Bugün anneler günü: 'Yasta yaşamayı iyi kötü sürdürüyorum'

Hiçbir ölüm, anılar hariç, güzel bir miras bırakmıyor arkasında. Senin ölümüne güzel bakan herkes, sadece anılarında yer edindiğin, ve artık yaşamlarında olmayacağın içindir. Kendi ellerimle kazdığım bir kedere yuvarlanıp düşüyorum. Belki hiç kimse bilmeyecek, anlam veremeyecek.

Google Haberlere Abone ol

Mustafa Orman*

“İnsan unutmuyor, ama içinize “boş” bir şey yerleşiyor.” Roland Barthes

Gözlerin iki zeytin çekirdeğinin andıyla yüzünde resmedilmiş gibi gelirdi bana hep. Göz harkına açılmış iki çukur içinde sağa sola dönen, üzüntüyü de sevinci de parladığı an yansıtan gözlerinin capcanlılığıyla dururdun öyle. Sabahları uykunun sersemliğine bürünmüş evde, pencerelerde ve balkonun önünde seninle uyanıp sana eşlik eden çiçeklerle, bahçede elinde süpürgeyle yaprakları temizlerken, bir yandan da semaverden çatırdayan odunları işitirdik. Balkona serilen sabah güneşinin sıcaklığında elimin tersiyle gözlerimi siler, sana bakardım. “Yine çok uyudun eş’oğlu eşek,” deyişinle dişlerin belirir, semaverin üzerindeki demliğin kulpundan demini alan çay parçacıkları dökülürdü. “Bardakları getir, çay içelim,” demenle birlikte kaysı ağacının altında kurulmuş olan masanın ıslaklığını güneşe teslim edip sandalyeleri ceviz kütüğünün kenarına bırakırdın. Çam ağaçlarını çok severdin, bu yüzden kesilmiş dutun yerine iki tane çam ağacı dikmiştin. Ama yine de en çok vişne ağacını severdin. Gövdesinin uzunluğuna, dallarının sertliğiyle en tepesinde karara karara kalmış yemişlerine bakamadan edemezdin. Vişnenin bolluğu seni de bollatırdı. Baharın gelişinde, diğer baharların güzelliğini hatırlar, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” der, kavakları aniden raks ettiren rüzgarın uğultusuyla daldığın yerden uyanırdın. Bir yandan kızların için ördüğün patik iplerini bir o şişten bir bu şişe geçirip deseni patiğe yerleştirmeye çalışırken diğer yandan çayını yudumlardın. Eskinin karanlığıyla yaptığın bütün konuşmaların aydınlığa çıktığını bilemezdim. Eski zaman ağzı, yeni zamanın kulaklarına uymuyordu. Bunu bilmem zaman alsa da, seni hatırladığımda, hiçbir şeyin neden eskisi gibi olmadığını anlamaktan öte kendime anlatabiliyorum. Boynundan alıp içime çektiğim kokun, geçmişin güzel anılarını gülümseyip anımsarken ansızın bir üzüntüyü de beraberinde getiriyor. Kokunun hafızamı kurcalayıp kısa geçmişimi seninle önüme sermesi, sana dair kesitler, zihnimde çekilmiş fotoğrafların sınırsız bir albümünü yaşamıma yavaşça bırakıyor. Her gün kendini bana açtıran bir albüm. Arkanda bıraktığın vişne, çam ağaçlarında, her sabah dalından koparıp yemeden duramadığın yeşil ekşi elmaların tadında da seni anımsıyorum. Seni hiç unutmadım ki hatırlayayım. Belki de unutmak için hatırlamak, hatırlamak için de unutmak var. İçimdeki derin oyuklarla beliren büyük boşluğun öyküsü bu. Belki de sadece eksik bırakıldığım yerden bir şeyler anlatabilmenin sessizliği. Herkes kendi özlem ve sevgi ritminde vardır.

Eve dönmek. Eve bakmak. Ev, anneden ibaretmiş.

Yasta yaşamayı, bütün günlerin birbirine benzemesini net bir biçimde anlatamam. Öldüğün akşamın gecesinde kendiliğinden içime yerleşen, kalbimi sıkıştıran, dilsiz bırakan o duygunun tarifini bilmiyorum. Farkında olmadan ağlamak, kafamı bir duvara, bir cisme vurmak. Sonrasında nasıl ağlayacağımı bilmeyip ağlamak istesem de o ağlamanın gelmeyeceğini bile bile susarak etrafıma boş ve anlamsız gözlerle bakıyordum. Herkes ağlarken ağlamadığım ve sustuğum için kendimi suçluyordum. Fakat farkındayım. Zaman zaman artık bunun altında ezildiğimi, gücümü kaybettiğimi, bunu göstermemek için çabaladığım anlarda yıkılıverdiğimi seziyorum. Ölümünün üzerinden 1 yıl 108 gün geçse de etrafımdaki herkesin hâlâ yas duygumu yitirmişim gibi davranmaları, beni dünyaya ve insanlara dair hissizleştiriyor. Ya da onların yas karşısında söyleyecek hiçbir şeyleri yoktur, yanımda durmaktan başka. Anlatmak, olan biteni dile getirmek, kelimelerle ve cümlelerle sınırlı kalıyor. Ölüm geride yürüyen ölüler bırakıyor hep. Kaldırımda, sokakta kim bilir yürüyen kaç ölüyle karşılaşıyorum. Onlardan biri de benim. Belki bunu sen de görüyorsundur. Sen kadife çiçeklerinin kokusunda, vişnenin kararmışlığında, patlıcan reçelenin şekerlenişinde, yeşil ekşi elmaların tadında, kaysı ağacının altındaki masada, hatırlandığın ve unutulmadığın her anda ölülerden sayılmıyorsun. Sadece bedenen buradan gittiğine, sözlerinin ve yüzünün her gün aramızda dolaştığına yavaş yavaş kendimi inandırıyorum. Belki hatırlanmadığında, unutulduğunda artık ilk kez öldüğünün farkına varabilirim. Her günümde, her anımda, gözlerimde ve aklımda oluşunla, başkalarının yaşamına, başkalarının sonsuz isteklerine, başkalarının sevincine ve üzüntüsüne zorlukla katlandığı seziyorum. Tahammülsüzlüğümün senin gidişinle daha da arttığının farkına yeni yeni varıyorum. Hiçbir ölüm, anılar hariç, güzel bir miras bırakmıyor arkasında. Senin ölümüne güzel bakan herkes, sadece anılarında yer edindiğin, ve artık yaşamlarında olmayacağın içindir. Kendi ellerimle kazdığım bir kedere yuvarlanıp düşüyorum. Belki hiç kimse bilmeyecek, anlam veremeyecek. Pencerede, peronda, kapı eşiğinde hiçbir söz söylemese de gözlerine yerleşen hem çok şey anlatan hem de hiçbir şey anlatmayan vedalara benzemiyor bu veda. Veda duygusunun ritmini sürekli içimde tutuyorum.

Ölüm. Veda: Sözler yok, bakış silinmiştir artık.

Senden sonra, bahçedeki o masada kimse artık eskisi gibi oturmuyor. Sonbaharda yapraklar düşüp ortalık sarardığında, kimsesizliğin ve sensizliğin adına bütün her şey orada beliriyor.

Sanki bir yere misafirliğe gitmiş, her an çıkıp gelecekmişsin duygusuyla bekliyoruz.

.

.

*Yazar

Etiketler Anneler Günü