Pandemi, kent, mekan, yaşam ve gelecek

Sağlık sorunu tek başına hastaneler yapmakla çözülemez, yaşam alanlarının sağlığı koruyucu olması bir gereklilik. Pandemi süreci bu açıdan hepimizin yeniden düşünmesine olanak sağlıyor, yeni ve güzel gelecek ütopyaları kurmak ve bizi esir alan bu döngüden kurtulmak için.

Google Haberlere Abone ol

Tezcan Karakuş Candan*

Dünya Sağlık Örgütü'nün Covid-19 ile mücadele sürecinde pandemi ilan etmesi ile ekonomiden sosyal politikalara, yönetim biçimlerinden üretim ilişkilerine, yaşam tarzlarına kadar her şeyin tartışıldığı ve dönüşmeye başladığı bu dönemde mimarlık ve kentleşme politikaları da odağa oturması gereken konulardan birisi. Çünkü Covid-19 bulaş alanları olarak kentleri ve mega kentleri seçti. Kentleşmenin gelişmesi ile ülkeler arasında kolay ve hızlı ulaşım bağlantıları, Covid-19’un hızla dünyaya yayılmasına neden oldu. Covid-19 sermayenin üstleri olan kentleri işgal etti ve kent yaşamını esir aldı.

Tam da böylesi bir distopya içerisinde, gelecek ütopyalarının oluşturulması için yaşanan sürece kendi alanımızdan da mercek tutmak ve yeni tartışma alanları açmak önemli.

COVİD-19 NEDEN AĞIRLIKLI OLARAK KENTLERİ SEÇTİ?

Neoliberal ekonomik politikaların ikinci yapısal dönüşümü halkın doğrudan yaşamsal alanları idi. Bu kapsamda kentleşme, doğal çevre, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik politikaları sermaye birikimi için araçsallaştırıldı. Doğayı bir varlık olarak kabul etmek ve onunla uyumlu yaşamak yerine, doğal kaynak söylemi ile doğal alanlarımız da, sermaye birikimi için “kaynak” olarak talan edildi. Gelişen kentlere yoğun bir göç dalgası yaşanırken kır-kent ayrımı ortadan kalktı. Dere yatakları, vadiler, ormanlar, sulak alanlar, havzalar, kıyılar, meralar denetimsiz bir şekilde kentleşti. Ekolojik eşikler ve ekolojik bütünlük parçalandı. Canlıların doğal yaşam ortamları ve yuvaları dağıtıldı. Dünyanın büyük kentlerinde yaşanan dram, kaybedilen canlar, evde kal çağrıları, sokağa çıkma yasakları, izolasyon bulaş riskini azaltmak için kentlerdeki yoğunluğu azaltmak için kentsel seyreltme olarak alınan önlemler biçiminde karşımıza çıktı. Salgın haritalamasında, Covid pozitif gösterimleri, 10 köye bedel sitelerin, rezidansların karantina altına alınması aynı zamanda bu aşırı kentleşme politikalarının yanlışlığının da gösterimi. Oysa yıllardır kent mücadelesi veren Mimarlar Odamız ve diğer tüm meslek odaları, kentlerdeki yoğunluk artışına, plansız şekilde aşırı kentleşmeye yönelik uyarılarda bulunmuş ve bu yoğunluk artışına, doğanın talanına yönelik binlerce dava açmıştı. Ancak Covid-19 sürecinde, bu azgın yapılaşma ve doğa talanı fırsatçılık olarak devam ediyor. Kanal İstanbul projesi için yapılan maskeli ihale, Salda Gölü, başkentin kalbinde bulunan tarihi Saraçoğlu Mahallesi’nde yapılan sondaj ve ağaç kıyımı, Güvenpark’da altyapı ve ulaşım için yapılan sondajlar, Ulus tarihi kent merkezinde yapılan riskli alan ve acele kamulaştırma ilanı Covid fırsatçılığı olarak öne çıkıyor. Kamu yararına aykırı kentleşme ve mekanlarla ilgili devam eden davalarımıza, Covid-19 sürecinde eşitsiz koşullarda kullanılan kamu yararına aykırı kamu gücü için, meslek odaları tarafından yeni hukuksal süreçlerin başlatılmasına neden oluyor. Bu durum salgın sürecinde alınması gereken önlemler arasında, şantiyelerin, ihalelerin, hukuksal süreçleri devam eden kentsel alanlardaki her tür uygulamanın durdurularak, sadece sağlık alanını ilgilendiren mekânsal süreçlerin devam etmesini, toplumsal etik olarak da gündeme taşıyor. Ancak iktidar bunlarla ilgilenmek yerine doğanın ve yaşamın talan edilmesine karşı bilimsel bilgisini halkın yararına kullanan meslek örgütlerinin yasasını değiştirme hazırlığına girerek, kendisine biat eden, memur odalar istiyor. Covid-19 gibi birçok salgının önünü açacak kentsel yağma ve doğanın talanına itiraz edenleri devre dışı bırakarak devam etme niyetini gösteriyor. Salgından ders almıyor.

