Ana akım artık Yeni Akit ve biz buna epeydir hazırız!

AKP, tabanına sahip çıkmak için 28 Şubat/darbe söylemine sığınırken, bütün imkânlarını seferber ettiği medyası da Yeni Akit çizgisine geriledi. Yeni ana akım besbelli ki artık Yeni Akit.

Google Haberlere Abone ol

Ceren Sözeri

AKP’nin iktidara gelmesinden iki yıl sonra değişen Türk Ceza Kanunu’nun 216. Maddesi, nefret söylemini önlemeyi amaçlamıştı. Eski Kanun’da, 90’lı yıllarda o dönem Belediye Başkanı olan Erdoğan’ın da 10 ay hapis cezası almasına neden olan 312. Maddeye denk gelen bu yeni düzenlemede, “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” denilerek bir düşüncenin cezalandırılması için “aleniyet” ile “açık ve yakın tehlikenin ortaya çıkması” gibi kesin şartlar getirilmekteydi. Ancak böyle olmadı. Yeni TCK’nın yürürlüğe girmesinden yaklaşık bir sene sonra Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu’na hazırladıkları “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu Raporu” nedeniyle 216 (1) Maddeden dava açıldı. Bir sene sonra, Ankara 28. Asliye Ceza Mahkemesi beraat kararı verdi. Yargıtay beraat kararını bozdu. Oran ve Kaboğlu ancak 2008 yılında Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na yapılan itiraz sonrasında beraat edebildiler. Buna karşılık raporun yayınlanmasının hemen ardından o dönem AKP Milletvekili Süleyman Sarıbaş, yazarlara ağır hakaret ettiği konuşmasını “Azınlık arayanlar, analarına babalarının kim olduğunu bir kez daha sorsun” diye bitirmiş ancak kendisine açılan tazminat davası reddedilmişti. Yazarlara hakaret Sarıbaş’ın sözleriyle sınırlı kalmadı, o dönem medyada onları hedef gösteren pek çok yazı yayımlandı. Oran ve Kaboğlu bu hakaretleri AİHM’e taşıdılar ve nihayet 2018’de çıkan kararda mahkeme, başvurucuların kişilik haklarının ihlal edildiğine karar verdi. İşte size TCK 216’nın nefret söylemini önlemek yerine düşünce özgürlüğünü kısıtlamak için bir sopa olarak nasıl kullanıldığının kısa bir hikâyesi. Üstelik bu örnekle de sınırlı değil. Yazarlar, karikatüristler, sanatçılar yıllarca bu madde nedeniyle yargılandılar, kimi beraat etti kimi Fazıl Say gibi bir Tweet yüzünden (beş yıl ertelemeli) hapis cezası aldı.

TCK 216’nın son dönemde çok kullanışlı olmasının bir nedeni de “Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması hâlinde” ifadesini içeren üçüncü fıkrası. Eğer bu düzenlemeyle gerçekten nefret söyleminin önlenmesi amaçlanıyor olsaydı burada geçen “halkın bir kesimi” azınlıkta kalan inançlar için uygulanır, yasa bu şekilde yorumlanırdı. Çünkü hâkim olan ideolojinin de, inancın da korunmaya ihtiyacı yok. Her yerde ifade imkânı bulabiliyor. Oysa bağımsız olmayan yargı yoluyla, düzenleme bugün İslam dini ve kurumlarını içeren her türdeki yorum/eleştirileri engellemek için kullanılıyor. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın geçen haftaki Cuma hutbesinde sarf ettiği “zina ve eşcinselliğin hastalıkları da beraberinde getirdiği”, “nesilleri çürüttüğünü” içeren sözleri nefret söyleminin tüm unsurlarını içeriyor. Toplumun azınlıkta kalan bir kesimini hedef gösteriyor, hatta konumu itibariyle sözlerinin bazılarını tahrik edip zaten sürekli tehdit altında yaşayan LGBTİ+ bireyleri hedef alan nefret suçunu tetikleme olasılığı da var. Tüm bunlara rağmen Erbaş bu sözleri nedeniyle yargılanmalı mı, bence hayır. Ama eleştirilmeli, kınanmalı ve hatta bulunduğu konumu kullanma biçimi itibariyle istifası da istenmeli. Zira Diyanet’in devlet tarafından kendilerine karşı bir araç olarak kullanıldığı dönemlerde İslamcılar onu kıyasıya eleştiriyorlardı. Ama tabii devir değişti, Erbaş’ın bu sözleri devletin en üst kademesinden destek buldu, hatta “ilahi hüküm” mertebesine yükseltildi. Buna karşılık bu sözleri kınayan bir bildiri yayınlayan Ankara Barosu’na TCK 216’dan soruşturma başlatıldı. Yıllarca uluslararası camiada İslamafobi üzerinden nefret söylemiyle mücadele ediyor görünümü veren iktidarsa İslami değerleri devleti yönetme biçimine dönüştürme yolunda bu kavramı bir araç haline getirdi.

ERBAŞ'IN ESAS GÖREVİ NE?

Peki, var gücümüzle tüm dünyayı saran salgınla ve onun ekonomik sonuçlarıyla mücadele ederken, eşcinsellik ve evlilik dışı ilişkinin Covid 19’la herhangi bir ilişkisi tespit edilmemişken nereden çıktı bu tartışma? Hani hep birlikte sağlık çalışanlarını alkışlıyor, 23 Nisan’da balkondan İstiklal Marşı okuyor, #bizbizeyetiyorduk? Üstelik LGBTİ+ hareketinin Onur Yürüyüşü dâhil her türlü eylemi zaten valilikler tarafından son yedi yıldır engellenmişti, evlilik dışı ilişkiler AKP tabanı dâhil her yerde artık normalleşmişti. İktidar içi ayrışmayı engelleyecek yeni bir konsolidasyon arayışıysa bu, eşcinsellik belki bir yere kadar işlev görürdü (İYİ Parti ve Saadet Partisi’nin açıklamalarını dikkate alırsak biraz gördü de) lakin kimsenin şu salgında eşcinsellikle, Netflix izleyip endişelenen küçük bir azınlık hariç, uğraşacak hali yok, evlilik dışı ilişkilerle de. Altta yatan sebebi görmek için hükümet medyasını biraz takip etmek yeterli.

Önce İnfaz Yasası gündeme geldi. Salgının, zaten kapasitesinin üstünde mahkûm barındıran cezaevlerindeki sonuçlarından endişelenen iktidar ortakları, gazeteciler, sivil toplum kuruluşu çalışanları ve diğer düşünce suçlularını dışarıda bırakan skandal bir infaz yasası oylandı. Birkaç hafta öncesinin gündemi olan bu yasayla ilgili en önemli tartışmalardan biri kadın cinayeti ve çocuk istismarı faillerinin serbest bırakılacağına yönelik itirazlardı. Hadi AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in deyimiyle “gerçeğin bükülmesi” yoluyla kanunda adı bile geçmeyen kadına yönelik suçlar kapsam dışında bırakılmıştı, oysa gerçek bir kez daha kadının yine “aile” içine hapsedilmesiydi. Bir başka deyişle boşandığı karısına/sevgilisine şiddet uygulayan erkek bu kanundan yararlanabiliyordu. Kadın hareketinin bu itirazları dikkate alınmadı, ancak çocuk istismarı konusundaki tepkiler, toplumun bu konuya hassasiyeti düşünülerek şimdilik sonuç verdi. Medyada “erken yaşta evlilik” adı altında meşrulaştırılan çocuk istismarına onay veren önerge Meclis Genel Kurulu’na getirilmedi. Kısmen ertelendi diyebiliriz, bakın neden?

İnfaz Yasası olarak bilinen düzenlemenin Meclis’ten geçmesinin hemen ertesi günü Anadolu Ajansı “Erken yaşta evlenen kadın ailece yaşadıkları mağduriyetin giderilmesini umut ediyor” başlıklı, İsmihan Özgüven imzalı bir haberi servis etti. Habere konu olan 18 yaşındaki G.E.’nin neden isminin yayınlanmadığını ve yüzünün buzlandığını bilmiyoruz. Haberden öğrendiğimize göre 14 yaşında evlen(diril)miş ve iki çocuğu var, AA’ya göre “yargı reformunda kendileri için de bir düzenleme yapılmasını umutla bekliyor.” Hilal Kaplan 21 Nisan’da Sabah gazetesinde şu başlıkla bir yazı yazıyor: ‘Cinsel istismarcı’ iftirasına uğrayan aileler. Onun örneğinde öznenin ismi var, Emine Özdemir, “15 yaşındayken, 18 yaşındaki Levent Karakaya'ya âşık oluyor. Ailesi erken yaşından ötürü evliliğe izin vermeyince kaçarak dinî nikâh kıyıyorlar.” Şimdi biz dini nikahı kıyan imamı suçlasak TCK 216(3)’den soruşturulur muyuz acaba? Kaplan tabii ki bu soruyu sormuyor. Bize Özdemir’i “erken evlilik mağduru” olarak sunuyor. Hürriyet gazetesinin eski okur temsilcisi, RTÜK’ün karar alma süreçlerini bize aktardığı için üyeliğine hukuksuzca son verilen Faruk Bildirici’nin 22 Nisan’da “Anadolu Ajansı çocuk istismarcılarına af kampanyasının kullanışlı aygıtı” başlıklı yazısına göre, “AA’nın iki gün içinde geçilen altı haberinin beşinin başlıkları birbirinin aynı”. Haberlerde evlendirilen/istismara uğrayan çocukların yaşları gizlenmiş. Haberler “Türkiye’nin değişik kentlerinden geçilmiş. İstanbul, Diyarbakır, İzmir, Adana, Konya, Muğla. Enteresan şekilde, altı haber de olayın tarafı olan kadınlar ya da yakınlarının bir açıklaması ya da eylemi nedeniyle yazılmamış. AA muhabirleri kendileri arayıp bulmuş.”

Tüm bu çabalar kamuoyunda yeteri kadar ilgi görmeyince devreye devasa bütçesi ve işlemeli görkemli cübbesiyle Ali Erbaş giriyor ve Ramazan’ın ilk Cuma hutbesini “yukarıda alıntılanan” konuya odaklıyor. Tartışmalar, iktidarın gündem değiştirme arayışı ile devletin İslamlaşması arasına sıkışmışken Sabah gazetesinden yine Hilal Kaplan, önce 28 Nisan’da “Durma haykır, eşcinsellik günahtır!” başlıklı yazısıyla eşcinsellik sanki Türkiye’de ezilen, aşağılanan, şiddet gören bir azınlık değil, popüler kültüre hâkim bir ‘norm’muş gibi Erbaş’ı savunuyor. “Müslümanları zihnen gerici, hukuken ikinci sınıf vatandaş olarak gören bir güruh ile yüz yüzeyiz” diyor. Kast ettiği Netflix ise üye sayısı Eylül 2019 itibariyle 1,5 milyon, hadi salgın zamanı olmaz ya iki milyona çıkmış olsun (niye çıkmış, insanlar milyonlar dökülen Osmanlı dizileri yerine Netflix’in eşcinsel ilişkileri normalleştirdiği dizi ve filmlerine yönelmişler o ayrı bir yazı konusu). Ülke medyasının yüzde 90’ından fazlasına sahip olup hâlâ Müslümanların nasıl ikinci sınıf vatandaşmış gibi temsil edildiğine dair sorular ilgi alanına girmiyor. 30 Nisan’da “Amaç aile kurumunu ortadan kaldırmak” başlıklı yeni bir yazı dizisine başlıyor, okuyuculardan destek istiyor. Bir sonraki gün, yani 1 Mayıs’ta “Feminizm ve eşcinsellik: Aileyi tahribin başlangıç noktası” diye “gerçeği büktüğü” bir tarihsel arka plan veriyor. Lakin durduğu pozisyonun meşruluğundan şüphe edileceğinden endişelendiği için belki, Cumhuriyet Kadınları Derneği Başkanı Tülin Oygür’ün görüşlerine başvuruyor; bir yandan CHP’li belediyelerin LGBTİ+ harekete verdiği desteği eleştirirken Atatürk’ten medet umuyor. Zaten adı ‘aileyi korumak’ olan bir çabanın derdinin eşcinseller olmadığı satır aralarına gizlenemeyecek kadar açık. Eşcinselleri hedef göstermenin önemsizliği değil elbette kast edilen, sadece konunun eşcinselleri hedef gösterme bonus’uyla beraber araçsallaştırılması. Asıl amaç LGBTİ+ hareketine CHP’den çok daha (ve içinde olarak) fazla destek veren kadın hareketinin itibarsızlaştırılması ve bunun üzerinden İstanbul Sözleşmesi’nin rafa kaldırılması. Akit TV spikerinin dediği gibi “Ankara Barosu Başkanı’na kızabiliriz… Bakın doğru söylüyor. Diyor ki ‘Kardeşim İstanbul Sözleşmesi var. Avrupa Birliği ile yaptığınız anlaşmalar var, Anayasa’nın bile üstüne çıkan uluslararası sözleşmeler var. Biz bunlar çerçevesinde yasal hakkımızı kullanıyoruz… Yani diyor ki eyy AK Parti eyy Milliyetçi Hareket Partisi, eyy diğer partiler, beni suçluyorsunuz ama kardeşim Ali Erbaş’ı önüme atan sizsiniz, bu maddelerle suç duyurusunda bulun diye cesaret veren sizsiniz dolayısıyla elime ‘kes’ diye bıçağı veren sizsiniz. Buradan biz de sesleniyoruz. Yetkiniz var neden bu bıçağı bu katilin elinden almıyorsunuz… Yetkiniz var o zaman bu baro başkanının bahsettiği Sözleşmeyi çöpe atın o zaman, çöpe atın da samimiyetinizi görelim.”

Geçmişi sorgulansa da belli ki Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a tahsis edilen devasa bütçeyle biçilen rol, dini cemaatleri bir araya getirmesi ve denetlemesiydi... İçinde bulunduğumuz kriz ortamında bir nevi “mission impossible”. AKP’nin hem ideolojik hem de ekonomik olarak sırtını dayadığı kesimlerin bugün karşılanmayan talepleri karşısında Erbaş’ın elinde Lut kavmi örneğiyle işaret ettiği ‘ahlaki’ çizgi ve kadına şiddet uyguladığı için ya da bir çocuğu istismar ettiği için ‘mağdur’ olan erkeklere sunduğu vaatten başka bir şey yok. AKP, tabanına sahip çıkmak için 28 Şubat/darbe söylemine sığınırken, bütün imkânlarını seferber ettiği medyası da Yeni Akit çizgisine geriledi. Yeni ana akım besbelli ki artık Yeni Akit. Biz kadın hareketi olarak, medya ve ifade özgürlüğü savunucuları olarak, bununla mücadeleye hazır mıyız? Bence dünden hazırdık.