Covid-19: Yaralı şifacılar ve başkaca kırılganlıklarımız

Hekimin hastalanması, bir “meslek hastalığı” kategorisinden öte, o kadim “yaralı şifacı” (wounded healer) arketipinin dirilmesine ve hastasıyla empatik olmanın gereçlerinin türetilmesine hizmet edebileceği gibi, enginlere uzanan klinik bilgi havuzuna alelâde mütevazı bir katkıyı da (3) imleyebilir. İki türlü de büyüleyicidir.

Google Haberlere Abone ol

Özen B. Demir*

Hastalık olmaksızın mutlak bilgi de yoktur. Hastalık, tarihin birincil sebebidir. […] Doğa olmayan her şey, başını göğe çevirip bakan ilk hasta adama ifşâ olmuştu.

— E. M. Cioran, 1937. (1)

Bakan Fahrettin Koca, mutat basın toplantılarından birinde, virüsten etkilenen sağlık çalışanlarının dökümünü nihayet, basın toplantısında kendisine yöneltilen bir soru üzerine, ne hikmetse “ pek de sayıları vermekten olmadığı” şerhiyle paylaşmıştı (29.04.2020): Sayı 7 bin 500 civarında idi, toplam vakalar içindeki oranı ise yüzde 6,5’e yakındı. Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) ise, 15-18 Nisan tarihleri arasında internet ortamında yaptığı anket ile, “yarım-ağız” açıklanan rakamların aksine, Türkiye genelinde üniversite ve kamu hastaneleri ile, birinci basamak sağlık kurumlarını dâhil edip, özel sağlık kuruluşlarındaki güvencesizlik ile maliyet nedeniyle önlemlerin sınırlı alınması gibi etkenlere de dikkat çekerek “ülke genelindeki pozitif tanılı sağlık emekçisinin bildirilen resmî sayının üç misli fazla” öngörülmekte olduğunu deklare etmişti…

Ulusal basındaki haberlerden, çok sayıda sağlık çalışanının korona virüsüyle enfekte olduğunu, hastalık sürecini “yenme/yenilme” ikiliği içerisinde tecrübe ettiğini okuduk. Bunlar çoğu kere birkaç cümlelik bültenler hâlindeydi; olumlayıcı zafer ve moral anlatılarının yanında, “ciddiyet” vurgusuyla taçlandırılmış somurtkan kayıp haberleri… Hastalığa ilişkin kişisel ve tekil deneyimin detaylandırılarak öne çıkarıldığı az sayıda örnek vardı. Özellikle salgının başlarında, enfeksiyonun fiziksel mevcudiyeti bahsinde doğal olarak bilişsel konsantrasyon görece zayıfken, takip ettiği hastasının test sonucu pozitif çıkınca yahut korona virüsü nedeniyle yaşamını yitiren hastalarla çalıştığı ortaya çıkınca derhâl tedbir amaçlı test yaptıran kimi hekimler, hastalığa ilişkin herhangi bir belirti göstermese ve hatta kimileyin testi negatif gelmiş olsa bile, tanıyı tomografi bulguları sonucunda almıştı. Test sonucu pozitif çıkan, hastalığın belirtilerini yaşayan hekimlerin söz konusu öznel deneyimlerine (2) kulak kabartıldığında da, aynı bilinmezlik ve onun tetiklediği endişe döngüsüne tanıklık edildi: “Bu süreçte nasıl hissettiğimi anlatmak gerekirse bilinmeyen bir yolculuk gibi. Hastalık hakkında bilinmeyen çok şey olduğu için bundan sonraki süreçte nasıl izleyeceğiz, henüz bilmiyoruz. Nasıl seyredecek, bilmiyoruz. Başta hafif olanlar sonradan ağırlaşabiliyor. Hafif seyredip [devamında] hafif de atlatılabiliyor.”