Bugün Covid-19 ile karşı karşıya kaldığımız süreç, başta kentleşme ve sağlık politikaları olmak üzere, kapitalizmin tüm politikalarının dünya ölçeğinde iflas ettiğinin açık göstergesidir.

Günümüzde dünya nüfusunun yüzde 60’ı, Türkiye nüfusunun ise yüzde 93’ü kentlerde yaşıyor. Aşırı ve plansız kentleşme, sağlığın ve eğitimin özelleştirilerek ticarileşmesi, sosyal güvenlik politikalarının da yok edilmesi, dünyayı kocaman bir sermaye birikiminin sağlandığı üretim arenasına dönüştürdü. Üretim sürecindeki küreselleşme, ucuz işgücünün sınır tanımaması, ülkeler arası mevsimlik emek sömürüsü işçi dalgası hareketliliği, aşırı kentleşmenin mekânsal sonuçları olarak Covid-19’un yayılma alanları olarak kentleri ve kentlerin gelişimini bir kez daha gündeme taşıdı.

Sınıfsal ayrışmanın yansıması olan kentsel ayrışma, pandemi döneminde evde kalanlarla, evde kalamayanları mekânsal olarak da belirledi. Rezidanslar ve apartmanlarda oturan üst ve orta sınıf evde kalırken, kentsel dönüşümle kent merkezlerinden yeniden kent çeperlerine sürgün edilen emekçi kesimler, mekânsal olarak da bir kez daha ötekileştirildi. Kapitalizmin mabetleri AVM’ler kapatılmak zorunda kalırken, tüketim ürünlerini yapan fabrikalar, kenti talan eden şantiyeler durdurulmadı. Kentsel ve mekânsal eşitsizlik süreçleri sınıfsal özle bir kez daha ve bu kez çok görünür bir biçimde bütünleşti.

'EV KAVRAMI DÖNÜŞTÜ, EV ARTIK BİZE YETMİYOR'

“Evde kalma”ya bağlı zorunlu yaşam tarzı, yaşadığımız pandemi döneminde hepimiz açısından yeni bir süreci gösteriyor. Evde kalanlar için mecburen yeni bir yaşam düzeni başladı; uzaktan çalışma, uzaktan eğitim, uzaktan görüşme, uzaktan sosyalleşme, uzaktan muhalefet... Bu süreçte kentsel mekânın gelişiminin yeniden ele alınması kaçınılmaz olarak geleceği şekillendiren ve bir kültür yaratan mimarlık için önemli bir eşik oluşturuyor ve bizlere ayrı bir sorumluluk yüklüyor. Değişen ev kavramı ile kentlerin, evin tasarım ve planlama aşamasında bugüne kadar ihmâl edilen halk sağlığının önemi ortaya çıkıyor. Elektrik düğmeleri ve kapıları açmak zile ya da asansör düğmesine basmak için bireysel çözümler geliştiriliyor. Her şey dokunmadan yapılsın isteği gelişiyor. Daha çok gecekondu bölgelerinde görülen, dışarı ve içeri yaşamında önemli bir eşik olan kapı önü ayakkabı çıkartma geleneği eskiden küçümsenirken şimdi hijyen için salık veriliyor. Eve girildiğinde bir dışarı odası, dışarı dolabı kavramı artık herkesin hayatına yerleşmeye başladı bile. Dışarıdan gelince, dışarı giysilerinin çıkartıldığı ve hijyen sağlanarak yaşam alanına girildiği dışarı odası kavramı mekânsal tasarım için mimari tasarımlar için yeni ipuçları veriyor. Kiler, depo ihtiyacı başka bir mekânsallık olarak karşımıza çıkarken, Covid-19 pozitif şüphesi ile yapılan evde izolasyon, evlerde dönüşebilir bir sağlık odası kavramını da tartışmaya açıyor. Evde kalma halinin yarattığı “yalnızlaşmayı” aşmanın yollarından birisi olarak, geçmişimizdeki kolektif hafızlarımızı hatırlatan, albümlerin, nesneler ortaya dökülmesi, bir bellek odasına, eski çatı arasına olan ihtiyaç da hiç azımsanmayacak durumda. Herkesin eş zamanda evde bir şey yapma zorunluluğu, telefon ve dijital ortam görüşmeleri, sosyal izolasyonla birlikte duvarlar ve döşemelerdeki ses yalıtımının da önemli bir sorun olduğunu bir kez daha tartışılır hale getiriyor.

