Biyopolitika, hapishaneler ve infaz yasası

Nasıl ki ABD’de uyuşturucuya karşı savaş kasıtlı olarak siyahileri hedef aldıysa, Türkiye’de de “teröre karşı savaş” kasıtlı olarak başta siyasiler olmak üzere Kürt toplumunu hedef aldı. Terör suçlarını yasanın kapsamı dışında bırakan biyoiktidar, Selahattin Demirtaş ve HDP’li birçok belediyeci ve siyasetçiden, yalancı tanıklarla mahkûm edilmiş Kürt gençlerine kadar toplumun bir kısmını etnik temel üzerinden ölüme terk ediyor.

Google Haberlere Abone ol

Biyopolitika hem Avrupa’da hem de ülkemizde akademinin yanı sıra popüler felsefe ve siyasi analizlerde gittikçe yaygınlaşan bir kavram. Özellikle korona virüsü salgını biyopolitika kavramına yeni bir ilgi akımı getirdi. İnfaz yasası, Mustafa Koçak’ın ölümü, Helin Bölek ve İbrahim Göçek’in direnişi, İsveç’te yaşayan Türk asıllı ailenin ambulans uçakla Türkiye’ye getirilmesi gibi Türkiye gündeminde olan konular biyopolitikanın ilgi alanında. Ne var ki biyopolitika analizleri İngilizce yayın yapan gazetelerde yaygınlaşmasına rağmen Türkiye’de hala akademik alana sıkışmış durumda. Bu sebeple biyopolitika ve infaz yasası üzerine bu kısa yazıyı kaleme almaya karar verdim.

Bu kavramı literatüre kazandıran Michel Foucault’ya göre biyopolitika kabaca yaşayan insanların nüfus, nüfusun ise idare edilmesi gereken bir ekonomik kaynak olarak görülmesi ve insan bedeninin siyasetin ana nesnesi haline gelmesidir. Nüfusun kontrol edilmesi -sosyal kontrol- ise bireyin biyolojik bedeninin kontrol edilmesiyle başlar. Bir bakımdan biyoiktidar bedenler üzerinde kurulan iktidardır. Foucault, biyopolitikanın izini 18. yüzyıla, yani ulus devlet ve kapitalizmin yükselişine sürer. Klasik egemenlik anlayışında iktidarın sembolü kılıçtır, egemenlik ise “öldürmek veya yaşamasına izin vermek” kapasitesinde yatar. İdam cezası buna verilebilecek en basit örneklerden. Biyoiktidarın egemenlik felsefesi ise yaşatmak veya ölüme terk etmektir. Yani bir anlamda ölüm tehdidi kendini yaşamın korunması, sürdürülmesi ve yükseltilmesine bıraktı diyebiliriz. Hastaneler, sigorta kurumları, nüfus sayımları ve gözetleme teknolojilerini ise biyoiktidarın aygıtları arasında sayabiliriz.

Biyopolitika bir nüfus yönetimi olarak yaşamın kutsanması olarak özetlenebilir ancak bu ölüm ve öldürmenin denklem dışında kaldığı anlamına gelmez. Biyopolitika yani yaşam siyaseti, madalyonunun diğer yüzü nekropolitika yani ölüm siyasetidir. Belirli bir nüfusun yaşamının yüceltilmesi için devlet aygıtı bir nüfusu öldürür ya da ölüme terk eder. Foucault için ırkçılık biyopolitiğin tepe noktasıdır; Foucault, bir ırkın öldürülmesi veya ölüme terk edilmesini başka bir ırkın yaşamının kutsallığını pekiştiren bir nüfus yönetimi olarak okur. Liberal dünya düzenindeki savaşları da biyopolitika üzerinden okumak mümkün. Örneğin ABD, 11 Eylül saldırıları sonrasında gelişen Afganistan ve Irak’ın işgalleri ve dolayısıyla burada yaşanan ölümlerin Amerikan halkının güven içerisinde ve özgürce yaşayabilmeleri için gerekli olduğunu izah etmiştir.

Hapishanelerin biyo/nekropolitika için önemini korona salgını tekrar gözler önüne serdi. Hapishaneler bedenin hareket kabiliyetini kısıtlayıp ve bireyi sürekli gözetim altında tutarak bireyi ve birey üzerinden toplumu disipline eden kurumlardır. Bu özellikleriyle de biyoiktidarın vazgeçilmez aygıtlarından birisidir. Yine ABD örneği üzerinden gitmek gerekirse, 1970’lerde başlayan “uyuşturucuya karşı savaş” politikaları kasıtlı olarak yoksul bırakılan siyahi mahallelere odaklanarak on yıllar boyunca siyahileri orantısız bir şekilde esarete mahkûm etti. Bugün Amerika’nın birçok eyaletinde kenevir (esrar) satışı yasallaştıysa da hapishaneler hala üzerinde kenevir bulundurmaktan hüküm giymiş siyahilerle dolu. Bu açıdan bakıldığında korona virüsünün Amerikan hapishanelerinde yayılması ve özellikle siyahi nüfusun ölüme terk edilmesi Foucault’nun nüfus yönetiminde ırkın önemini vurgulayan argümanını destekler nitelikte.

Gelelim asıl konumuz olan Türkiye ve Erdoğan affı olarak da anılan infaz yasasına… Bu infaz yasası biyopolitika üzerinden nasıl anlamlandırılabilir? Öncelikle af yasasını ABD örneğinde olduğu gibi bireyi ve toplumları etnik kimlik üzerinden ölüme terk eden bir nüfus yönetimi olarak okumak mümkün. Nasıl ki ABD’de uyuşturucuya karşı savaş kasıtlı olarak siyahileri hedef aldıysa, Türkiye’de de “teröre karşı savaş” kasıtlı olarak başta siyasiler olmak üzere Kürt toplumunu hedef aldı. Terör suçlarını yasanın kapsamı dışında bırakan biyoiktidar, Selahattin Demirtaş ve HDP’li birçok belediyeci ve siyasetçiden, yalancı tanıklarla mahkûm edilmiş Kürt gençlerine kadar toplumun bir kısmını etnik temel üzerinden ölüme terk ediyor.

Ancak Erdoğan affını sadece etnik temel üzerinden okumak eksik olur diye düşünüyorum, zira etnik kökeninden bağımsız olarak Ahmet Altan, Osman Kavala, onlarca avukat, yüzlerce gazeteci ve muhabir terör suçlamalarıyla hapis yatmakta. Birçok siyasetçi ve gazetecilerin suçu artık açık açık düşünce suçu olarak adlandırılıyor. Biyopolitika, nekropolitika, biyoiktidar gibi “akademik” terimlere sığınmadan da anlaşılacağı üzere AKP-MHP iktidarı “muhalifleri” ölüme terk etmekte. Bu kavramların bize gösterdiği ise infaz yasasının aynı zamanda nüfusu kontrol ve disipline etme aygıtı olduğu. Türkiye örneğini biyopolitika üzerinden okumak mümkün olduğu gibi biyopolitikayı da Türkiye örneği üzerinden okuyabiliriz. İnfaz yasası, biyo/nekro iktidarın nüfusu sadece ırk ve etnik temel üzerinden değil, aynı zamanda siyasi ve ideolojik görüş üzerinden yapılandırdığını gösteriyor.

Biyoiktidara nasıl direnebileceğimiz başlı başlına yeni bir yazı konusu. Gazete Duvar’da da yayınlanan Panagiotis Satiris’in demoktratik bir biyopolitika mümkün mü yazısı güzel bir başlangıç noktası. Benim altını çizmek istediğim nokta ise şu: İsveç’ten getirilen aile örneğinde olduğu gibi Türkiye’nin “insancıl” politikalarını ve sağlık sistemini yüceltmeden önce iktidar kimi yaşatmak, kimi öldürmek ve kimi ölüme terk etmek için çaba sarf ediyor sorularını kendimize sormalıyız; zira biyopolitikanın bize gösterdiği üzere öldürmek ve ölüme terk etmenin nesnesi bireyin ötesine geçmekte.

*Doktora adayı, Uluslararası İlişkiler, Central European University