Katliamın arkeolojisi

Konusu her geçtiğinde spekülatif bir şekilde tartışılması devam eden Ermeni katliamı fail arayışı ve genellikle de “kurban suçlama” özelde Türkiye’de, genelde ise taraf devletlerce tartışılıyor. Bir katliam araştırması yapılmadan, katliamın siyasi, toplumsal boyutları, hukuki boyutları yarattığı sonuçları bakımından düşünülmeden Ermeni katliamı üzerine fikirler beyan edilmekte.

Google Haberlere Abone ol

Hatice Özhan*

Aklın esas alındığı, yasaların ve normların çizdiği çemberin dışına çıkmayan bir yeni dünya düzeninde yaşadığımıza inanıyoruz çoğumuz. Durkheim’in de toplumsalın oluşmasında normların belirleyiciliğini işaret ettiği yolu takiben ilerleyen dünyanın kurallar kıstasıyla döndüğüne duyulan inanç, insanlara güven telkin ederken bir yandan da yanı başında hüküm süren kuralsızlıkları da görünmezleştiriyor. İşlenen herhangi bir suçun yasalarca ya da toplumsal normlarla çoğunlukla cezasız bırakılmaması, hukukun bu yönüyle her soruna yetişiyor olduğuna dair duyulan inanç, maalesef ki, dünyanın bir tarafında yaşanan şiddete çare sunamadığı gibi, katliamların da önüne geçmekte yetersizdir. İnsanları da heyulasına katarak antroposofisiz bırakıp kolektif karşıtlıklara zemin sunan görünmezleşme işte tam da budur! İnsanları birbirlerine karşı yabancılaştırıp duyarsızlaştıran durum ne olabilir ki?

Ekseriyetin mevcut yabancılaşmasında bireyler arası farklılıklar ile bireylerin özgünlüklerini de aşan birtakım sebepler var tabi ki. İnsanları hem kaosa hem de düzene bir arada alıştıran, şiddete ve kitlesel kıyımlara dair tavrını ya da duyarlılığını faillerin ya da ölenlerin etnik, sınıfsal aidiyetlerine göre belirleyen unsur ideolojik taassuplarıdır kanımca. Devletlerin aleni bir şekilde insanları katliama kışkırttığı ya da katliamdaki birinci dereceden sorumluluğunu gizleme gereği dahi duymadığı, “inkâr” yolunu seçtiği durumlarda insanların kamu gücünü sorumlular hakkında devreye koymaması ideolojik tutumla açıklanabilir. Faille suçta ve inkârda girilen kolektif ortaklık ve bu korkutucu duyarsızlık ideolojik taassupkarlığın eseri olabilir anca. Tutkuların ve fanatizmin yıkıcı dizginlerinin rahatlıkla boşaltılabildiği bu kolektif psikolojik ve politik durum, çoktandır böyleyse de, özellikle de bu yeni dünya düzeninin raconudur sanki. Bu bağlamdaki yeni dünya düzeninin en yerinde örneği Balkanlar’dır sanırım. 200 yıllık süreç içinde çatışmalı şekilde bir arada yaşayan çok uluslu Balkanlar’ın görülen “etnik temizlik” adı altındaki “domestik” yapısı, ulusal homojenleştirme pratiklerine çok fazla yol açmıştır. 1992 yılında Bosna Savaşı’nda yaşanan kolektif kıyım homojen nüfus alanlarının ortaya çıkmasıyla sonuçlanarak tarihin en acımasız etnik arındırması olarak da zihinlerdeki yerini aldı.

'İNSAN İNSANIN KURDUDUR!'

Hobbes “İnsan insanın kurdudur” derken belki de insanların varoluşlarına bir kılıf uydurmak için her yola başvurabileceklerini dile getirmek istemiştir. İnsan elbette ki ilk çağlardan beridir dünyadaki yerine bir anlam kazandırmak için bir anlam çerçevesi içerisinde hareket etme ihtiyacında olmuştur. Mağara duvarlarına resimler çizmesi bu çerçeve içerisindeki hareketin sonucudur. Bir benzerini öldürürken de öyleydi. Yaşam itkisi bir bakıma yok etmenin “anlamlı” bir gerekçesiydi ancak bunun kontrolsüz bir öldürme itkisine dönüşmesi asla anlamlı değildir. Hal böyle olunca da anlam çevresi başka birilerine yer tanımayacak şekilde giderek tek kişilik düşünülmeye, bu uğurda da insanların birbirlerini öldürmelerine doğru evirilmiştir. Normalleşen öldürme itkisi birtakım tarihsel ve aktörel koşulların da etkisiyle anlam çerçevesinin iç dolgusu halini almıştır. İktidarların ya da kişilerin çıkarları ekseninde harekete geçirilen insanlardaki öldürme arzusu bir kolektife içerisinde insanı katliam işleyecek noktaya getirmişse dünyanın vah haline! Kolektiviteye bağlı bir şekilde insanın bir benzerini öldürmesi, kişilerin güvenliğini tehdit altında bırakacak şekilde bir kitle katiline dönüşmesi ideolojik kabuliyetlerin neticesidir. Halepçe, Dersim, Hiroşima, Nagazaki, Ruanda, Srebrenista, Ermeni katliamlarında failler sadece, askeri harekât emri veren devletler değil ideolojik kabuliyetlerinin kullanıldığı sivillerdir de. Kolektif bir bağ içerisinde gelişen bu katliamlar Jacques Sémelin’in ifadesiyle bir “toplumsal kaynaşma” olgusu içerisinde gelişen ve fiiliyata dökülen bir süreçtir. Bireylerin oldukları halleriyle değil, kitle kıyımının canavarca dinamiğine katıldıkları ölçüde canavarlaştıklarını, onları bir cellada dönüştüren sürecin belli bir süre zarfında anlatmak üzere Sémelin’in seçtiği bir ifadedir. Çünkü şiddet eylemlerine, kitle kıyımına katılan her birey psikopat bir canavar olamayacağına, katliamlarda yer alanlar sadece psikiyatrik bir yaklaşım dolayısıyla anlatılamayacaklarına göre insanların ideolojik ihtiyaçları sebebiyle birbirilerini etkilemeleri söz konusudur. Kitle kıyımının yok edici dinamiğinde yer alanlar kimliksel kutuplaşmanın taraflarından bir ötekisi olarak ideolojik bağlılıklarının etkisiyle öldürme girişimlerinde rahatlıkla bulunurlar. Bu canavarlaşma sosyalizasyon gerektirir ve bir sonucudur.