Yüksek katlı yapılarda asansörde fiziksel mesafeyi koruma, hatta yalnız binme yöntemleri geliştirilirken, merdiven kullanımı artıyor. Yan dairelerle dip dibe yapılmış balkonlar kullanılamaz duruma gelirken, balkona çıktığınızda şöyle ufkunuz bir açık olsun isteniyor. Etrafı yüksek bloklarla çevrilmiş yapılaşma eve kapatılmışlık, kamusal alanda ise mahalleye kapatılmışlık hissiyle yüzleştiriyor insanı. Dışarı ile iletişim kurmanın mekânsallığı olan pencere, balkon kavramı, duvar, yeniden halk sağlığı temelli ele alınması gerekiyor. Mekânsal şeffaflık isteği, kapalı duvarları, balkonları yeni tasarım süreçlerine hazırlıyor. Tasarımı kıskaç altına, yoğun kentleşmenin önünün açan imar mevzuatları yeniden yazılmayı bekliyor. Yoldan 5 metre, yan parselden 3 metrelerle oluşan imar disiplini pandemi sürecinde iflas etti bile. İnsanlar hem içerde hem dışarıda olmak isterken, özel alan, kamusal alan tartışmaları belki özel kamusallık tartışmalarını mekânsal olarak da gündeme taşıyor. Bahçeli bir evde oturmak ağaçların gölgesinde nefes almak korona günlerinde ilaç, aşı gibi geliyor. Ve ister istemez, Anadolu’nun geleneksel ev kavramı mimarlığın gündeminde yeniden yorumlanmayı, içeri ve dışarıyı örgütleyen avlu-sofa bir kez daha yeniden keşfedilmeyi bekliyor.

Özel hayatın mahremiyeti ile kamusal hayatın bir aradalığının yeni kentsel ve mekânsal politikaları zorunlu kıldığı bir sürecin içerisinde, mekânsal tasarım ve ev kavramı bir yandan da özüne dönüyor. Neoliberalizmin, azgın kâr hırsına dönen ve endüstrileşen metaya dönüşen konut kavramından, üretimin yoğun olduğu eve dönüşle karşı karşıyayız. “Evde kal” çağrısı, evin yaşam alanı olarak önemini bir kez daha ortaya çıkartırken döndüğümüz ev artık bize yetmiyor. Ev sadece uyuduğumuz, sabah kalkıp işe, okula gittiğimiz, bir durak noktası bir konaklama alanı değil, bir anda dünyaya açılan nefes alanı haline geliyor. Ev, yeri geliyor okul oluyor, yeri geliyor iş, özel karantina mekânı, sürekli bir yemek organizasyonu ile lokanta, kitap okunacak bir kütüphane, sinema, konser salonu ya da kalabalıklara gitmeden ihtiyaç karşılamak isteyenler için yeniden küçük ölçekli üretimi keşif alanı oluyor. Artık evlerde ekmek pişiriliyor, dikiş dikiliyor, saç kesimi vb. yapılıyor. Metrekare kazanmak için kapatılan balkonlar pişmanlıkla, kiler kullanımı arasında gidip geliyor. Balkon dışarıya açılan en önemli açık alan olarak öne çıkıyor. Ev bir yandan yeniden yaşam alanına, bir yandan da çoklu üretim alanına dönüşüyor. Bu üst ve orta sınıf için farklılaşan ev kavramı yeni üretim ilişkilerini ve zamansız sömürü düzenini de gözler önüne seriyor. Özel hayat kamuya açık hale geliyor. Yemek yaparken mesaj atmalar, evin bir köşesini dijital ortamlarda kullanılmak üzere ev içi stüdyolara dönüştürmeler, uzaktan eğitim için bir odayı ev sınıfı olarak tanımlamalar, salon ile yatak odası arasından atılan voltalarla yapılan sporlar, mekânsal olarak yetersizlikleri de açığa çıkartırken, bir yandan da iş yoğunluğunu arttırıyor. Ev yoğun iş temposundan sonra dinlenme ve kendine gelme alanından, yeni bir ucuz ve zaman sınırı olmayan sömürü ortamına dönüşüyor. Pandemi sürecinde açıkça ortaya çıkan şey, beyaz yakalıların büyük bölümünün uzaktan, mavi yakalıların kol gücü ile yerinde devam ettirdiği üretim ilişkileri, dijitalizasyonun yaşamsal hale gelmesi, yeni bir düzeneğin ipuçlarını veriyor.

'SAĞLIK POLİTİKALARI VE KENTSEL PLANLAMADA SAĞLIK MEKÂNLARI'

Pandemi sürecinde sağlık mekânları bir bütün olarak sağlık politikalarının ve kentleşme politikalarının yanlışlığını bir kez daha ortaya çıkarttı. Tabipler, sağlık emekçileri ‘Salgını hastanelerde yenmek mümkün değil’ diyerek mahallelerde kontrol altına alınması gerektiğini ifade ediyorlar. Planlama süreçlerinde yürüme mesafesinde ulaşacağımız birinci basamak sağlık hizmetleri “sağlık ocakları”nın, kent merkezinde kolay ulaşılabilir kamu hastanelerinin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Oysa son yıllarda, yer seçimlerindeki yanlışlık, plansızlık, kamusal planlama sürecinin yerini özel planlamaya bırakması ve plan değişiklikleri ile “özel sağlık alanı, özel spor alanı, özel eğitim alanı” gibi özelleştirmeci yaklaşımın planlamaya yansıması kentsel planlamanın kamusallığını yok etti. Planlama ve mekân üretim sürecinin kamucu bir bakış açısıyla yeniden düzenlenmesi artık kaçınılmaz bir zorunluluk oldu. Milyon metrekarelerde inşa edilen, kent dışlarındaki şehir hastaneleri, yer seçimleri, ulaşım zorlukları, mekânsal tasarımları ile hastalığın bulaş riskinin yüksek olduğu alanlar olarak tercih edilmiyor. Kent merkezindeki yürüme mesafesinde ve bir dolmuş/otobüs ile ulaşımı planlanan hastanelerin kapatılması, sağlık sisteminin basamaklar yönteminin de çöktüğünü mekânsal olarak da gösteriyor. Bir yandan köklü hastaneler kapatılırken, öte yandan yeni hastaneler için düğmeye basılıyor. Yine sermaye birikiminin inşaat üzerinden sağlanmaya çalışıldığı bu süreç fırsata çevrilerek sağlık üzerinden 45 günde tamamlanacak hastaneler yapılması için, Atatürk Havalimanı'nın yapıları kullanılmadan, pistleri yıkılarak kültürel hafıza yok ediliyor. Sağlık fırsatçılığı ile sağlık turizmine hizmet edecek yeni bir birikim düzeneği oluşturulmaya başlanıyor. Salgının yaygınlığına ve vaka sayısının artışına göre dünyanın değişik ülkelerinde uygulanan, sahra hastanesi inşası, stadyumların, tren vagonlarının, alışveriş merkezlerinin sağlığa hizmet edecek dönüşümü, mahallelerde kurulan modüler tarama istasyonları, sağlık kiti depolama ve dağıtım üniteleri örneklerinden ise neredeyse hiç yararlanılmıyor. Mahallelerde pandemi durumlarında acil sağlık kitlerine ulaşılacak modüler istasyon tasarımlarının yapılması ise yine bir sağlık örgütlenmesi mekanları olarak gündemimize giriyor.

