Devletin Türkiye Barolar Birliği ile imtihanı

Devlet, hizaya gelmezse, TBB’ye yönelik korporatist ilişkileri gözden geçirecek, birtakım yasal değişikliklere yönelerek mikro veya mezzo düzeyde korporatist ilişkiye uygun, Hak-İş, Memur Sen gibi kurumlar yaratmayı tercih edebilecektir.

Google Haberlere Abone ol

Yüksel Akkaya*

Özellikle, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çıkar gruplarıyla geniş anlamda devlet-toplum, dar anlamda işçi sendikalarıyla işverenler arasında, işçi sendikalarıyla hükümet arasında işbirliğini inceleyen araştırmalar sorunu neo-korporatizm olarak tanımladı. Bunu bir parça teorik olarak olayın/olgunun anlaşılması için açıklamaya çalışacağım. Şimdilik sendikaları bir kenara bırakıp TBB, TTB ve TMMOB’nin Yasa ve Yönetmelikleri çerçevesinde baktığımızda her üç örgütün de devlet ile işbirliği içinde olması gereken birer korporatist örgüt olarak kurulduğunu söylemek mümkün. Daha sonra ayrıntılı olarak açıklayacağımız gibi, devlet bu üç örgüte de işbirliğinin karşılığı olarak bazı hakları ödül olarak vermiş, bunun karşılığında işbirliği için ödünler istemiştir.

Burada sözünü ettiğimiz korporatizm, 1920’li, 1930’lu yıllardaki faşizmle özdeşleşmiş korporatizm değil. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra daha demokratik yanları, liberal yanları ağır basan, ama çoğulculuğun karşısında devletle işbirliğini ön plana çıkaran bir oluşum, olgu, burada sözünü ettiğimiz. Temel kaygı ekonomik istikrarı sağlamak ve toplumu yönetebilir kılmaktı.

İşte bu korporatist teoriyi oluşturanlar, devletin özellikle siyasal istikrarı sağlamak, ekonomik büyümeyi sağlamak, sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmak, toplumsal düzeni sürekli kılabilmek için, toplumdaki çıkar gruplarıyla, çıkar örgütleriyle işbirliğine açık olmayı gerektirdiğini düşünüyorlar. Mesela “Hem işçi sendikalarıyla, hem işverenle hükümet arasında işbirliği olsun. Sık sık grevlere gidileceğine, birlikte üretim süreçleri içinde artıktan pay alınsın, ama zaman zaman grevler yerine sadece istihdama razı olunsun, bunu yanı sıra da işçi ücretlerinde artış olmasın” ya da meslek örgütleri açısından baktığınızda, -belki birazdan yasa üzerinde temelli değerlendirdiğimizde, ortaya daha farklı şey çıkacak- “Kamu politikalarının oluşturulmasında meslek örgütlerine devlette temsil yeteneği verilsin, ama kamu kuruluşları da bir baskı grubu olarak, bir çıkar grubu olarak hem toplumsal düzeni, hem siyasal düzeni, hem de ekonomik yapıyı zorlayacak birtakım taleplerde bulunmasın” şeklinde birtakım yönelimler var. Katılımcılık adı altında kararlara, kamu politikalarının oluşturulmasına, iktisadi politikaların oluşturulmasına, siyasal politikanın, sosyal politikanın oluşturulmasına katılıyorsunuz, ama bu kararlara katıldıktan sonra, isterseniz buna “hayır” deyin, isterseniz “evet” deyin, ama karar alma süreçlerine katıldıktan sonra, devlet sizden uygulama sürecinde olumlu bir tutum bekliyor.

Yine bunları verirken, karşılıklı olarak ödüller ve ödünler var, yani devletle işbirliği yapmanın, özerklikten vazgeçmenin birtakım ödünler olduğu düşünülürse, bunun karşısında da birtakım ödüllerin olması gerekir. Devlet diyor ki, “Eğer benimle işbirliği yaparsan, kurumsallaşmış bir işbirliği yaparsan, kamu politikalarının oluşturulmasında benden yana tavır takınırsan, ekonomik büyümenin önünde engel oluşturmazsan, sosyal politikanın oluşmasında benim kararlarıma uyarsan, ben de sana birtakım ödüller vereceğim. Mesela yasalar aracılığıyla seni merkezi örgüte dönüştüreceğim, sana üyeliği zorunlu kılacağım, sana üyelik aidatının kaynaktan, maaştan/ücretten/gelirden kesilmesini sağlayacağım diyor ödül olarak. Sonra bazı kurullarda, hükümetin, bakanlıkların ya da başka kurullarda, komitelerde, konseylerde sana temsil yetkisi vereceğim. Böylece seni hem meslek üyelerinin, hem çıkar gruplarının üyelerinin, hem de toplumun nezdinde meşrulaşmanı sağlayacağım.” Bunlar da verilen ödüller.