Daha sonra bedenlerinde virüsün ilerleyici semptomlarını idrak ettiler: “Tomografide, belirgin bir bedensel şikâyetim olmamasına rağmen, akciğer enfeksiyonu belirtisi vardı. ‘3-4 gün yatar çıkarım’ diye düşündüğüm süreç yaklaşık 20 gün sürdü. Bunun 5-6 günü ciddi yüksek ateşle devam etti. Ağır ateş, solunum sıkıntısı yaşadım. Hastalığın beşinci gününde bir tomografi çektirdim ve çok ilerlediğini hayretle gördüm.” Bir diğer hekim, korona virüsüne yakalandıktan sonra tedavi sürecinde akciğer dinleme bulguları arttığı ve ateşi geçmediği için ikinci bir akciğer kontrol tomografisi çekildiğini belirtiyor ve ekliyordu: “Tarif edilemez bir şey bu dönem. [B]iraz seyrettim, bakmaya korktum. Bu kadar hızlı ilerleyen, akciğeri yok edip tahrip eden bir virüs… O videoyu izlediğimde korku filmi izlemiş gibi oldum. Virüsün akciğerlerde ilerlemesi korku filmi gibi. Ben [meslek hayatımda] bir sürü pnömoni hastası da yatırdım, zatürre de takip ettim ancak böyle hızlı ilerlemiyordu.” Tanıyamadıkları, davranış örüntüsünü ve tedavisini bilmedikleri bir virüsle karşı karşıya olduklarını dile getiriyorlardı...  Covid-19 hastalarını muayene etme ve tedavilerini düzenlemek için o gün hastaneye geldiğini, hafif de ateşinin olduğunu kaydederek, hastalara baktıktan sonra kontrol amaçlı kanını aldırdığını, tetkiklerinin normal çıktığını ancak yine de rahat edemediğini, sonra akciğer muayenesi olduğunu anlatıyordu. Bu muayeneden de bir şey çıkmadığını, sonra yine de şüphelerini yenemediği için akciğer tomografisi çektirdiğini, hiç yakınması olmamasına rağmen akciğerinde her iki alanda da radyolojik bulgu gördüğünü dile getiriyordu: “Hastalıkla ilgili bilinmezlikler nedeniyle bir haftası çok sancılı geçen 20 günlük bir süreç yaşadım,” diye aktarıyordu. Semptomların ilk ortaya çıkışından 17 gün sonra, karantina süresi dolduktan sonra iyileştiğini zannederken test sonuçları yine pozitif çıkan bir başka hekim de, şaşkınlığını betimliyordu. Hekimin hastalanması, bir “meslek hastalığı” kategorisinden öte, o kadim “yaralı şifacı” (wounded healer) arketipinin dirilmesine ve hastasıyla empatik olmanın gereçlerinin türetilmesine hizmet edebileceği gibi, enginlere uzanan klinik bilgi havuzuna alelâde mütevazı bir katkıyı da (3) imleyebilir. İki türlü de büyüleyicidir. Tıpkı Sibirya’da, mahrumiyet koşullarında, 1961 yılında kendi kendine appendektomi operasyonu uygulayan Sovyet hekim Leonid Rogozov gibi.

Asemptomatik hastanın bir “bulgu”nun (sign) dürtmesiyle hasta olduğunun anlaşılması, kişiyi hasta öznelliğine sevk ederken, hastalığın öznesini de, anlamlı bir bedensel yakınma veya somatik alarm hissetmemesine karşın, bitimsiz ve iliştirme bir tuhaflığa doğru itekler. İşte, toraks tomografisini gören hekimdir o. Bulgu bizatihi semptomlaşmıştır. Önemli bir andır; zira birtakım nesnel bulguların semptomlaşması, tersine kıyasla, yani semptomdan bulguya doğru hareketlenen tıbbî hamleye kıyasla, çok daha az irdelenmiştir. Semptomatik dile gelme, bir tür temellük dinamiği olarak işler. Hasta öznelliğinin müstahak olmak ve yaşama tutunmak arasında salınarak tedirgin bir fenomenoloji içinde örselendiği momenttir. Hayli mühimdir. Zira semptom hastalıktan ve giderek organizmadan koparıldığında, tahakküm kapıdadır. Nitekim Susan Sontag’ın meşhur argümanlarından biri de, hasta ve sorumluluk arasında kaçınılmaz bir bağ kurulduğuydu. Ona göre toplumda hastayı kendi hastalığına sebebiyet verdiğinden dolayı bir suçlama eğilimi vardır. Genellikle hastanın kendisine iyi bakmadığı, yapılmaması gereken şeyleri yaptığı ya da önemsiz şeyleri bile kafasına taktığı için hastalandığı düşünülür. Böylece hastalık tıbbî semptomlarından koparılır. Kişinin yaşam tarzı ve belirli psikolojik özelliklerinin veya kontrolsüz savruluşlarının sonucuymuş gibi gösterilir. Hastalık ve sorumluluk arasında kurulan bu bağ, hastanın kendi hastalığına sebebiyet vermesinden dolayı suçlanmasına yol açar. Yine, modern tıp literatürünün genelleyici tanımlarının aksine, hastalık hastanın bedeninden çıkarılarak kişiliğine hapsedilir ve böylece psikolojik bir zeminde bireyselleştirilir. Bu durumda hastalığını öğrenen hastanın sorduğu ilk soru “Neden ben?” olur. Takip eden soru ise “Nerede yanlış yaptım?” sorusudur. Bu süreç hastalığı bedenin doğallığı içinde seyreden bir biyolojik olay olmaktan çıkarır. O artık biyolojik ve kendiliğinden bir şey olmanın dışında kişinin kendisiyle hesaplaştığı bir düzlemde yaşanır. İşte, söz konusu müstahak olma hâli boşuna değildir ve yurttaşları bedenlerine ilişkin sorumluluğa çağıran söylemlerle bükülen öznelliklere uzanan yönleri de vardır: Ajanın izole edilmiş olması ve bulaş yollarının bilinmesi, özneyi bir sorumluluğa, güvensiz/riskli/sapkın olandan kaçınmaya davet etmiştir ve demek ki başarısız olunmuşsa, bundan öznesi sorumludur. Bilme zorunluluğu, eğer hastalık edinilmişse, o saatten itibaren kendileri dışında kalan genel popülasyonu, yani “halk(ın) sağlığı”nı bizatihi kendilerinden korumayı da içerir.

O hâlde bu noktada, Gilles Deleuze’ün bizlere sunduğu ufuk turuna iştirak etmek önemlidir: Bir hekim, klinisyen, kendisinin ve dünyanın doktoru olarak yazar ve hastalığın insanla karıştığı bir semptomlar bütünü olarak dünya ve de “saf içkin yaşam”a açılan bir yordam olarak minör edebiyat girişimleri... Deleuze’ün “kritik ve klinik” nâmıyla maruf söz konusu projesinin temel sorunsalı, edebiyat ile yaşamın, yani “aşkın bir yargı prensibi değil, içkin bir üretim yahut yaratım süreci olarak” yaşamın münasebetinin nasıl kurulacağıdır. Nihayet saf içkinlik (pure immanence) yaşamına varıldığında ise, sanat eseri yalnızca edebî veya metinsel olmaktan çıkarken yaşam da salt kişisel olmaktan çıkar ve klinik ile kritik aynı anlama gelir. Bu kez tersinden kurulursa, patografi de, gene Deleuze’e öykünerek söylenirse, “semptomatoloji”den başka bir şey değildir; bizatihi onun fenomenal metafiziğidir.  Nitekim E. M. Cioran’ın yazdığı gibi, “Gayri-ihtiyarî kendimize giriş yapmamızı sağlayan hastalık, bizi ‘derinliğe’ katlanmaya zorlar, bizi buna mahkûm eder,” ve hasta da, “[k]endine rağmen metafizikçi olan biri”dir. (4)