PANDEMİ SONRASI, SAĞLIKLI DÜNYAYI TARTIŞMAK YAŞAM SAVUNUCULARININ DA YEREL YÖNETİMLERİN DE SORUMLULUĞU

Diğer yandan salgın dönemlerinin arkasından toplumsal ve siyasal dönüşümlerin yaşandığı tarihsel olarak biliniyor. Burada nasıl bir düzenek oluşturulacağına dair yaşam savunucularının politika üretmesi ve pandemi sonrası yaşanacak olası sosyal durgunluğa nasıl müdahale edeceklerini şimdiden düşünmeleri gerekiyor.

Yıllarca tasarım ve planlama sürecinde ihmal edilen halk sağlığı bugün bütün yaşam alanlarıyla ilişkili olmak durumunda. Kent planlaması, mimari tasarımların halk sağlığı ile ele alınması önemli bir konu olarak dünyanın gündemine girdi bile. Mimarlık ve kentleşme alanı tasarım süreçlerinin halk sağlığına etkilerini tartışmaya başladı. Dünya Sağlık Örgütü’nün Sağlıklı Kentler Projesi ve sağlık etki değerlendirmesi ise hiç bu kadar gerçekçi bir ihtiyaç olmamıştı. Bu süreçte yerel yönetimlere de büyük sorumluluk düşüyor. Bir yandan sosyal belediyecilik gereği dayanışma süreçleri koordine edilirken, öte yandan halk sağlığı açısından kentsel ve mekânsal düzenlemelerin de altyapısının oluşturulması gerekiyor. Yüksek yoğunluklu kentler değil, seyreltilmiş kentsel düzenlemeler, daha fazla yeşil alan, nefes alan evler, yeşil yollar ve doğayla uyumlu bir yerel yönetim anlayışının gelişmesi artık zorunluluk. Pandemi sonrası büyük kentlerden kırsala yönelen bir kaçış olması her zaman beklenir. Üst gelir grupları, hijyen ve sağlık kaygıları ile tarihsel olarak her salgın döneminden sonra banliyölere taşınmıştır. Bu seyreltme sürecinden sadece varlıklıların yararlanması değil, herkes için eşit bir kentsel planlama, mekânsal düzenleme ve eşit kent hizmetlerinin sunulması da yerel yönetimlerin ilgilenmesi gereken bir alan.

Yüz elli yıl önce, Londra’da su temin haritaları ve kanalizasyon alt yapısındaki verilerin incelenmesi ile kolera salgının tespit edildiği ve kontrol altına alındığı düşünüldüğünde, yerel yönetimlerin akıllı kent yönetiminde, kanalizasyon ve atık su verileri yönetimi ile salgın bölgelerinin haritalanması, risk haritalarının çıkartılması ve çözüm üretmesi halk sağlığı açısından yerel yönetimlere sorumluluklar yüklüyor. Sağlıklı gıda ve temiz suya erişimin zor olacağı bir dönemde kamusal bir bakış açısıyla temiz su ve kentsel tarıma yönlenilmesi, daha az beton, daha fazla yeşil alan planlanması gerekiyor. Çok uzaklara gitmeden, Atatürk Orman Çiftliği’nin kuruluş amacına ve “İdeal Cumhuriyet köyü” tasarımlarına dönüp bir kez daha bakmak gerekiyor. Bu noktada ekolojik tasarımlar, ekolojik planlama ve ekolojik belediyecilik pandemi sonrasında doğa ve canlı odaklı bir yaşam sürecinin geliştirilmesinde önemli bir yönelim olmak durumunda.

'PANDEMİDE KENTİN SESİ DEĞİŞTİ'

Pandemide insanlar evlerine döndü. Doğa kendine geldi, kendisini onarıyor. Kaldırımlardan fışkıran otlar, kuş sesleri ile değişen kentin sesi, temizlenen hava, Ankara’da kentin ortasında ağaçkakan sesleriyle uyanmak, dünyanın değişik kentlerinde canlıların yola inmesi, Saraçoğlu Mahallesi’ne sincapların geri dönmesi, Haliç’te görülen yunuslar, yönetenlere kocaman sinyaller veriyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmamalı... Yürüyerek, omuz omuza sokaklarda çarpışmadan, fiziksel mesafeyi koruyarak işe, okula, bakkala gitme ihtiyacı, büyük yeşil alanlara, kentsel yeşil koridorlara ve sadece insana ait olmayan doğada, diğer canlılarla birlikte yaşamaya, suya, ağaca, ormana ve bize nefes aldıran ve birlikte nefes aldığımız tüm varlıklara olan ihtiyaç hiç bu kadar hissedilmemişti belki de. Sağlık sorunu tek başına hastaneler yapmakla çözülemez, yaşam alanlarının sağlığı koruyucu olması bir gereklilik. Pandemi süreci bu açıdan hepimizin yeniden düşünmesine olanak sağlıyor, yeni ve güzel gelecek ütopyaları kurmak ve bizi esir alan bu döngüden kurtulmak için.

Tüm bunları yazarken, kapı çaldı, hijyen kurallarına özen göstererek kapıyı açtık. Karşımızda elinde bir tabak kek ile, birkaç kez apartmandan çıkarken selamlaştığımız karşı komşumuz duruyor. ‘Kek yaptım bana fazla gelir, size getirdim’ dedi. Sosyal mesafemizi koruyarak, teşekkür edip keki aldık. Tabak boş verilmez dedik, evde yaptığımız ekmeğin yarısını kesip tabağa koyduk ve tabağı geri verdik. Bu küçük olay bile açıkça gösteriyor ki, insanlık toplumsal bir olgu, her durumda sosyalleşme, iletişim kurmak istiyor. Pandemi süreci bir yandan izolasyonla insanları birbirinden uzaklaştırırken, dijital iletişimi yaygınlaştırırken, kentleri ve kamusal alanları ıssızlaştırırken, yeni çok amaçlı mekânlar, modüler, kolay üretilebilir, açık alanlarla iletişim kuran şeffaf tasarımlara bizi yöneltirken, pencerenin ve balkonun önemini ortaya çıkartırken, kentsel yabancılaşmayı aşacak yeni sosyal iletişimlerin gelişmesine de olanak sağlıyor.

'DÜNYA TÜM CANLILARA AİT, COĞRAFYA YOL GÖSTERİCİ'

Dünyanın sadece insanlara ait olmadığı, tüm canlılara ait olduğu gerçeği kabul edilmez, Coğrafyanın yol göstericiliği dikkate alınmazsa, maalesef ki bu tür virüs salgınları dünyadan eksik olmayacaktır. Sadece kendi sınırlarımızda olan biten değil, dünyanın her köşesindeki olan biten bizi ilgilendirmek durumunda. Salgın bir anda geleceğimiz için sınırları ortadan kaldırarak hepimizi dünyalı yaptı. Bu süreçte iktidarını yeniden üreten sermayenin, tüm insanlığı kuşatan sağlık darbeleri ve totaliter rejimleriyle karşılaşabilir. Gidişat o yöndedir ve bu virüsten çok daha tehlikelidir. Bu süreçte evde kalabilen beyaz yakalılar ile, fabrikada çalışmak zorunda kalan mavi yakalıların bir yerde dünya ölçeğinde buluşacak ortamları yaratması gerekiyor. Tehlike küresel, dayanışma da küresel olmak durumunda...

Bu süreç bitecek ve hepimiz, bu süreçte edindiğimiz deneyimlerle yeniden sokağa çıkacağız. Hiçbir şey pandemi öncesi gibi olmayacak. Yeniden sokağa çıktığımızda bizi bekleyen dijital otoriter bir yönetim şekline teslim olmamak için, toplumsal durgunluğu yok edecek, yaşamı canlandıracak kamucu ve doğa ile uyumlu geleceği tasarlamak, daha az çalışma, daha çok fikir üretiminin olduğu bir yaşam tasavvuru oluşturmak, evde kalanlar ve kalamayanlar için halk sağlığı temelli bir yaşam için üretmeye başlamak en ciddi sorumluluğumuz... Sağlıkcakla kalın.

*Mimar,TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı