Rejimleri değil gözden çıkarılanları karşılaştıralım

Salgınla hangi ülkenin daha iyi mücadele ettiğini anlamak istiyorsak kaç kişinin öldüğüne veya iyileştiğine değil, kimin ölüp kimin iyileştiğine bakmamız lazım. Çünkü ölüm hastalıktan bile gelse kimseyi kimseyle eşitlemiyor. Korona virüsünden dolayı hayatını kaybedenlerin arasında bakan yardımcıları ve zengin iş insanları da var.

Google Haberlere Abone ol

Hasret Dikici Bilgin*

Salgın hastalık dünyada ilk kez görülmüyor elbette. Kolera ve veba başta olmak üzere daha yakın tarihte ortaya çıkan Ebola ve SARS gibi pek çok hastalık, hatta mevsimsel grip Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından pandemi, yani küresel salgın hastalık olarak tanımlanıyor. Pandemi sözcüğünün kökeni “tüm insanlar” anlamına gelen eski Yunanca bir sözcüğe dayanıyor. DSÖ’nün pandemi tanımı da sözcüğün etimolojisinin ifade ettiği kadar genel aslında. Bir hastalığın öldürücülük düzeyinden ziyade yayılma hızı göz önüne alınarak pandemi ilan ediliyor. Bu bakımdan örneğin mevsimsel grip de bir pandemi olarak tanımlanıyor. Bir diğer deyişle pandemi kapsadığı coğrafyanın büyüklüğü ile birlikte tanımlanan bir kavram. DSÖ’nün hastalığın Çin’de görülmesinin üzerinden iki aydan fazla bir süre geçtikten sonra ancak pandemi olarak ilan etmesi çokça eleştirildi. DSÖ’nün devletler üzerinde yaptırım yetkisi bulunmuyor, ama bir hastalığın pandemi olarak ilan edilmesi hükümetler üzerinde toplumsal ve siyasal baskı oluşturarak önlem almaya zorluyor. DSÖ’nün bir hastalık için “Bu bir küresel salgındır” demesi hükümetlerin kolayca göz ardı edebileceği bir durum değil. Bu da bir siyasi ve ekonomik maliyet hesabını dikkate almayı gerektiren bir durum. Sadece bu kadar dar bir yerden bakıldığında bile pandeminin yani küresel salgının sadece tıbbi bir terim olmadığı, hele ilanının mecburen siyasi olduğu görülür. Öncelikle tanımın muğlaklığı ve belirleyici kıstasın coğrafi kapsam olması bu tanımın siyasi coğrafya boyutunun incelenmesi gerektiğini düşündürüyor. Eğer bir hastalık sadece belirli ülkeleri, kıtaları veya belirli toplumsal kesimleri etkiliyorsa küresel salgın olarak adlandırılmıyor. Bu noktada zaten kendiliğinden anlamı açık bir şeyi sorguladığım düşünülebilir. Oysa bir hastalığa, soruna veya duruma verilen adın bu şekilde diğerlerinden ayrılması; neden ayrı kavramlar kullanmaya ihtiyaç duyulduğunu sorgulamaya itmelidir. Tıbbi olarak bir kavramsallaşma ve alt türler belirlemenin ötesinde, küresel salgın ilan etmek “mutlaka harekete geçmelisiniz, mutlaka önlem almalısınız” anlamına gelirken bütün bir ülkeyi kırıp geçiren bir felaketin coğrafi sınırından dolayı “yardım etseniz iyi olur” demek olduğunu görebiliriz. Dünyanın neresinde yaşadığından bağımsız olarak insan sağlığını tehdit edebilecek bir güce sahip hastalığı basitleştirmek ve önemsizleştirmek gibi bir amacım yok. Ama dünyadaki bütün ülkeleri etkileyebilecek bir hastalık olduğunu vurgulamak bir yandan da “gelişmiş ülkeleri, sağlık güvencesi ve maddi imkanlara sahip olanlarınızı da etkileyebilir” anlamına gelmez mi? Hastalık önce Çin’de değil de İtalya’da çıksaydı DSÖ’nün iki ay bekleyeceğinden emin miyiz? Geçen hafta BBC’deki bir tartışma programında bir doktor korona virüsünün Afrika ülkelerindeki olası etkilerini değerlendirirken, “Afrika hastalığı deyip işin içinden çıkılabilecek bir hastalık değil, bütün paydaşlar daha çabuk ve daha etkin müdahalede bulunacaklardır” deyiverdi.