Tomografisini gören hekimin tekilliği, bizi şuraya sıçratmalı belki de: Hem bir kapatılma, hem de bir fenomenoloji solutan Büyülü Dağ’ın (1924) genç mühendis Hans Castorp’u da, hastalığın somut yaşantısı ile, tedavi ve kapatılma mekiğinde gezinir. Bir ikileme hapsolmuştur. İsviçre Alplerindeki sanatoryumda tedavi gören kuzenini ziyarete gitmiştir ve birkaç haftalık planlanan bu seyahat, yedi yıllık bir konukluğa evrilir; kendisi de tedaviye alınır. Okuyalı çok oldu ve detaylar da silikleşti belki, ama romandaki o röntgen dolayımının çarpıcı etkisini gün gibi anımsamamak ne mümkün… Kahramanımız soğuk nedeniyle üşütmüş, ateşlenmiştir ve ciğerindeki o minik odak (tüberküloz), gövdesinin derin gizemlerini gözler önüne seren röntgen cihazına yakalanıvermiştir. Röntgen filmini gördüğünde ise aklına tek bir şey üşüşür: Ölüm. Sadece o da değil, dönemin gözde akımı psikanaliz de, döneminin tıbbî bilimlerinin hastalarına sunduğu bütün diğer olanaklarla birlikte işlenmiştir romanda. Castorp’un yaşadığının bir benzerini, eşi (Katia) tedavi altına alınan Thomas Mann da yaşamıştır 1912 yılında; bir ikilemle yüz yüze kalmıştır fakat o, kendisine önerilen sanatoryum kürünü geri çevirmiş, belki de yaşama dönmüştür. Nitekim romanında da kendi yaşadıklarını dolayımlar. Dolayımladığı şey, kırılganlıktan başka bir şey değildir bir anlamıyla.

İtalyan sosyal bilimci Massimo De Carolis’in altını çizdiği üzere, bugün de, pek çok ulusal kimlik kumkuması politik güç, bizlere “bulaşma”ların (contagion) genel olarak, bilhassa da aylaklar (tramps) ile göçmenler arasında yaygın olduğunu ve tam da bu nedenle, kamu sağlığının esnek-olmayan bir hijyen gerektirdiğini anımsatacaktır. Bu ahvâlde, bir arkadaşımızla akşam yemeği yemeyi, bir çocuğa sarılmayı veya “yüzsüz” insanlarla sohbete koyulmayı ne ölçüde istediğimiz, biyolojik güvencemizi minimum düzeyde de olsa tehlikeye attığı ölçüde politik bir soru hâlini alacaktır. Kendimizi bu soruyla yüz yüze bulacağız. Biyolojik sağkalımımız (survival) ile politik varoluşumuz (existence) arasında mekik dokuyacağız. Giderek, son tahlilde, hastalık ve ölümü riske etmeyen organik bir yaşam olmadığı gibi, bulaşma riski içermeyen bir toplumsal yaşamın da asla olmadığını keşfedeceğiz. Tıpkı Georges Canguilhem’in canlılık âlemi özelinde vurguladığı gibi, “ihlâli olanaksız kılan bir saf organiklik” nâmümkündür ve o ölçüde bizatihi “patolojik”tir; zira artık hastalık tehdidi, sağlığın esaslı bileşenlerinden biridir. Bu bağlamda, insan kişisi, bir yeni normal olarak “kronik sağlık”tan muzdariptir. (5) Buna koşut bir tutumu seslendiren felsefeci ve akademisyen Roger-Pol Droit’ye göre de, “şu anda bizi yutan bir zihinsel tsunami”nin gölgesinde, “hayatlarımızın ve bedenlerimizin yaralanabilirliği”nin artık büsbütün açığa çıktığını kutlamamız gerekiyor olabilir: “Belki de onca deliliğimiz, aslında kırılgan olduğu ayyuka çıkan emin olduklarımız yüzündendir. Bu kırılganlık da bizi korkutuyor, dengemizi bozuyor. Oysa bu bir düşünme fırsatı aynı zamanda, tam olarak nereye varacağını kestiremediğimiz yeni bir kalkış noktası. [...] Paul Valéry’nin dediği gibi, sıkılmaktan korkmamak gerek. Can sıkıntısı çırılçıplak hayat demektir. Varoluş dönüp kendine baktığında, evet, daima biraz can sıkıcıdır.” (6) Paul B. Preciado da, 12 Nisan’da Mediapart’ta yayınlanan metninde şunu teklif ediyordu: “Tahayyül edilebilenin aksine, sağlığımız sınırdan ya da ayrılmadan gelmeyecek; bütün canlı varlıklarla birlikte topluluk oluşturmanın yeni bir kavrayışından, gezegendeki diğer canlı varlıklarla yeni bir dengeden gelecek. Gezegendeki tüm bedenlerin bir parlamentosuna ihtiyacımız var; kimlik ya da milliyet gibi siyasal terimlerle tanımlanmayan bir parlamento: Dünya gezegeninde yaşayan kırılgan bedenlerin bir parlamentosu.” (7) Son olarak Rocco Ronchi, salgının başlarında yazdığı bir metinde (Le virtù del virüs, 08.03.2020), virüsün “erdemleri” üstünde dururken, son tahlilde onun, “ebedî insanlık durumumuza” ilişkin bir sinyal olduğuna, yani ölümlü, sonlu, olumsal, eksiltili, kırılgan, ontolojik olarak muhtaç ve güvensiz oluşumuza ilişkin bir hatırlatıcı misyonu edindiğini söyler. Popülist duvarların imkânsızlığına ve faşist silahların paslanmışlığına uzanmak üzere, Spinozacı bir kavrayışı seslendirir: “Travmanın nesnel gücü ile virüs, bütünün her zaman parçada imâ edildiğini, ‘her şeyin, bir anlamda, her şeyde olduğunu’ ve doğada bir istisna hâli teşkil eden özerk bölge olmadığını gösterir. [...] Virüsün monizmi vahşi ve de içkinliği acımasızdır.” (8)