“Şiddet eyleminde sosyalleşme”yi gerektiren bu acımasızlık hali, nüksettiği her toplumda muhakkak ki iktidardan gelecek güçlü bir manipülasyon ve şiddette süreklilik olgularının varlığı üzerinde yeşerir. Bu yüzdendir ki kitle kıyımlarının gerçekleştiği toplumlarda muhakkaktır ki toplumun “hâkim” kesiminde baş gösteren kolektif kimlik krize girdiğinde öfkesini ötekine ya da çekinik tarafa karşı yönelterek kolektif saldırganlığa girişir. Hele ki iktidarlar tarafından kıyımı meşrulaştırmak için pompalanan ideolojik söylemler ve çizilen ideolojik çerçeve içselleştirilmişken bu saldırganlığın bir katliamla sonuçlanmaması imkânsızdır. İnsan yeter ki inanmak istediğine inanmaya görsün.

YÜZLEŞME UTANÇ ÖRTÜSÜNDEN KURTULMAKTIR

Günümüze değin yaşanan katliamların büyük çoğunluğu devletlerce, iktidarların düsturları ile katliam yerleşkesindeki sivillerin de iştirakleriyle gerçekleştirilmiştir. Ancak yüzleşerek bu utanç örtüsünü üzerlerinden atan devletler de olmuştur. Nazizmin suçları ile yüzleşen ve halen de bunun hukuki nezaket sınırları içerisinde yüzleşmesini sürdüren Almanya Yahudilerin katledilmesinde birinci dereceden Alman devletini sorumlu tutarak kendiyle hesaplaştı. Üstteki yorumlarımda psikolojik alt yapısını verdiğim katliam olgusunda sorumluluk alma ve tarihle yüzleşme süreçlerinde herkes böyle değil maalesef. Yüzleşme ve soykırım konularında en naif örneğini oluşturan Almanya’nın örneğin Polonyalıları ya da Fransızları suçta birinci dereceden sanık göstererek “kurban suçlama” yoluna kaçmayışı, soykırım suçlarında ismi geçen tüm aktör ülkeler için emsal niteliğindedir. Aynısını Ermeni Soykırımı tartışmalarında ve bir yüzleşme süreci olsa da görülebilse keşke. Konusu her geçtiğinde spekülatif bir şekilde tartışılması devam eden Ermeni katliamı fail arayışı ve genellikle de “kurban suçlama” özelde Türkiye’de, genelde ise taraf devletlerce tartışılıyor. Bir katliam araştırması yapılmadan, katliamın siyasi, toplumsal boyutları, hukuki boyutları yarattığı sonuçları bakımından düşünülmeden Ermeni katliamı üzerine fikirler beyan edilmekte. Halbuki şu aşağıdaki sürecin izlenilmesi gereklidir;

1- Kim öldürdü

2- Kurbanların seçimi

3- Düşman figürünün inşası

4- Katliam biçimleri

5- Katliamın zamanlaması-Ön belirtiler

6- Siyasi etkiler ve medyanın etkisi

7- Sonraki söylemler

Katliam meselesi, arındırma politikaları uygulayan devletlerce yadsınarak gizli tutulmaya çalışıldığından bu pratiklerin incelenmesi, etkenlerin, ideolojik açıklamaların ve kanıtların belirlenmesi ise polemikten ve karşılıklı suçlamamalardan ziyade ciddi bir araştırmayı gerekli kılıyor. Bu yüz karası suçun ifşası ve yüzleşmesinde aydın kesiminde yürütülecek tartışmaların da sübjektif görüşlerin uzağında, meselenin ciddi tartışılma boyutu içerisinde yürütülmesi daha faydalıdır. Yukarıdaki yedi sorunun cevabı doğru anlamda alınmadan girişilecek her türlü normatif yüzleşme girişimi spekülasyon yaratmaktan öte bir anlam taşımaz. Katliam, soykırım uygulamalarının psiko-sosyal anlatımından yola çıkarak yüzleşmenin sağlanılmasına doğru evirilen yazımda spekülatif iddiaların ve görüşlerin dünyaya bir fayda sağlamayacağına değinmeden edemedim doğrusu. Asıl gerçek sorumluların ortaya çıkarılması ya da yüzleşmelerinin sağlanılması için objektif çalışmalara daha çok ihtiyaç var. Aksi türlüsü hak katliamcı devletlerin değirmenine su taşımak olur.

Yararlanılan kaynak:

Jacques Sémelin (Arındırma ve Yok etme-Katletme ve Soykırımın siyasi kullanımları)

Sosyolog