“Afrika hastalığı” terimi sadece coğrafi olarak uzaklık da içermiyor. Benzemek istemediklerimizin bize uzaklığını da hatırlatıyor. Silikozise yakalanan kot taşlama işçisi korona virüsünden dolayı hayatını kaybeden Star Wars filmi oyuncusundan daha uzak olabiliyor. Bunu birey düzeyinden öteye taşırsak hastalığın Çin’den sonra İran’da büyük bir hızla yayılması neredeyse olağan karşılanırken Avrupa’da ve ABD’de de çok sayıda ölüme yol açmasıyla birlikte hangi ülkeler salgın hastalıkla daha iyi başa çıkıyor sorusu da yaygınlaştı. Karşılaştırmalı siyaset alanında çalışan bir sosyal bilimci olarak elbette bu soruyu önemli buluyorum. Salgının siyasi ve sosyo-ekonomik boyutlarını anlamak kadar can kaybını kimin nasıl engellediğini anlamaya çalışmak hem insani hem de bilimsel olarak hayati öneme sahip. Okuduğum yazılarda kimsenin en doğruyu bildiği iddiası yok. Hangi ülkelerin salgına karşı daha iyi mücadele verdiğini anlama çabası insan hayatını daha iyi koruyan sistemleri ve kurumları tespit etmeye yönelik bir çaba. Eğer varsa, karşılaştırmalı siyasetin insanlığa yapacağı katkı da budur. Ancak bir yandan da bugüne kadar öne çıkan incelemelere baktığımızda bir kez daha genelde siyaset biliminin, özelde de karşılaştırmalı siyasetin fazlasıyla Batı merkezli değerlendirmelerine denk geliyoruz. Önce hangi ülkeler daha başarılı sorusu hangi rejimler daha başarılı sorusunun bir parçası olarak ele alındı. Salgının ABD, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde yaptığı kıyımın Çin ve İran’ın ötesine geçmesi, Güney Kore ve Singapur’da hastalıktan ölenlerin sayısının çok daha az olması bu kez de otoriter rejimlerin demokratik rejimlere göre fiziksel teması engelleyen kısıtlamaları daha kolay uygulayabildiğinden dolayı hastalığı daha etkin bir şekilde kontrol altına alabilecek olmaları gündeme geldi. Her otoriter rejimin salgınla mücadelede başarılı olmadığı, her demokratik rejimin de başarısız olmadığı görülünce bu kez karşılaştırmalı siyasetin hazinesinden devlet kapasitesi ve özerkliği çıktı. Devletin kapasitesi güvenlik ve düzeni sağlayabilmenin yanı sıra vergi ve gelir toplayabilme ve etkin kamu hizmeti sunabilme ile, devletin özerkliği ise kabaca çıkar ve baskı gruplarına karşı çıkarak karar alabilmesiyle ölçülmektedir. Buna göre eğer devlet sözü edilen anlamda yüksek kapasiteye sahipse hele de özerkliğe sahipse salgın hastalıkla daha başarılı mücadele ediyor. Böyle bakılınca Almanya’nın ABD’den neden daha başarılı olduğu açık gibi görünüyor.

Salgınla mücadele konusunda ne rejim türü ne de devlet kapasitesi ve özerkliği bakımından yapılan incelemeleri pek çok nedenle ikna edici bulamıyorum. Öncelikle bu araştırmalar vaka sayısındaki artış ile ölen ve iyileşen hasta sayılarındaki değişimlere bakılarak yapılıyor. Gerçek rakamların resmi rakamların çok üstünde olduğu, tanı koyma kriterlerine göre her ülkenin farklı sayı ilan ettiği, pek çok can kaybının kayıtlara giremediği gibi sorunları kabul ediyorlar. Ancak her ülke rakamlarda hata yapıyorsa bu düzensizliklerin karşılaştırmaya engel teşkil etmediği var sayılıyor. Bu sayıların ötesinde yaygın şekilde bakılan tek istatistik ise ölenlerin ve iyileşenlerin yaş aralığı. Oysa salgınla hangi ülkenin daha iyi mücadele ettiğini anlamak istiyorsak kaç kişinin öldüğüne veya iyileştiğine değil, kimin ölüp kimin iyileştiğine bakmamız lazım. Çünkü ölüm hastalıktan bile gelse kimseyi kimseyle eşitlemiyor. Korona virüsünden dolayı hayatını kaybedenlerin arasında bakan yardımcıları ve zengin iş insanları da var. Yine de bir kez hastalığın varlığı ve hayati tehlikesi bilinir hale geldikten sonra hastalığın bulaşmasından kaçınabilmenin ve hastalanınca erken dönemde iyi bir tedavi alabilmenin imkânı olanla olmayan arasındaki makası açtığı tahmin edilebilir. Ancak bu makasın açılmaması veya toplam can kaybının azaltılması yoksullara da tıbbi tedavi sunabilme ve sermayeye rağmen iş durdurup ücretli izin verebilme kapasitesiyle açıklanacak bir durum değil. Her şeyden önce devlet kapasitesi kavramı dönüp dolaşıp devletin gelirlerini artırabilme ve kıt kaynakları iyi yönetebilmeye dayanıyor. Oysa mesele kıt kaynaklar da devlet kapasitesi de değil. Devletlerin kimi gözden çıkardığıyla ilgili. Eğer herkese günlük ihtiyacını karşılayacak sayıda maske verilmiyorsa ama onlarca ülkeye maske yardımı yapılabiliyorsa, yıllardır uygulanan ambargoya rağmen İran devleti çökmüyorsa, İtalya dünyanın üçüncü en büyük altın rezervine sahip bir ülkeyse, salgınla mücadelede öne çıkan Almanya mültecileri geri çeviriyorsa; o zaman bu ne kaynak kıtlığı ne de devletin kapasitesi meselesidir. Devletlerin kapasitelerini kimlerin hayatını korumak için kullanmasıyla ilgilidir. Ekonomiyi korumak adına sokağa çıkma sınırlamalarının gevşetilmesi devletin kapasitesinin veya özerkliğinin azaldığını değil de gerekirse evden çalışmaya devam edebilen, olmuyorsa işten istifa ederek geçinebilenlerin dışında kalanları yani gözden çıkarılanların sayısının kabul edilebilir düzeyde olduğuna karar verildiğini gösterir. Avrupa Birliği Konseyi’nin kurtarma fonuna baktığımızda da görüyoruz bunu: işçiler için “geçici destek” (kendi ifadeleriyle) sağlanması, işverenler içinse Avrupa Yatırım Bankası grubu tarafından garanti fonu kurulması planlanıyor.

*Doç. Dr. İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü