıdır. Bugün pandemi koşullarında bireye ve onun özgürlüğüne yapılan bu vurgu toplumcu perspektiften bizi uzaklaştıran ve insanların başkalarına zarar verme veya enfekte olma ve enfekte etme özgürlüğünün savunusuna dönüşürken, hak ve demokrasi kavramlarının doğuşunda görülen burjuvaziye özgü sınırlı yorumların ancak mücadelelerle genişletildiği unutulmamalıdır. Risk altındaki grupları hiçe sayan ve kendi orta sınıf güvenli beyaz hayatlarını geri isteyenlerin özgürlüğü, ölüm riski altında çalışmayı reddeden emekçinin kapanma, güvenlik ve tazminat talebinin yok sayarak tanımlanır. Bu noktada özgürlük başkalarına zarar verme özgürlüğüne dönüşür. Vatandaşlar karşısında devletin sosyal sorumluluklarını reddeden bu bireyci özgürlük anlayışı, demokrasi, hak ve benzeri tüm diğer kavramları da kısıtlı bir içerikle doldurulmak ister.

Amerikan Üniversitesi'nde Profesör ve Anti-ırkçı Araştırma ve Politika Merkezi'nin (Antiracist Research and Policy Center) yöneticisi olan Ibram X. Kendi, the Atlantic gazetesinde yayınlanan yazısında kölelikten başlayarak beyaz Amerikalıların en önemli ayrıcalığının yaşam olduğunu belirtir. "Köle sahiplerinin arzuladığı horladıklarını köleleştirmek, haklarından mahrum etmek, sömürmek, yoksullaştırmak, susturmak, öldürmek için onlara özgürlük tanıyan bir devletti. Bir şey yapmak için özgürlük. Zarar vermek için. Korona virüsü terimleriyle söyleyecek olursak enfekte etmek için özgürlük. Köle sahipleri komünal özgürlük formlarından (topluluğun köleleştirilmekten, haklarından mahrum bırakılmaktan, sömürüden, yoksullaştırılmaktan, aşağılanmanın ve susturulmanın her türünden ve öldürülmekten özgürleştirilmesini) herhangi birini güvenceye alan bir devleti ise reddettiler. Bir şeyden özgürlük. Zarar görmekten özgürlük. Korona virüsü terimleriyle söyleyecek olursak, enfekte olmaktan özgürlük." Kendi'nin bu anlatımı bizi soyut bireyi merkeze alan özgürlük fikriden, iktidar ilişkilerini yapı söküme uğratan toplumcu veya komünal özgürlük fikrine doğru ilerlemeye zorlar. Kölelikten bu yana Amerika'nın bir savaş içinde olduğunu, bugün de savaşın Covid-19'a karşı verildiğini ifade eden Kendi şöyle der: "Amerikan projesinin başından beri, iktidar sahibi bireyler zarar verme özgürlüğü adına anayasal mücadele verirlerken, kırılgan topluluklar kendilerini zarardan korumak üzere bir anayasal özgürlük mücadelesi verdiler". Dolayısıyla Kendi, bu özgürlük söyleminin kabuğunu kırdığımızda kabuğun içinden "bizlerin hâlâ o eski köle sahiplerinin Cumhuriyeti'nde yaşadığımız ve öldüğümüz" gerçeğinin çıktığı sonucuna ulaşır.

Kısaca Amerika'da ve dünyanın her yerinde bugün evde-kal kampanyalarını reddedenlerin Anayasal özgürlük savunusuna karşı, kırılgan toplulukların sağlık ve yaşam hakkı taleplerini güvenceye alması gereken anayasa ve devlet tanımını buluyoruz. Yani tartışmanın ekseninin soyut özgürlüklerden bu noktaya kaydırılmasının bize başka bir pencere sunduğu görüşündeyim. Bu noktada Türkiye'deki evde kal kampanyasının toplumda bulduğu desteği önemsememiz gerekir diye düşünüyorum. Ancak mevcut uygulamalar evde sadece belli bir kesimin kalabilme lüksü içinde olduğunu açıkça gösterdi bize. Bazılarının evde kalıp yaşamını koruyabilmesinin bedelini çalışmak zorunda bırakılanlar ödedi ve ödüyorlar. Almanya örneğinde olduğu gibi çalışma yaşamının insani bir düzenlemeyle temel ihtiyaçların üretimi hariç durdurulmasının sokağa çıkma yasağını gerektirmediğini de gördük. Ama eğer bunun siyasi kültürdeki karşılığı buysa, sokağa çıkma yasağı talebini de ciddiye almak gerekir. Ama asıl mesele özgürlüklere karşı getirilmiş sınırlamaların temelde kimin yaşam hakkının savunulmaya değer olduğu sorusuyla ilintisidir. Çünkü kimsenin toplumu riske atma, hangi risk grubundan olursa olsun (yaşlı, sakat, kronik hasta vs) bir kişiyi dahi enfekte etme özgürlüğü yoktur. Bu anlamda kimse maskesiz ortak kapalı mekanlarda gezme  özgürlüğüne de sahip değildir. Özgürlükler başkalarının zararına tanımlanamayacağı gibi herhangi bir kesimin tıbbi nedenlerle dahi olsa kimin yaşama hakkının daha üstün olduğu konusunda karar verme yetkisi gibi "tanrısal" bir yetkiyle donatılması da eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu tür bir iktidar algısı ancak gerçekten iktidarda olanların bir yanılsaması olabilir. Buna karşı asıl savunulması gereken kimsenin yaşamına zarar gelmemesi için toplumcu bir sağlık ve yaşam biçimi olmalıdır. Sonuç olarak başlıkta yer alan soruya geri dönecek olursak ölüm veya enfekte olma özgürlüğü konusunda kimin özgürlüğü ve kimin ölümü sorularını sorarak attığımız basit adım, bizi gizli öznelerin ve iktidar ilişkilerinin faillerinin somutlanmasına götürür. Böylece esasen şu anda sokaklara dökülen grupların soyut özgürlük talebinin bedelinin belirli kırılgan grupların enfekte olmaları veya ölmeleri olduğu gerçeğiyle yüzleşilir. Birilerinin özgürlüğünün bedeli bazılarının ölümü olamaz.

*Prof. Dr. Bremen Üniversitesi, Almanya