(1) Gözyaşları ve Azizler, çev. İ. Yerguz, İstanbul: Jaguar Kitap, 2015, s. 103, 105-106.

(2) Bu tür deneyimler, çok sayıda irili ufaklı habere konu oldu: Milliyet, 29.03.2020; Sözcü, 12.04.2020; Habertürk, 14.04.2020; BirGün, 16.04.2020; Medyascope, 20.04.2020; Sabah, 21.04.2020; Milliyet, 22.04.2020; Hürriyet, 30.04.2020; Medimagazin, 01.05.2020, vd.

(3) Otuz yıldır acil servis hekimi olarak çalışan ve dünya çapında önde gelen bir solunum desteği uzmanı olan Dr. Richard Levitan’ın hekimlik camiasında çok paylaşılan o popüler metni gibi: ‘The Infection That’s Silently Killing Coronavirus Patients’, NYT (nytimes.com), 20.04.2020. Türkçede bkz. (i) BBC Türkçe (bbc.com/turkce), 21.04.2020; (ii) Acilci (acilci.net), 30.04.2020.

(4) Burukluk, çev. H. Bayrı, İstanbul: Metis, 2000, s. 93.

(5) The Normal and the Pathological, çev. C. Fawcett ve R. Cohen, Zone Books, 1991, s. 285-287.

(6) France Culture’deki söyleşisinden; franceculture.fr, 30.03.2020. Orhan Koçak da aynı çıkışı yapıyordu: “Bu çapta bir virüs salgını, insanı toplumsalın ve tarihselin ötesinde (veya berisinde) kendi türsel varlığıyla yüz yüze bırakıyor. Bir canlı türünün mensuplarıyız. [İ]nsanların da başka canlılar gibi zayıf olduğuna, demek maddenin en dayanıksız sektörüne (fiziğe ve kimyaya değil de özel olarak biyolojiye) ait olduğunu kavramak için mutlaka kötü bilim-kurgu filmleri mi seyretmemiz gerekiyor?” – ‘Yoksa Abartıyor muyuz?’, Birikim-Haftalık, 15.04.2020.

(7) ‘Biyogözetim: İçimizdeki Yumuşacık Hapishaneden Çıkmak’ [Biosurveillance: sortir de la prison molle de nos intérieurs, mediapart.fr, 12.04.2020]. Haldun Bayrı çevirisiyle şurada yayınlandı: Medyascope (medyascope.tv), 24.04.2020.

(8) Şurada bulunabilir: M. Foucault, G. Agamben, ve diğ., ‘Coronavirus and Philosophers’ [derleme], European Journal of Psychoanalysis (journal-psychoanalysis.eu/coronavirus-and-philosophers), 2020.

*Doktor