Tabii bütün ülkelerde, gelişmiş ülkelerde ya da gelişmekte olan ülkelerde aynı derecede uygulanmıyor; fakat korporatist yapılanmalar, ilişkiler daha çok kapitalist ülkelere özgü. Bunun da farklı boyutları var, yani araştırmacılar, bilim insanları düşünmeye başladıklarında, tasnif etmekte sınır tanımıyorlar. Sonra belirli ülkeler karşılaştırılmaya başlandığında, işte azgelişmiş ülkelere daha çok otoriter devletçi yanı ağır basan bir korporatizmin yakıştığı, kapitalist ülkelere toplumcu, liberal, demokratik bir korporatizmin denk düştüğü gibi birtakım sınıflandırmalar falan yapılıyor.

Bu açıdan baktığımızda, demek ki ikinci bir sınıflandırma gerekiyor burada. Mesela “Türkiye gibi ülkelerdeki bu korporarist ilişkiler var mıdır, varsa nasıl özellikler taşır?” sorusu önem taşıyor.

Buraya değinmeden önce son bir şey daha söylemek istiyorum: Aslında şimdi tanımladığımız bu ilişkilere baktığımızda, özellikle son yıllarda söylenen “goodgovernance”, “governance” yani yönetişim ya da iyi yönetişim gibi şeylerle de benzerlikler içerdiğini görebilirsiniz. Aslında yönetişim, iyi yönetişim şeyleri, korporatizmin biraz daha sulandırılmış, biraz daha esnekleştirilmiş halidir diye de düşünebiliriz. Temsil açısından baktığımızda, korporatist ilişkilerle karşılaştığımızda, bu yönetişim ve benzeri daha fazla bir temsil yetkisi vermiyor, daha fazla önem vermiyor, ama toplumda daha düşük düzeyde, mikro düzeyde ona birtakım kararlara katılma ya da kararların alınması sürecinde olanak tanıyabileceğini falan gösteriyor.

Buradan değerlendirdiğimizde; devlet korporatizmi açısından baktığımızda, mesela buralarda merkezileşme, yasaların tanıdığı bazı ayrıcalıklar çerçevesinde olmuyor, devlet doğrudan yasal olarak tanıyor bunu, mesela TMMOB’nin Yasasında olduğu gibi. Yine üyelik açısından baktığımızda, bu demokratik korporatizmde ya da liberal korporatizmde kendiliğinden gelişen bir süreç, ama devletçi, otoriter yanı ağır basan korporatist sistemlerde bu yine yasalarla düzenleniyor. Yani bütün bu süreçlere baktığımızda, kısacası şunu söylemek mümkün: Devletçi korporatizmde, otoriter yanı basan korporatizmde devlet, yasalar aracılığıyla bu tekel hakkını, temsil hakkını ve faaliyetlerini tanımakta; diğer tarafta tabandan yükselen, ama devletin de desteklediği bir şekilde hayata geçmektedir. Zorunlu üyelik, baskı ve yasalar yoluyla “de jure”, hukuken, resmi emir ya da takdir yetkisiyle sağlanır. Rekabet yoktur. Bu, devlet baskısı ile sağlanır. Devletçe tanınma, örgüt kurmanın koşulu olarak devletçe tepeden olur.

Şimdi bu söylediklerimiz çerçevesinde bu üç kurumun kuruluş sürecini ve izleyen yıllarının gelişimini değerlendirebiliriz. Bir kere iki özellikten söz etmek mümkün. 1951’de TOBB, 1953’te TTB, 1954’te TMMOB,1969 yılında TBB kurulmuştur. Bunlar tesadüfi mi; bilimde tesadüflere yer yoksa, üzerinde durmakta yarar var. Aslında bu yıllar, Avrupa’daki pek çok ülkede de korporatist ilişkilerin kurulduğu, bunlara bu türden yetkilerin tanındığı bir dönemdir. Zamanın yanı sıra ikinci olarak bunlara kamusal görev ve anlam da yüklenmekte kuruluş yasalarında.

1136 Sayılı Avukatlık Kanunu’na göre, avukatların TBB’ye üye olmaları zorunludur ve avukatlık yapmak için TBB’den onay almak gerekmektedir: “Madde 66 – Her avukat, bölgesi içinde sürekli olarak avukatlık edeceği yerin baro levhasına yazılmakla, yükümlüdür”. Bu bir korporatist ilişki olarak TBB’ye hem merkezi tekelci bir örgüt olma hakkı tanımaktır, hem de zorunlu üyelik ve onay ile ödüllendirilmektedir. Birliğe üyeliği zorunlu kılıyor. Eğer avukatlar kendi mesleklerini icra edeceklerse, ne yapmaları gerekiyor; mutlaka bu Birliğe ve Birliğe bağlı odalara üye olmaları gerekiyor. Bir meslek ediniyorsunuz; fakat bu mesleği yerine getirebilmeniz için bu Birliğe ve bağlı odalara üye olmanız gerekiyor. Bu otoriter korporatist bir ilişkidir.

“Madde 76 – (Değişik birinci fıkra: 2/5/2001 - 4667/46 md.) Barolar; avukatlık mesleğini geliştirmek, meslek mensuplarının birbirleri ve iş sahipleri ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni sağlamak; meslek düzenini, ahlâkını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak, avukatların ortak ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüm çalışmaları yürüten, tüzel kişiliği bulunan, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır”. TBB’ye kamu kurumu niteliği taşıyan devlet ile işbirliği içinde olması gereken korporatist bir görev verilmiştir.

“Madde 77- (Değişik dördüncü fıkra : 2/5/2001 - 4667/47 md.) Türkiye Barolar Birliği, kuruluşu Adalet Bakanlığına bildirir.

(Değişik: 18/6/1997 - 4276/4 md.) Amaçları dışında faaliyet gösteren barolar ile Türkiye Barolar Birliği sorumlu organlarının görevlerine son verilmesine ve yerlerine yenilerinin seçilmesine, Adalet Bakanlığı'nın veya bulundukları yer Cumhuriyet Başsavcılığı'nın istemi üzerine, o yerdeki asliye hukuk mahkemesince basit usule göre yargılama yapılarak karar verilir ve dava en geç üç ay içinde sonuçlandırılır”. TBB bağımsız bir örgüt değil kuruluşu itibari ile devletin uzantısı korporatist bir örgüttür. Kuruluş ve faaliyetler devletin onayına/kabulüne bağlıdır.

TMMOB, TTB gibi TBB de bir korporatist olmakla birlikte yakın döneme kadar TMMOB ve TTB gibi iktidar ile bir “sürtüşmeye” girmemiş, yasal düzenlemelerde bile sessiz kalmış, geçiştirmiştir. Son zamanlarda yükselen hafif sesi iktidarı TMMOB ve TTB'de olduğu gibi yer yer huzursuz etmiştir. Devlet şimdi ödül ve ödüne dayalı bu korporatist ilişkinin geldiği boyuttan rahatsız olarak, ödül ve ödün sistemini gözden geçireceğini belirtiyor, daha önce TMMOB ve TTB üzerinden bazı tasarruflarda yaptığı gibi. En azından şimdilik tanıdığı merkeziyetçi, tekelci hakkı elinden almak ile “tehdit” etmektedir.

Son söz olarak bir şey söylemek gerekirse; kuruluşlarından bugüne devletin niyetiyle ulaşılan sonuca baktığımızda, aslında hedeflenen amaç ile örtüşen bir yan yok, 1960’lardan sonra bir kırılma var ve bu tersine doğru gidiyor. Peki, ne olacak? Dün TMMOB ve TTB’nin yaşadığını bugün de TBB yaşayacak. Devlet, hizaya gelmezse, TBB’ye yönelik korporatist ilişkileri gözden geçirecek, birtakım yasal değişikliklere yönelerek mikro veya mezzo düzeyde korporatist ilişkiye uygun, Hak-İş, Memur Sen gibi kurumlar yaratmayı tercih edebilecektir.

*Prof. Dr., Hacı Bayram Üniversitesi İletişim Fakültesi, Sosyal Politika çalışma alanı