Toplumsal değer krizi

İslam'ın istismar edilmesi ve yapılan adaletsiz uygulamalara rağmen Müslüman kitlenin sessizliği, dokunulmazlıklardan sonra milletvekillerinin tutuklanması, belediyelere kayyım atamaları ile seçme-seçilme hakkının gasp edilmesine rağmen cumhuriyet rejimini ve demokrasiyi savunanların suskunluğu, kimi ideolojik ve politik kutuplaşmaların yanı sıra esasta toplumsal değerleri önemsememenin ve her şeyi siyasal alanın keyfiyetine bırakmanın sonuçlarıydı.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Nuri Özdemir*

Türkiye’de devlet ve toplumun iç içe oluşunun arka planında Cumhuriyetin ilk yıllarından beri inşa edilen solidarist korporatist devlet düzeni var. Bu yapılanma, kısmi avantajlar yaratsa da genel itibariyle devleti ve toplumu iç içe geçirip ortak bir suç patolojisi etrafında birleştiriyor.

2015-2020 eşiğinde devletin ve toplumun iç içeliği bağlamında böylesi bir düzene yeniden mahkum edildik. Yine siyasal ve toplumsal değerlerde yaşanan alt üst oluş devleti ve toplumu aynı hatalar etrafında birleştirdi. Devletin genel iktisadi politikasını çemberin dışında tutarak mesela, insan onurunu ayaklar altına alan ve kimi toplumsal ve siyasal grupları aşağılayan birçok insanlık dışı olayda devlet ve toplum aynı anda sustu ve sessiz kaldı.

2015 sonrası devletin ve toplumun iç içe oluşunu fırsat bilerek siyasete sadece rant gözüyle bakan siyasal kutuplar (Siyasal klanlaşma da diyebiliriz) bu sessizlikten güç alarak tüm “toplumsal değerleri” parsellediler. Değerlerin parsellenmesi değer sahibi toplumun uysallığı ve rızası ile birleşince toplumsal ve siyasal alan arasındaki özerkliğin feshedilmesine neden oldu. Siyasalın içine tamamen çekildiği için yozlaşmaya başlayan toplumsal değerler toplum üzerindeki hegemonyayı kaybetti. Siyasal alan geçici bir uğraş olarak görüldüğünden yozlaşma dert edilmeyebilir ama değerler kalıcıdır ve yozlaştığında silinmeyecek izler bırakır.

Genel kanıya göre politika yapıcılar, ölçüsüz siyasallaştırma arzusu ile siyaseti krize sürüklemişti. Siyasal kriz de toplumsal krize neden olmuştu. Fakat bu yazı genelin aksine 2015 sonrası yaşananları siyasal kriz olarak değil “toplumsal değer krizi” olarak tanımlıyor. Çünkü siyaset, meşruiyetini ve saygınlığını toplumsal değerlerden alır. Eğer toplumsal değerler çökerse zincirleme bir şekilde birçok krizi tetikler.

Bu nedenle Türkiye’de 2015-2020 eşiğinde yaşanan hadiselerin kaynağını değer krizinde aramak gerekiyor. Değerlerdeki çöküş göz ardı edildiğinden bugün siyasi ve ahlâki çöküş de hızlanmış oldu. Bu açıdan toplumsal değer krizini temel krizlerin çatısı olarak tanımlamak da mümkün. Toplumsal değerlerdeki kriz onarılmadan siyasal kriz aşılamaz. Sadece toplumun vicdanını yaralayan olaylarda anlık olarak hatırlanan, fakat genel olarak ihmal edilen toplumsal değerlere odaklanmak artık bir zorunluluk. Peki toplumsal değerlerin krizinden kasıt nedir?

Bu yazıda toplumsal değerler, eşitlik, özgürlük, adalet, saygı, empati gibi temel insani değerler anlamında kullanılmıştır. Toplumsal değer, TDK’de toplumun her katmanı tarafından benimsenen ve savunulan değer olarak tarif edilir. Kriz ise bir tıp terimidir. Bir organda fizyolojik bozuklukla birlikte organın aniden işlevsizleşmesidir. Sosyal bilimlerde ise kriz, bir yapıda "bunalım" “çöküntü” “zor dönem” anlamında kullanılır. O halde toplumsal değer krizi için, toplumun her katmanı tarafından benimsenen değerlerin işlevsizleşmesi ile toplumda yaşanan zor ve güç dönem diyebiliriz.

Modern ve postmodern toplumlara göre “toplumsal değer” diye bir şeye gerek yoktur. Ama söylediklerine bakıp aldanmamak gerek. Paris'in sokaklarında İncil yasaklanırken İngiltere’de devlet eliyle dağıtılıyor olmasına ne demek lazım. Toplumsal değerler toplumun beslendiği temel kaynaktır. Değer üretiminin bittiği ve kaynak akışının durduğu toplumlarda büyük buhranların yaşanması kaçınılmaz olur. O açıdan değerler bir toplumun harcı ve yapıştırıcısı durumundadır.

KRİZE GİREN TOPLUMSAL DEĞERLERİ HATIRLAMAK

2015’ten beri devam eden eşiğin sıradan bir eşik olmadığı ve hangi değerleri krize sürüklediği yaşanan olaylar ile toplumsal refleksler arasındaki ilişkiye bakarak anlaşılabilir. Komşuluk ilişkilerindeki değişim, ölülere ve mezarlara yaklaşım (1), sınıfsal ayrışmaların görünürlülüğünü yitirmesi, farklılıklara tahammülün daralması, halkların, inançların ve kimliklerin kutuplaşması, sevinç ve acı ritüellerinin bencilleşmesi, savaş ve barış tercihlerindeki uç değişimler ve ihraçlara karşı kullanılan dile baktığımızda (ağaç kökü yesinler denilmişti) toplumsal değer krizi ile ilgili daha somut yargılara ulaşılabilir. İlerde birçok kesimden özür dilense bile bu dönem kayıp bir dönemdir ve sonuçları kalıcı izler bırakacaktır.

İslam'ın istismar edilmesi ve yapılan adaletsiz uygulamalara rağmen Müslüman kitlenin sessizliği, dokunulmazlıklardan sonra milletvekillerinin tutuklanması, belediyelere kayyım atamaları ile seçme-seçilme hakkının gasp edilmesine rağmen cumhuriyet rejimini ve demokrasiyi savunanların suskunluğu, kimi ideolojik ve politik kutuplaşmaların yanı sıra esasta toplumsal değerleri önemsememenin ve her şeyi siyasal alanın keyfiyetine bırakmanın sonuçlarıydı. Değerlerin ayaklar altına alınması karşısında siyasal bloklar, ortak bir ihmalkarlık ile politik hırsların neden olduğu toplumsal körlüğü aşamadı. Dramatik olaylar karşısında bir refleks gösterememek, yıllardır bu değerlerin “temenni” düzeyinde yaşandığını gösterir. Temel insani değerlerin imha edildiği ve değersizliklerin hakim olduğu bir toplumsallığın iflah olması ise mümkün değildir.

DEĞERLERDEKİ KRİZ SİHİRLİ VE İTHAL SÖYLEMLERLE AŞILAMAZ: KÖTÜLÜK!

Yaşadığımız süreci birçoğumuz “kötülük” olarak tanımladık. Kötülük mefhumu, toplumsal değer krizi ile birlikte 2015’ten sonra sihirli bir sözcük gibi hayatımıza girdi. Birçok “haysiyetsizliği” tek başına karşılıyor olması bir mucize gibiydi. Yaşadıklarımızı anlamlandırmada yerel bir kavramsallık kabızlığı çektiğimiz ortadayken H. Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı metaforu imdadımıza yetişmişti. Meseleyi tanımlamak için kavramsal bir sığınak bulmak yetiyor muydu bilinmez ama hepimiz bu metaforu kullanınca bir rahatlama hissettiğimizi itiraf etmeliyiz. (Bir şeyin kötü olduğunu bilmek iyi bir şeydir) Belki de bir zamanlar Avrupa-Rus felsefe ve edebiyatında meşhur olan “İtiraflar” dönemini başlatmamız gerek.

Kötülüklerin nerede duracağı ve daha hangi biçimleriyle karşı karşıya geleceğimiz konusunda muamma sürüyor. Aydınların bile faşistleştiği Alman toplumunun faşizm sonrası sabah uyandıklarında sofra adabını değiştirir gibi iyileştikleri söylenir. Lakin Alman tarzı bir iyileşmeyi arzulamak bizi iyileştirmeyebilir. Duyguların arkaik ve iç içe oluşunun taklitçisi olmak kendine has olmayı ihmal eder. Kötülüğün sıradanlığı nasıl ki dışarıdan transfer edilmişse sabah uyandığımızda demokrat ve barışçıl olabilme umudu da o kadar ithal bir beklenti ve yersiz bir kadercilik olabilir. İthal edilen kavramlarla yerel hakikat her zaman örtüşmeyebilir. Her kültürün kendine has ritüel ve anlam dünyası var ve taklit edilemez. Taklit edilmesi halinde anlamsal ve bağlamsal kaymalara neden olur. Kaldı ki yerel değerlerine, acılarına yabancılaşan bir toplumun evrensellik iddiası da olması olamaz.

KÖTÜLÜĞÜ ÜSTLENME ERDEMİ VE SORUMLULUK

Toplumsal değer krizi hâlâ kendisine has kötülükler üretip toplumsal geleceğin ve bir arada yaşamın sınırlarını ihlal ediyor. Kriz kötülüğü bulaştırıyor. Bu yüzden toplumsal değerlerdeki krizin gidişatı siyasi krizden daha kalıcı ve radikal sonuçlar doğurabilir. Dahası bu yazı ile değer krizinin siyasi krizi daha da içinden çıkılamaz hale getirebilecek kadar güçlü bir potansiyele sahip olduğuna, sular durulduktan sonra bu eşikte kaybedilen ile kazanılacak olanın ilişkisini şimdiden doğru kurmak gerektiğine ve olası bilançonun muhasebesini yapmanın aciliyetine ve ağır vebaline dikkat çekmeye çalışıyorum.

Türkiye’deki her siyasal kutup değerlerdeki tahribatı bir başka kutba yüklemekte çok başarılı. Siyasal kutupların suçu birbirine mal ediş biçimleri hakikatle yüzleşmemek için inşa edilmiş kolektif bir kurgudur. Suçun ve faillerin tek tarafa yüklendiği bir kötülük soruşturmasından öte tüm toplumsalın payını bir şekilde içeren ve kötülüğün üstlenildiği bir sorgulama şart. Değerlerdeki krizin kötülük ile ilişkisinin soruşturmasını lokal bir failliğe indirgemek yerine sorumluluğun pay edilmesi lazım. Devlet ve toplum, siyaset ve sivil mekanizmalar bu işin faili ve paydaşları durumundadır. Kötülüklerdeki özgün payın failler tarafından üstlenilmesi ise büyük bir erdemdir.

Değer krizi ile ilgili ipucu niteliğinde olan parametlerin her birisinin kendisine has bir sosyolojik haritası var. Bu haritaların bir yazı ile izahı mümkün görünmüyor. Ancak parametlerin her birisinde başlayan tahribatın farklı kesimlerin yapabileceği değerlendirmelerle toplumsal, siyasal ve iktisadi geleceğimizle ilişkilendirilmesi ön açıcı olabilir. Bu anlamda sosyal bilimcilerin, sivil toplum yapılarının, hemşehri derneklerinin, dini cemaatlerin, kanaat liderlerinin, kadın, emek ve ekoloji gibi toplumsal hareketlerin sorumluluk hissederek değer krizine yönelik söz kurması bu haritayı biraz daha görünür hale getirebilir. Kötülükten kurtulmanın iki yolu olabilir. Biri kötülükteki payı üstlenmek, diğeri ise kötülüğe karşı sorumluluk almak.

SONUÇ

Toplumsal değerlerde başlayan krizin hâlâ dert edilemiyor olması kolektif duygu dünyasının ve toplum olma arzusunun aldığı hasarlar (2) ve sorgulama yöntemlerimizdeki kurnazlıkla ilgili. Kendine has kötülüğün nesnesi haline geldiğimiz bu eşikte siyasal krizden çok toplumsal değer krizlerinin semptomları üzerine anlam üretimi yapmak zorundayız.

Bir sabah uyandığımızda kötülerin bir anda iyileştiklerini görme beklentisi ile yaşamak yerine yeni tip insanlara ve insanlığa ihtiyacımız var. Kötülükle zehirlenmeyen, kadın, doğa, toplum ve birey ile yeni bir teması kurabilen. Çözüm toplumdadır. Kaybedilen kaybedildiği yerde aranmalıdır. Başka bir yerde zamanı öldürmeye gerek yok.

(1) Ekin Van’ın çıplak bir şekilde resminin çekilmesi, Şırnak’ta Hacı Lokman Birlik’in cenazesinin polis aracının arkasına bağlanarak yerde sürüklenmesi, Taybet Ana'nın cenazesinin 7 gün yerde kalması, Cizre’de 9 yaşındaki Cemile’nin cenazesinin bozulmaması için derin dondurucuda dondurulması, Cizre bodrumlarında insanların katledilmesi, Ankara’da Aysel Tuğluk’un annesi gömülürken cenazeye müdahale edilmesi, cenazenin mezardan çıkarılarak doğduğu yere, Dersim’e götürülmesi, jandarma ve korucuların mezarlıklara gönderilerek mezar taşlarının kırılması ve en son bir cenazenin PTT ile ailesine gönderilmesi.

(2) Murat Sevinç Hoca’nın bu yazısını buraya bırakıyorum. Muhtelif hassasiyetlerin toprağı – Diken

 *İhraç Kürt öğretmen